Şiir, Edebiyat, Kültür, Sanat

3 Aralık 2015 Perşembe

Küldöküm



'Ne çok acı var,' kahperengiyle sırlanmış ne çok insan.

Otağımızı acıların kalbine kurmuşuz. Çünkü acıyı seven, acıyı ekmeğine katık etmeyi alışkanlık edinmiş bir coğrafyada yaşıyoruz. Ve İbn-i Haldun'un belirttiği gibi evet, 'coğrafya kaderdir' kader olmasına da, ya hayat? Hayat skolastik felsefe mi? Sur’a üfleninceye kadar çalınıp söylenmesine izin verilmiş kederli bir şarkının kâinata eklenmiş tercümesi mi? 

Nedir hayat, kim, hangisi?

Yanıtım hazır. Hayat delildir. Yaşamak ‘sonsuzluk ve bir gün’ ise, her delil, kendini mürver çiçeği gibi hazırlamak isteyecektir, 
                                               önünde diz çökeceği 
                                               o 'sonsuz ve bir gün'lük kefaret gününe.

Benim delilim içinde yaşadığım arpalık kuyusu. 

Evet, ben bir kuyuda yaşıyorum. Sabahları gönülsüzce içine girip kaybolduğum, akşamları dipten kurtuluşu haber veren sirenler çalmaya başladığında ruhumun sınırlarında vahşi atların özgürce koşmaya hazırlandığını duyumsadığım bir kuyuda. 

Hayat, o kuyuya düştüğüm günden beridir iki gözümde bir şark çıbanı gibi büyüdükçe büyüyor. Dokularımı, gözelerimi dolduran acının yangısı kimbilir belki de tâ ervah-ı ezelden kalmadır.

Sıkıntılarım bu yüzden. Mutsuzluğum, yüzümü, adımı, kimliğimi sıklıkla unutmam bu yüzden. Ketumluğum, korkularım, her ân, her saniye tetikte ve tedirgin yaşamam da bu yüzden. 

Oysa var olduğum sürece bana, sana, doğaya, bize, insanlığa ait her şeyin tıpkı çocukluğum gibi güzel kalmasını istiyorum. Eskiden, çok çok eskiden, korku nedir, mutsuzluk nedir bilmezdim. Üstümde efsunlu gömlek, Dede Korkut Masalları dinlerdim karınca diliyle konuşan eşref-i mahlukâttan. O dili konuşanlarda her sözün bir derinliği vardı. Kötülükle değil iyilikle ölçülürdü insanlar ve insanın gönül dergâhında ateşe ramak kala gül deniziyle karşılanırdı öfkeler.

Olabilirin, mümkün olabilirin ötesinde iyilikle ölçülen düşler kurdum yıllar boyu. İyiliğe âşık oldum. İçi iyilikle, güzellikle dolu, gerçeküstü resimleri çağrıştıran kadınları sınır tanımadan sevdim. Onların çok boyutlu görüntüsü düş falı açmasını öğretti, ayın karanlık yüzünü, güneşin unuttuğum renklerini yansıttılar belleğime. Unutulanları hatırlama faslına açılan kapıdır bellek. Elinden tuttuğunu alıp götürmüştür kendi cennet bahçesi ya da cenennemin gayya çukuruna.

Ey unuttuğum hakikâtın öznesi aşk! Sana cehennemin yeryüzüne inşa edilmiş simülarkından sesleniyorum. Kabul. En acı tecrübeydi hakikâtı unutmak.

Evet hayat delil, tanığım yorulan sözüm, yaşamak ‘sonsuzluk ve bir gün,’ hakiki aşk mümkünün değil imkânsızın arzulanmasıdır.

Sebebi odur ki her aşk, gelecekte tek başına, dağılmış, parçalanmış bir yaşamı müjdelemiştir. Acıdır aslolan ve hep duvara karşı yürümektir aslında, 'umutla korku arasında' kalmayı paralize ederek, onları alyuvarından zehirleyen.

Bu satırlar karmaşık bir veda metni gibi oldu sanki ama değil. Yaptığım, olsa olsa kül dökümü kıyısından hayatın sarp uçurumlarına çalakelâm savrulmuş bir vâveylâdır.

Hem vedaları sevmem. Hele veda mektuplarını hiç. Veda mektubu yazmak tasarlayarak işlenmiş cinayete benzer. Çünkü yazılmış, okunmuş her veda mektubu, sahipsiz ceset gibi ortada bırakıp gitmiştir hayatın kadavrasını.

Şimdi durup dururken bunları niye, kime yazdım. Bilmem. Can şehrimden, gönül tahtımdan kuzeyli rüzgârlar esti geçti öylesine.

Âşık Sümmâni’yi duydunuz mu? Sümmâni, “ervah-ı ezelde” diye başlayan şiirinin bir yerinde şöyle seslenir:

"Herkes dosta yazmış arz-ı hâlini
Benimkini ürüzgâra yazmışlar."

fy 


Hiç yorum yok: