Çağımız, anomik bir çağdır; insanların
süreklilik duygusunu kaybettiği, kişisel ve toplumsal yükümlülüklerini ve
bağlarını yitirdiği ruhsal çözülme veya bozguna uğradığı bir çağdır. Sanat,
tarihsel yıkımların olduğu bu tür dönemlerde daha bir gür çıkar. Sanatçılar bu
ruhsal çözülmenin ve bozgunun resmini yaparlar. Tarihte Buzatti gibi sanatçılar
bu anomik hayata sanat ile karşı duran ve insanlık için bir soluk olan
kişilerdir.
“Tatar Çölü” romanı, insanın kendinden
uzaklaşmasının bir öyküsü; doğal ve eşit olmaktan çıkışının bir destanıdır.
Gösteriş, kahramanlar ve olağanüstülüklerin olmadığı bu romanda her şey, her
modern şeyde olduğu gibi yalındır, her şey sadece “şey” haline dönmüştür.
Sessiz bir destandır “Tatar Çölü”. Buzatti bu eserinde genel olarak insanın ve
özelde ise modern insanın dramını anlatmaktadır. Tatar Çölü üç katmanlı bir
öyküdür; bireyin yaşamı, toplumsal yapı ve insan türünün dertlerinin kesiştiği
veya içiçe geçtiği alanların öyküsüdür.
Tatar Çölü baştan sona simgesel
anlatımlarla dolu bir romandır. Bu simgeler romanı çok katmanlı bir esere
dönüştürür. Onu düz okumak mümkün değildir, arkeolojik bir çaba gerektirir. Düz
okuduğunuz zaman sadece toprak üstündeki kırık çömlek parçalarını, arkeolojik
okumada ise onun altında bir uygarlık yattığını görürsünüz. Büyük bir öykü
oluşur toprağı deştikçe ve karşınıza çıkan öykü “insan’’ın öyküsüdür.
Tatar Çölü’ndeki Temel
Mesele ve Simgeler:
Buzatti’nin temel bir sorusu var, acaba
çölün (gelişmenin, modernleşmenin) ardında bir şey var mı? Çölü bu çerçevede
birkaç anlam birden yükleyerek kullanıyor Buzatti. Çöl, Marx’ın
yabancılaşmasıdır romanın birçok yerinde; modernleşme insan için kuraklaşma /
çöl ile betimlenmektedir. Giovanni Drogo kendi yaşamından ve yaşam anlayışından
(kasabasından) çıkınca “çöl” psikolojik bir anlam kazanır, çöl, insanın kendisi
ve “diğeri”/“öteki” arasındaki boşluktur. Bu boşluk, insanın geleneksel
değerlerden çıkıp modernliğin katı disiplin kurallarına geçişinde yaşadığı
bunalımı temsil eder.
Kale, romanda genelde toplumdur bazen de
toplumun kıyısıdır, insan için bedeli her ne olursa olsun kaçınılmaz son
sığınaktır. Kale, Giovanni Drogo dört yıl kaldıktan sonra oradan hiç
kurtulamayacağını anladığı yerdir. Romanın sonunda artık kurtulma düşüncesinden
vazgeçtiği yerdir. Bu noktadan sonra Kale artık “kaderi” temsil eder. Kurtulma
düşüncesi ve umut “dürbün” ile temsil edilir. Parola ise iki düzeyde
kullanılır, dildir ve ulusal kimliktir. Parola bu anlamda, kendi toplumuna
aitliğin bir göstergesidir. Kale (toplum) dışarıdaki herkese kapalıdır. Hatta içeridekilere
bile kapalıdır. Nitekim, kale duvarları dışına habersizce çıkan asker
öldürülür. Çünkü ölen asker Lazzari parolayı (kuralları) bilmemektedir. Oysa,
Kalenin (toplumun) kuralları çok keskindir.
Bazı askerler dışarıda birşey gördüklerini
sanırlar ve hatta görmeyi ümit ederler. Dürbün bu ümidin simgesidir. Kale
dışındaki atlar ise canlılığın göstergesidir. Canlılığa, kendiliğe kavuşmak
insan için bir hayaldir, ama bu hayal yasaktır. Bu atlardan birinin peşinden
giden askerin öldürülmesi işte bu canlılığı talep etmesinden kaynaklanmaktadır.
“Kuzeydekiler” “onlar”dır, “ötekiler”dir.
Hep gelmeleri beklenen düşmandır onlar, ama bir türlü gelmezler. Gelmezler;
çünkü onlar insanın içine attığı ve bir türlü ortaya çıkarmayı cesaret
edemediği korkuları ve kaygılarını simgelemektedir. Zaten gelmeleri bu nedenle
imkansızdır. Gerçeği ve canlılığı istemekten korkan insanın halidir.
“Kuzeydekiler” yani “Tatarlar” dış dünyadır, dış dünyadan gelecek tehlikedir.
Hiçbir zaman gelemeyecek olan bu korku (Tatarlar) sonunda ölüm korkusuna
dönüşür. Ölüm korkusundan kaçmak (kaleden tayin olmak) isteyenler kasabaya
dönmek isterler, çünkü “kasaba” kişinin iç dünyasıdır, en yakınlarından oluşan
ve güvenli bir dünyadır, o aslında ana rahmidir.
Tüm bu simgeler öykünün kurgusuna göre ele
alınırsa şu tarz bir değerlendirme yapılabilir. Giovanni Drogo isimli bir
asker/adam kasabasında (iç dünyasından) ayrılarak yeni görev yerine kaleye (dış
dünyaya) tayin olur. Kahraman (kişi) yetişkin olmuştur. Tayin bu geçişi temsil
eder. Kale (toplumsal kurallar ve değerler) gündelik hayat içinde insana
görünmezler. Çok yakın gibi görünürler, ama, oldukça uzaktırlar. Drogo’nun
tayin olduğundaki ilk yolculuğu bunu simgelemektedir. Drogo Kale’ye geldiğinde
kendi iç dünyasının sınırına geldiğini anlar. Buradan sonrası tehlikelidir.
Çölü (dışarıyı) gözleyebilir. Kendi dünyasındaki herşey ise o çöle yabancıdır.
Çöle gitmek (kendi içinde bulunduğu toplumdan çıkmak) ister. Ama Kale’nin
(toplumun) katı kuralları vardır. Askeriye bu disiplini temsil eder. Bu yüzden,
Drogo’nun çöl merakı bir yerden sonra kişisel olmaktan çıkar, toplumsal olur.
Drogo’nun gördüğü ve bildiği hayat ona verilen kadardır. O hayatın sınırları
Kale’nin toplumun kuralları kadardır. Drogo kalede ve onun kuralları içinde
kaldıkça giderek canlılığını yitirir. Canlılık, hayat doluluk ancak saf insanın
işidir. Bu saf, ölen asker Lazzari’dir.
Eserin sonundaki savaş ölümü
simgelemektedir. Drogo ölmektedir, ama nasıl ki görevinde (yaşamında) hiçbir
insiyatifi kalmamışsa, ölüm karşısında da insiyatifi yoktur. Ölümü bile
önemsizdir, aynı yaşamasının önemsizliği gibi.
Roman’daki Üslup, Biçim
ve İçerik:
Tatar Çölü kendi içinde bir kaç kez
mükemmeldir. Yaşam felsefesi açısından yukarıdaki noktalar bazında mükemmeldir.
Estetik açıdan mükemmeldir; kendini süslü olarak gösteren tek bir cümle
bulunmamaktadır. Ama bütün cümleler bir fener alayına gider gibi ihtişamlıdır.
Okur, ancak roman bittiğinde kendini bir romanda değil, bir fener alayında
bulunmuş olduğunu anlar. Buzattinin cümleleri oldukça yalındır, “geldi”,
“gitti” gibi. Cümlelerini süsleyen şey herbirine giydirilen yukarıda sözü
edilen simgesel değerlerdir. O yüzden, dürbün tüm roman boyunca ve hatta
bitmesine yakın bir anda bile hala sadece bir alet gibi dururken roman sonunda
umudu temsil eden bir simgeye dönüşür.
Tatar Çölü’nde tema, kurgu, karakterler,
mekânsal ve toplumsal boyut, üslup ve artistik özellikler öylesine iç içe
geçmiştir ki bunları birbirinden ayırmak imkânsızdır. Bu imkânsızlık ancak ve
ancak tek bir yerde görülebilir, yaşamın kendisinde. İşte Buzatti yaşamın
kendisinde olanı yazabilmiştir. Yaşam yalındır, Tatar Çölü de yalındır. Yaşam
canlıdır Tatar Çölü de canlıdır. Yaşam (gerçeklik) ile insan düşüncesi
arasındaki kapatılamaz bir ontolojik boşluk olduğunu öne süren realist felsefe
Buzatti’nin cümlelerinde yok olur. Yaşamın kendisinin insan zihninin eseri,
sonucu ve belirleyeni olduğunu iddia eden idealist felsefe de yok olur
Buzatti’nin Çöl’ünde.
Tatar Çölü’nde, zaman hem geriye hem de
ileriye işler; bu anlamda roman hem eşsüremli hem de art süremlidir; Roman, din
kitabı olmayı taklit eder gibidir. Fakat emir veren, tavsiyede bulunan bir din
kitabı değildir. Sadece betimleyen bir kitaptır. Buzatti, bir anlamda
tanrısızlaşan insanın ipuçlarını da verir; modern insanın dinsizliğini, çünkü,
eserde (yaşamda) yargılar değil, sadece olaylar ve betimlemeler vardır. Doğru
ve yanlışın olmadığı yerde, iyi ve kötü de olmaz. Bunların olmadığı yerde
Tanrıya zaten ihtiyaç yoktur. Buna rağmen eser (yaşam) hiçlik iddia eden bir
eser değildir; nihilist değildir Buzatti. Tam tersi yaşamdan yanadır.
Sonuç:
Tatar Çölü, kaderi sorgular, varoluşu
sorgular. Sadece ve sadece metafizikteki kozmoloji ve ontoloji yazınında
görülebilecek bir zaman-dışılık sorgulamasına sahiptir. Önceyi sonraya, sonrayı
önceye getirir. Okuyucu (yaşayan insan) olayları kronolojik zamana göre izler
(yaşar). Kronolojik zaman öncesizliğin ve sonrasızlığın arasında yalnızca kısa
bir duraklama işaretidir. İşte biz insan türü bu duraklamayı hayatın, varlığın,
yokluğun ve tüm mekânın kendisi varsayarız.
Tatar Çölü bir anlamda modernliğin dinleri
ve inancı bittirdiğini söyler gibidir. Yeni Çağ, eskinin bütün simgeleri ve
değerlerini süpürüp çöplüğe atmıştır ve toplumu çölleşmiştir. Buzatti çöl ile
modernliğin kuraklaştırıcı etkisini simgelerken, modernliğin daha başlamadan
kendini bitiren bir uygarlık olduğunu ima eder.
Ercan Dansuk