Ortadoğu coğrafyasında “Arap Baharı” adıyla başlayan
değişim hareketinin 2011 yılında Suriye’ye sıçramasının ardından Suriye’de
başlayan ve halen devam eden iç savaşta iki milyondan fazla insan Suriye dışına
göçerken, Suriyeli göçmenlerin bir kısmı göçte
ilk durak olarak yerleştikleri Türkiye’de bir süre ikamet ettikten sonra göçün
yönünü ölümü de göze alarak Türkiye’ye göre daha iyi yaşam koşullarına sahip
olacaklarını düşündükleri AB ülkelerine yönelttiler.
Bu süreçte Suriyeli göçmenlerin
tehlikelerle dolu göç yolculuklarının dramatik simgelerinden biri haline gelen
Aylan Kürdi’nin karaya vuran cesedi ve Aylan Kurdi’nin ailesinin yaşadığı
olaylar bütün dünyanın vicdanını kanatırken insanlığı göçmen sorunları, kaçak
göç ve toplumun göçmenlere bakışı gibi olgularla bir kez daha yüzleştirdi.
Evlerinden, yurtlarından kopan insanlar, insan kaçakçılarının ağına düşerek
kandırılan göçmenler ve bir şekilde ulaştıkları Avrupa’nın çeşitli ülkelerinden
yerleşim izni alamayınca sınırlarda yığılan binlerce mülteci. Gelinen noktada
göç ve göçmen sorununun giderek içinden çıkılmaz bir insanlık trajedisine dönüşmesi
kaçınılmaz görünüyor.
İnsanların tarih boyunca
yurtlarından sürgün edilerek, köle ticareti, savaşlar, deprem, sel, kasırga,
açlık, din ya da ırk ayrımlarının yarattığı baskılardan kaçarak göç ettikleri
düşünüldüğünde zorunlu göç ve göçmenliğin insanlık için her zaman rahatsızlık
verici bir olay olarak değerlendirildiği sonucuna ulaşılır. Göçmenler geçmişine
ait her şeyi geride bırakarak çıktığı yolculuğun sonunda yeni bir ülkeye
yerleşmek, yeni bir dil öğrenmek, kendi kültüründen farklı bir kültüre uyum
sağlamak, yeni bir iş edinmek için belki de yeniden eğitim görmek, meslek
değiştirmek gibi sorunlarla karşı karşı karşıyadır ve bu sorunlar kısa vadede
çok kolay çözülebilecek gibi değildir.
Yönetmenliğini Tunç
Okan’ın yaptığı “Otobüs”
filmi, işte böylesi bir göç olgusunu, İsveç’e kaçak işçi olarak götürülme vaadiyle
kandırılan dokuz kişinin kırık dökük, külüstür bir otobüsle başkent Stockholm’e
vardıktan sonra yaşadıkları trajik olayları konu alır.
Film, kar yağışı altında
ilerleyen “Allaha Emanet” eski bir otobüsün görüntüleriyle başlar. Otobüsün
içinde büyük umutlarla yola düşen işçiler vardır. Onları kaçak yollarla İsveç’e getiren otobüsün
şoförü medeniyetten, yeni bir yaşama kavuşacaklarından bahsetmektedir. Yol
boyunca verilen molalardan sonra yolculuk biter ve şoför otobüsü Stocholm’ün
işlek meydanlarından birine park eder. Göçmenlerin tüm paralarını ve
pasaportlarını polise kayıt yaptıracağını söyleyerek ellerinden alan şoför
otobüsü terk eder. Pasaport ve paralarını dolandırıcı şoföre kaptıran
göçmenlerin Stockholm’de saklanıp, sığınabilecekleri tek yer içinde yolculuk
yaptıkları otobüstür. Daha evvel köylerinin dışında herhangi bir yer görmeyen
ve Stockholm’ün ortasında otobüsün içine sıkışıp kalan bu insanlar terk
edilmenin verdiği şaşkınlıkla belirsizlik, çaresizlik ve endişe içerisinde aç,
susuz, şoförün geri dönmesini beklerler.
Bir süre sonra tuvalet
ihtiyacı için akşam karanlığında dışarı çıkar, keşfettikleri tuvaletten otobüse
dönerken karşılaştıkları polisin kimlik sorması üzerine kaçarlar. Polisle
kovalamaca sonucunda polisi atlatır fakat birbirlerini kaybederler.
Göçmenlerden biri otobüse dönerken diğeri otobüsü bulamaz. Geceyi dışarıda
geçirmek zorunda kalan göçmen soğuktan donarak ölür.
Otobüsle tuvalet dışında
başka bir yere gidemeyen göçmenlerden Tunç Okan’ın bizzat canlandırdığı Mehmet
karakteri, tuvalette karşılaştığı ve kendisine yakınlık gösteren İsveçlinin
yönlendirmesiyle (ki adam eşcinseldir, Mehmet’i yakışıklı bulduğu için ona
samimi davranmıştır) müzikli, yemekli bir partiye katılır. Tek amacı açlığını
gidermek olan Mehmet, partide gördükleri karşısında şok geçirir. Mehmet, farkında
olmadan cinselliğin sınırsızca sergilendiği bir seks partisinin içine dâhil
edilmiştir. Onu partiye getiren İsveçli, Mehmet’e sarılarak, bacaklarını
okşayarak sarkıntılık etmeye yeltenince içine düştüğü durumu kaldıramayan Mehmet,
yaşadığı şoka bağırarak, yemeklere saldırarak tepki verir. Mehmet’in bağırışını
ve yemeklere saldırışına tahammül edemeyen İsveçliler Mehmet’i önce partiden dışarı
çıkarır, sonra da bıçaklayarak öldürürler.
Filmde “yabancı” kavramı
Avrupa’lının nezdinde aynı zamanda yasa dışı işlerle uğraşan suçlu kimliğiyle
örtüştürülür. Gece otobüs yakınındaki tuvaleti keşfeden işçiler orada bir
İsveçli ile karşılaşırlar. İsveçli onlara direk esrar olup olmadığını, esrara iyi
para vereceğini söyler. Göçmenlerin kendilerinden farklı görünmeleri, yabancı
olmaları, İsveçli gözünde onların yasadışı işler yaptıkları anlamına gelir.
Dilinden anlamadığı adama verecek yanıt bulamayan göçmenin bakışları, dil
bilmezliğin ve biçareliğin en somut göstergesidir. Neredeyse diyalogsuz
diyebileceğimiz bir film olan Otobüs, bu yönüyle tıpkı şiir sanatında olduğu gibi az sözle ve
beden diliyle çok şey anlatmayı başaran filmler arasındadır.
Göç yaşantısının en
temel sorunlarından biri de medeniyet ve kültürel farklılıklardır. Medeniyet,
“toplum hayatını doğuran ve toplum hayatının bütünlüğünü sağlayan birleştirici
bir inanç ve ahlak nizamı” kültür ise,
“medeniyet çerçevesi içinde toplum hayatı yaşayan insanların gerek doğa
içinde ve gerekse sosyal hayatta ortaya koydukları maddi ve manevi her türlü
ürün” dür. Bütün medeniyetler bu inanç
ve ahlak nizamıyla toplumu bütünüyle kuşatır. Üyelerinin ruhuna işler ve bu
şekilde toplumsal düzeni sağlarlar. O yüzden toplumlar mensup oldukları
medeniyeti kolay bir şekilde değiştiremezler. Zira medeniyetin değişmesi
toplumun yeni bir inanç ve ahlak nizamını benimsemesi anlamına gelir.
(Özakpınar, 1998: 109-112) Bu sebeple, Mehmet’in götürüldüğü seks partisinde yaşamış
olduğu şokun kökeninde medeniyet ve kültürel farklılar yatmaktadır diyebiliriz.
Tunç Okan, Otobüs filminde
yalnızca göç sorununu değinmemiş,
gelişmiş ülkelere az gelişmiş ülkelerden göçen insanların karşılaşabileceği
sorunlara da eleştirel bir bakış açısından dikkat çekmiştir. Nitekim otobüsün
dışına çıkan göçmenlerin karşılaştıkları İsveçlilerce hor görülmeleri, alay
edilip, aşağılanmaları, onlarla iletişimden kaçınmaları, gelişmiş ülke
insanının az gelişmiş ülke insanına karşı acımasız tutumuna sembolikte olsa
politik göndermeler içermektedir. Dış görünümleri, tavırları ve ürkek
bakışlarıyla yabancı oldukları her hallerinden anlaşılan işçiler, yerli halk
tarafından ürkütücü bulunur. Örneğin, gün boyu otobüste kalan ve gece olunca sadece
ihtiyaçları gereği dışarıya çıkan göçmenler polisle karşılaştıklarında polisin
yaptığı ilk şey onlardan şüphelenerek pasaport sormak olur. Polisten kaçış
esnasında yolunu kaybeden işçilerden biri, köpeğini gezdiren bir İsveçliye çaresizce
kendi anadilinde “gardaş otobüs nerede” diye sorar. Yabancının tavrından ürken
İsveçli, köpeğini alarak oradan kaçar. Otobüsün içine hapsolan, gece karanlığında yiyecek
bulmak için otobüsten dışarıya çıkan göçmenler hiçbir şeyden habersiz yiyecek
arayışındayken kendilerine kurulan tuzağı fark etmezler. Göçmenlerin aç
olduklarını anlayan İsveçliler onların görebilecekleri yerlere plastik
yiyecekler koymuşlardır. Yiyecekleri gerçek sanan ve yemeye çalışan göçmenler
yiyeceklerin oyuncak olduğunu anladıklarında onları gizlice izleyenler ortaya
çıkar, göçmenlerle kahkahalar atarak dalga geçerler. Sabah otobüsün park ettiği
bölgeyi temizleyen temizlik görevlisi otobüsün plakasını görünce “Pis Yabancılar” der. Filmdeki
bu sahneler Avrupa’lının kendilerinden görmediği yabancılara karşı takındıkları
düşmanca tutumun, yabancılara olan nefretin, ön yargıların ve zihinlerinde
oluşturdukları olumsuz göçmen imajının göstergeleridir.
Film ilerledikçe
göçmenlerin dışında, dokuz göçmeni kaçak yollardan İsveç’e getiren ve onları
dolandırıp Almanya’ya giden Ahmet Tekin karakterinin de pasaport kontrolü
sırasında benzer durumlarla karşı karşıya kaldığı sahnelere tanık olunur. Havaalanında
Ahmet’in pasaportlarını kontrol eden memur onun yabancı olduğunu anlayınca
pasaportu uzun uzun inceler. Diğer yolculara nazik ve güleç davranan,
pasaportlarını kontrol etmeye bile gerek görmeyen memurun davranış biçimi yabancılar
karşısında birdenbire değişkenlik gösterir. Aynı durum bagaj kontrol noktasında
bekleyen polisin davranışlarında da tekrarlanır. Almanya’ya giriş yapan diğer
yolculardan çantalarını açmalarını istemeyen polis memuru Ahmet’ten çantasını
açmasını ister. Çantadaki yüklü miktarda paradan şüphelenen polis Ahmet’ten soyunmasını
ister. Ahmet çırılçıplak soyundurulur. Elbiseleri polisler tarafından tek tek
incelenir. Ahmet, kaçakçı olabileceği şüphesiyle makatına kadar aranır. İnsanlık
dışı kontrollerden geçirilir. Almanya’da çekilen bu sahneler Almanların
yabancılara yönelik tutumlarında İsveçlilerden farklı düşünmediğini göstermek
içindir. Yönetmen göçmenlere yönelik ön yargıları ve nefreti içeren sahne
çekimleriyle Avrupa’nın kendinden olmayanı ötekileştiren tavrına işaret eder.
Filmde sanayileşen,
teknolojinin, bilimin, tüketimin sürekli gelişme kaydettiği Avrupa ile ekmek
parası uğruna dilini, örfünü, âdetini bilmedikleri bir şehre sırf daha iyi
yaşam koşulları elde etmek için kaçak yollardan giriş yapan göçmenlerin kendi
memleketleri arasındaki farklılıklar çeşitli objeler aracılığıyla ve
zıtlıklarla kıyaslanarak gösterilir. Son model araçlara karşı kırık dökük eski model
otobüs imgesi bu zıtlıkların en belirgin olanıdır. Göçmenlerin yürüyen
merdivene tersinden binmeleri, vitrinlerde gördükleri afişlere, cansız, çıplak
mankenlere şaşkınlıkla bakmaları, otobüsün dışında akıp giden gündelik hayatı,
sokak konserlerini biraz hayret, biraz tedirgin gözlerle izlemeleri gibi
unsurlar her iki toplum arasındaki medeniyet ve kültür farkının bireylerden toplumun
geneline yansıması şeklinde yorumlanabilir. Jean Jack Rousseau 1750 yılında
Dijon Akademisinde yaptığı konuşmada medeniyetin insanı özgürleştirecek yerde
kendi ürünleri olan bilim, edebiyat ve sanatla daha da köleleştirdiğini iddia
etmişti. Ona göre medeniyetin gücü siyasi erkten çok daha üstündür. Zira bilim
ve sanat toplumu bağlayan zincirleri çiçeklerle örter. “Medeni bir millet
olarak onun kendi köleliğini içselleştirmesini sağlar.” (Rousseau, 1997:13)
Vedat Türkali ise filme
yönelik yaptığı değerlendirmede “İlk
karşılaştığı apayrı bir dünyanın ileri tekniği, şaşırtıcı konforu ile
çarpılıveren saf insanın güldürücü tepkileri, çevreye uyumsuzluğu,
yabancılaşması doğaldır. Bu doğal şaşkınlığı yaşayan insanlara en küçük
insancıl bir ilgi göstermeyen, bencil, tüketici, kendine dönük, soğuk,
sağlıksız insan tipi doğal değildir” tespitinde bulunur. (Milliyet Sanat Dergisi,
1977, S.256, s.8)
Film, otobüsün yasak alanda
park edilmesinden ötürü polislerce çektirilmesi, otobüsün kapılarının çekiçle
kırılarak açılması, otobüsten içeri giren polislerin yedi ürkek, şaşkın, bitkin
insan suretiyle karşılaşması ve kaçak göçmenlerin yetkili polis merkezine götürülmesiyle
sona erer. Göçmenlerin otobüsten indirilmeleri esnasında otobüse inen her bir
balyoz darbesi, otobüsün yıkılan görüntüleri kaçak göçmenlerin hayallerinin ve
umutlarının tükenişini simgeler.
