Şiir, Edebiyat, Kültür, Sanat

29 Ağustos 2016 Pazartesi

Cennet Zamanı/ Öykü



“Kuş ölür, sen uçuşu hatırla…”

Füruğ Ferruhzad

Ben her zamanki yerime oturdum. Sallanan ahşap koltuğa. Seninle dertleşmeye geldim yine. Şömineyi az evvel yaktım. Perdeleri araladım hafifçe. Koltukların örtüsüne dokunmadım, koruyucu kılıfları çıkarmaya üşendiğim için öylece bıraktım. Gözüm duvarlarda. “Kainatın Işığı” astığın yerde duruyor. Çocukların ve bizim siyah beyaz fotoğraflarımıza hazan uğramış. Belli ki saksıdaki çiçekler gibi onlar da çoktan sararıp solmuşlar. Dört kollu ferforje aplikteki mumlar zamana karşı direniyor. Biri onları yakmadıkça erimeye hiç niyetleri yok anlaşılan. İskambil kâğıtları masada karmaşık bir fal gibi dağınık hâlde kalmış. Kazak ördüğün tığlara ilişiyor gözlerim. Kırmızı şişleri çekmeceye kaldırmayı unutmuşsun. Şişlerin kime ne zararı var? Boşver, dursun durabildiği kadar. Bak şişleri görmüşken söylemeden geçemeyeceğim. Biliyor musun? Birkaç yıl önce ördüğün gece mavisi yün hırkayı zevkle giyiniyorum; giyindikçe ellerini yüreğimde hissediyorum hâlâ.

İtiraf etmeliyim. Seninle geçirdiğim yıllar ömrüme verilmiş en değerli armağandı. Her konuda becerikliydin. Eli uz, gönlü bol, tuttuğunu koparan kadınların soyundan geliyordun. Ben ise beceriksizin tekiydim. Öyle de kaldım. Düşünsene kravatlarımı bile sana bağlatıyordum, hem de yaşımdan başımdan hiç utanıp sıkılmadan.  

Fotoğraf çekmek için geldiğim bir düğünde tanışmıştık. Sürekli seni görüntülediğim için “deli çocuk” demiştin bana. Sonra o deli çocukla ömrünü tükettin de, sesini yükseltip bir kere bile “of” demedin. İstemeden seni kırdığım, sustuğum, içime kapandığım, gizli gizli ağlama nöbetleri geçirdiğim, kendimden, her şeyden uzaklaşmak istediğim günler oldu. Vicdanlıydın. Sabırlı ve merhametli. Kusurlarımı örter, hatalarımı bağışlardın. Verdiğin her kararda vicdanının sesini dinlemeye özen gösterirdin mutlaka.

Mutlu muyduk? Sen kararlarınla, yaşadıklarınla, bana rağmen, benimle olmaktan mutluydun. Ben… Ben galiba mutlu görünmeye çalıştım. Yüzümdeki mutluluk maskesiyle gezdim durdum yıllarca. Yoo, yoo. Lütfen yanlış anlama. Seni sevdim. Seninle birlikte soluk aldığım her ândan keyif aldım. Seni hâlâ o “deli çocuk” gibi seviyorum, sevmeye de devam edeceğim elbette. Dünya’ya bin defa gelsem yine seninle birlikte olmak, ömrümü seninle geçirmek isterim. Bunlar bildiğin şeyler zaten. Fakat bilmediğin şeyler de var. Şaşırdın mı? Tâ çocukluk dönemimden itibaren saklamak zorunda kaldığım, anımsadıkça utanç ve korku duyduğum bir sırrım vardı benim. Cesaretimi toplayıp bir türlü anlatamadım sana. Bu öyle bir sırdı ki kötü huylu ur gibi içimde sürekli büyüyor, büyüdükçe vicdanımı, ruhumu kanatıp korkutuyor, beni korkularımla yüzleşmekten koparıyordu. İyileşmesi olanaksızdı. Tedavisi yoktu bu urun. Hem, pedofilik bir komşunun, küçük bir çocuğun teninde bıraktığı ve o küçük çocuğun son nefesine kadar ruhunda taşımak zorunda kalacağı çirkin izleri hafızadan silip atacak bir ilaç, bir yöntem yeryüzünde henüz geliştirilmiş değildi.

Ağlama nöbetlerim esnasında güzel, neş'eli günleri anımsamak istiyordum buluğ çağımdan. Kuytulara çekilip maziyi yokluyordum sık sık. Sisler içinden geçerek el yordamıyla çocukluğumun masum avlusuna varıyordum gizlice. Orada, bir yelpaze gibi açıldığını görüyordum ruhumun. Rahatlıyordum. Kalmakla gitmek arasında bir yerlerde benimle saklambaç oynuyordu zaman. Kendime yaklaştıkça konfeti yağmuru gibi güvercin tüyleri dökülüyordu dört bir yanımdan. Uzaklaştıkça, sanki biçim değiştiriyordu anılar. Ve ben sobelendiğim her oyunda yüreğime kıymık gibi batan, acıtan ne varsa onları birer ikişer bulup çıkarıyordum zamanın koynundan. 

Bahçemizde şurup gülleri açardı çok eskiden. Yasak meyveydi bizim için güller. Asla koparamazdık. O zamanlar balkonumuzda sardunyalar, fesleğenler olurdu ve bir de dutların gölgesinde oturan basma entarili kızlar. Güneş tepeden vururdu. Ben kitap okurdum, kerpiç odaların serinliğinde hiç bıkmadan. Gökyüzü toplardım, sevindirik olurdum kelimelerin büyüsünden. Akşama doğru avluyu geçer, sokağa çıkardım yayından fırlamış ok gibi. Sonra kocalarını bekleyen kadınlar doldururdu evlerin önünü. Sokak boydan boya gül kokardı ve çiçekli eteklerden yayılan o kokuların ergenliğin kandilini yaktığını hissedince utanır, çekinirdim gövdeme yürüyen suların ateşinden.

Sonra zaman sabitlenir, geçmişin içi boşalır ve birdenbire kötü huylu urun ruhuma yerleştiği bodrum katına varırdım. O ân, boğazıma dayanmış bıçağın ışıltısı parıldar, soluğu leş gibi kokan bir adamın kâbusa dönüşen sûreti, unutmaya çalıştığım kara delikten çıkıp yerleşirdi belleğimin perdesine ve “sobe” derdi, sinsice. “Sobe!”

Üzülme! Tamam, sustum. Daha fazla anlatmayayım. Böyle işte. Sanırım bütün huysuzluklarımın sebebini anladın. Biliyorum, yanımda olsaydın gözümdeki yaşlara dayanamaz, başımı hemen göğsüne yaslardın. Birlikte ağlardık. Avuturduk birbirimizi. Ama yoksun ve fotoğraflarına bakarak seninle konuşmak avutmuyor artık beni.

Şömineyi yakmadan önce aynaya bakmıştım. Epey zaman olmuştu aynaya bakmayalı. İhtiyaç hissetmemiştim galiba. Tunçtan yapılmış bir heykel gibi karşısında durduğum aynayı ruhuma benzetmiştim o ânda. Tozlanmış, yüzeyi örümcek ağlarıyla kaplanmıştı çünkü. Kalkıp cebimden çıkardığım kâğıt mendille üzerine biriken tozları sildim gayri ihtiyarî. Şömineye birkaç odun daha attım şimdi. Bilirsin oldum olası sevmem böyle sisli ve bulanık havaları. Üşümüştüm. Gördüğün gibi yüklükten çıkardığım battaniyeye bir sevgiliye sarılır gibi sarıldım. Ondan başka sarılacağım ne kaldı ki zaten?

Seninle konuşurken bir yandan demlediğim çayı yudumluyorum ağır ağır. Çay yerine güneşi yudumlayabilseydim içimdeki buzullar eriyecekti muhtemelen. Kalkıp pencere kenarına, kerevete oturup göğe bakmak istiyordum fakat vazgeçtim. Sessizlik iyidir. Sessizlik insan ruhunun duyabileceği en görkemli müziktir. Şöminede tutuşan odunların çıtırdayan sesine kulak kabartmak, sessizliğin ortasında uğuldayan rüzgârı dinlemek, bu ıssız mekânda seninle arada bir dertleşmek göğe bakmaktan daha cazip geliyor bana. 

Senden sonraki yaşamıma baktığımda yapay solunum cihazına bağlı bir hastanın beyin ölümünü gösteren düz, dümdüz çizgiyi görüyorum. O çizgiyi değiştirebilecek, başka bir boyuta, başka bir zamana taşıyacak gücümün olmadığını da. Çünkü zaman kendi alıp verdiği soluğun içinde eriyordu; insan, çağın vebası yalnızlığın pençesinde. Zaman göç zamanıydı. Göçebe yaşamaksa zamanın hiç değişmeyecek ruhuydu belki de.

Cennet’im… Gelirken kuş sürülerini izlediğimi söyledim mi? Kuşlar güneye uçuyordu. Eh. Benim de kuşlar gibi uçma vaktim yakındır herhâlde. Nerden mi biliyorum. Tozlarını sildiğim aynaya bakınca, zamanın uçtuğunu gördüm ağaran saçlarımda.

Fatih Yavuz Çiçek
Mavi Yeşil Dergisi, Temmuz Ağustos 2016, Sayı:100

4 yorum:

Bayanbilen dedi ki...

Ne kadar güzel ne kadar ustaca bir yazı bu. Arka fondaki müziğin de etkisiyle birden bire o adama dönüşüp ahşap koltuğa battaniyemi sarınıp oturdum.
Sevgilerle

mabelard dedi ki...

Okuyarak kattığınız değer için teşekkür ederim. İyilikle kalın.

Azize dedi ki...

Gözlerim doldu...
Sakin, basit, bunların verdiği harika güzellik, ve gerçek...

Selamla ve sevgiyle...

mabelard dedi ki...

Teşekkür ederim. Kimileri için "bir baş dönmesi gibi sürüyor hayat."
İyilikle kalın.