Film boyunca diyaloglar
yerine vücut dilini ön plana çıkaran Tunç Okan, göçmenlerin yüz hatlarından,
sergiledikleri ayrıksı tavır ve davranış biçimlerinden yola çıkarak onların
nasıl bir ruh hali içinde bulunduğunu sinemanın görüntülerle öykü anlatabilme
tekniğinden de faydalanarak ve sessizliği sinemanın görüntü diline aktararak
anlatmıştır. Çünkü sinemada olayların,
görüntülerin tanığı kameradır. Yönetmen kameranın tanıklığını ışığa, kurguya,
oyunculuğa, müziğe ve daha bunun gibi pek çok faktöre bağlı çok bileşenli bir
anlatım biçimini tercih ederek izleyiciye sunar. Başka bir deyişle yönetmen,
kamera ile bir gözbağı yaratarak, izleyiciye kameranın bakış açısını kendi
bakışı gibi gösterir ki Tunç Okan sinema sanatını Otobüs filminde Jean Claude Carriere’in ifade ettiği gibi “izleyiciyi
yöneten ve yönlendiren; izleyiciyle neredeyse oynayan, aynı zamanda da
inandırıp, ikna eden, kandıran” bir sanat haline dönüştürmüştür. (Carriere, 2000:88)
Çekildiği dönemde
Türkiye’de gösterimi sansürlenerek yasaklanan Otobüs’ün yönetmeni Tunç Okan,
filme yönelik yapılan ağır eleştiri ve propagandalar karşısında şöyle bir
açıklama getirir: “Başlangıçtan beri yapmak
istediğim bir çatışmayı, bir büyük uyumsuzluğu, aykırılığı ortaya koymaktı.
Tekniğiyle, aşırı gelişmiş tüketim toplumuyla az gelişmiş toplumun insanlarını
karşı karşıya getirmekti. Bunların birbirleriyle olan kendi içlerindeki
çelişkiyi, aralarındaki korkunç çatışmayı vurgulamak istedim. Yoksa amacım
sansürün ve bazı aydınlarımızın iddia ettiği gibi, ne Türk işçisini, ne Türk
insanını küçük düşürmek değildi. Filmdeki işçiler Türk değil, herhangi bir
azgelişmiş toplumun insanları olabilirdi. Türk olmaları bir rastlantıdır.
İtalyan ya da İspanyol olsalardı, film bildirisinden bir şey kaybetmeyecekti.” (Milliyet Sanat Dergisi,
1977, S.256, s.7)
André Bazin “şüphesiz
her sanat, sanatçının söyleyebilecek bir şeyi olduğu ve bunu bir araçla
söylediği ölçüde, kendine göre bir dildir. Filmi basit bir canlı fotoğraf
olmaktan ayıran şey’de nihayet bir dildir” der. (Bazin, 1966:19) Tunç Okan ilk
yönetmenlik deneyimini sergilediği “Otobüs” filminde kısıtlı bütçeye rağmen
kendi sinema dilini oluşturmayı, ses getiren bir yapıma imza atmayı
başarmıştır.
Nazmiye Arısoylu
Ayna İnsan Dergisi, Nisan,Mayıs,Haziran 2016 Sayı:18
Ayna İnsan Dergisi, Nisan,Mayıs,Haziran 2016 Sayı:18
Kaynaklar
1-Yılmaz Özakpınar, Kültür Ve
Medeniyet Üzerine Denemeler, Ötüken Yayınları, 1998
2- J.J.Rousseau, İlimler Ve Sanatlar Hakkında Nutuk, Çeviri: Sabahattin
Eyüboğlu, M.E.B Yayınları, 1997
3-Vedat Türkali, Milliyet Sanat
Dergisi 256.sayı, 1977
4- Jean Claude Carriere, Sinemanın
Gizli Dili, Çeviri: Simten Gündeş, Der Yayınları, 2000
5-Tunç Okan, Milliyet Sanat Dergisi 256.sayı, 1977
6- André Bazin, Çağdaş Sinemanın
Sorunları, Çeviri: Nijat Özön, Bilgi Yayınları, 1966
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder