Şiir, Edebiyat, Kültür, Sanat

6 Mart 2014 Perşembe

Türk ve Dünya Edebiyatında İnziva ve Melânkolinin Kodları


Giriş

Edebiyat tarihinde yeni bir edebî akımın doğmasına, gelişip bütün dünyayı etkilemesine varan süreçte önemli dönüm noktaları vardır.Örneğin, klasik dönemin bitişi ve bu akıma özgü “realizm” in, yerini modernist arayışlara bıraktığı 18.yüzyıl Sartre ve Barthes gibi yazarlar tarafından, yeni bir dönemin başlangıcı olarak kabul edilir.

Klasizmin sona ermesi, aydınlanma felsefesi, Fransız devrimi, sanayi devrimiyle başlayan gelenekten kopma, nesnelliği değil aklı ve insanı öznel kılan, dini değerleri geri planda bırakan modernizm akımı ve sonrasında romantizmle birlikte toplumları alt üst eden burjuvazinin tarih sahnesine çıkışıyla yaşanan sınıfsal çekişmeler böyle bir derdi olmayan ve toplumsal değişimin hızı karşısında şaşıran şair ve yazarlarda ruhsal bir sarsıntı yaratmıştır. Bir yanda örf, adet,  gelenekler ve değerler, diğer yanda sanayileşmeyle gelen mekanik bir düzen. İki zıt dalganın ortasında kendini sıkıştırılmış gibi hisseden, tereddüde düşen, duygularını dışa vuramayan, umutsuzluk, kötümserlik, uyum sağlamakta zorluk çekilen yeni sosyal hayat tarzı,  hiç kuşku yok ki şair ve yazarları önce yalnız kalıp kendi içine kapanmaya, ardından ıstırablarını içine akıtarak melânkoliye sürüklemiştir.

Prof.Dr. Hayrani Altıntaş “İnsan ve Psikoloji” isimli kitabında ‘melânkoli’yi şöyle tanımlıyor: “Bu hâl derin ve devamlı üzüntüden ibarettir. Kötümserlik her şeyi her yandan kaplar, ferdin bütün hareketleri bıkkınlık eseri olarak gözükür; dudaklar konuşmaz, alın kırışıklıklardan sanki oyulmuş gibidir, sesi çoğu defa işitilmez haldedir. Her şey eleme vesile olur; en basit olaylar en kötü şekilde tecelli eder, hatta en güzel anlar bile üzülmek için bahane olur; hasta korkunç bir şekilde iyi şeylerde kötülükler bulur.

Yaşama zevki hüzünlü kimsenin ilk infialidir. Onun için, her şeye ilgisizdir, hatta kendi acısına bile. Her sabah, yeni başlayan bir üzüntü kaynağıdır; yok olmak onun en büyük isteğidir. İradesizlik ve güçsüzlük şüphesiz her yanını kaplamıştır, en belirgin hususiyeti aldırışsız ve ilgisiz oluşudur. Daha bir sürü psikolojik fenomenler buna eklenir, her şey onun için önemsiz olduğundan hüzünlü kimse bu kayıtsızlıktan kendini kusurlu görür. Hüzünlü kimse veya melânkolik, daima kendine musallat olmuş yakışıksız fikirlerle doludur. Sık sık kendini vicdan azabı ve suçlulukla mahkûm eder. Bu hastalığa tutulan ferd, kendini durmadan en kötü şeylerle suçlar. Manen şiddetli ve merhametsiz acılar çeker. Sabit ve yeknesak bir işkenceye tutulmuş gibidir. Zihni bütün faaliyetlerini bu vicdan azabı ve suçluluk üzerine teksif etmiştir. Bundan başka bir şey de düşünemez olduğu an yemek yemez, hareketsiz kalır. Ferdde organik bozukluklar görülmeye başlar, iştahı yoktur, sindirimi bozuktur, peklik vardır. Çok ciddi hallerde yemek zorla yedirilir. Hasta vicdan azabıyla dolu olduğundan bazen kendini cezalandırmak ister; intihara kadar varabilecek şekilde kendini cezalandırmaya kalkar.”(1)

Nitekim bu hâl Batıda Lautreamont, Nerval, Novalis gibi şairlerde intihar, İngiliz şairler Keats ve Shelley’de genç yaşta ölüm olarak tezahür etmiştir. Melânkolinin pençesindeki İtalyan şair Leopardi ise inzivaya çekilerek yalnızlığı tercih etmiştir. Yalnızlık, boşluk, yokluk ve hiçlik duyguları arasında gidip gelen Chateaubriand ve Lamartine'de içe kapanmışlardır. Dönemin önemli isimlerinden olan Rimbaud “Cehennem’de Bir Mevsim” i yazdıktan sonra gördüğü kayıtsızlık karşısında Fransa’yı terk edip Afrika’ya yerleşmiş ve artık şiir üzerine tek bir kelime bile konuşmamıştır. Şairlerin dışında Çaykovski toplumdan uzaklaşmış, Schumann da intiharı tercih etmiş iki önemli müzisyendir.  Yine ressam Van Gogh’da melânkolik yaşamını intiharla sonlandıran sanatçılardandır.

İnzivaya çekilen melânkoliklerden birisi de Hölderlin’dir. Kopuk aile bağlarına eşinin vefatı da eklenince düştüğü boşluk onu bunalımlı bir hayata sürüklemiştir. Ruhsal tedavi görmesine rağmen iyileşememiş, kitaplarını okuyan bir marangozun bakımını üstlenmesinden sonra ölümüne kadar kendisine verilen odanın dışına çıkmamış, yanında kaldığı ailenin dışında hiç kimseyle konuşmamıştır.

Batıda inzivayı tercih eden yazarlar arasında hakkında en çok konuşulan bir başka isim de J.D. Salinger’dir. Salinger’in ruhsal yapısının katıldığı II.Dünya savaşından sonra çöktüğü görüşü yaygındır.. 1951 de yayımladığı “Çavdar Tarlasında Çocuklar” isimli kitapla tanınmasına rağmen ünlenmek ve bilinmek istemeyen yazar nihayetinde inzivaya çekilmeyi, ölümüne kadar inzivada kalmayı tercih etmiştir.

Aynı Dönemde Türk Edebiyatında Melânkolikler ve İnziva

Klasizmden sonraki dönemde Batıya paralel olarak Türk edebiyatında inziva’nın izleri Servet-i Fünûn ve onları izleyen Fecr-i Ati topluluğunda görülür. Servet-i Fünûncuların ortak özelliği Avrupa’da tahsil görmeleri, memleketin batılılaşmayı tercih etmesiyle yükseleceğine olan inançlarıdır. Bu sebeple okudukları batılı şair ve yazarlardan etkilenerek “sanat sanat içindir” anlayışına göre yazmışlardır.  Siyasi olaylar tüm dünyayı etkisi altına almasına rağmen o devirde devleti, onun siyasetini eleştirmek, vatan, hürriyet, istiklâl, inkılâp gibi kavramlar üzerinde durmak yasaklanmış olduğundan yazdıkları metinlere melânkolik duygular dâhil olmuş, solgun çiçeklerden, sararıp savrulmuş yapraklar ve sarı renkten hoşlanmışlar, gözlerini bu renkle dinlendirmişlerdir. Yeşil yapraktan çok sonbahar, seherden çok akşamın sarı ufku, aydınlıktan çok gölge, ateşli bir dudaktan ziyade veremli bir kadın göğsü Servet-i Fünûncular tarafından da benimsenmiş, tıpkı Batıdaki melânkolikler gibi kimsesizlik ve inziva, hastalığı ve ölümü temsil renkler, karanlık mevzular onların ortak sanat çizgilerini oluşturmuştur. Tevfik Fikret, Cenap Şahabettin, Halit Ziya Uşaklıgil, Süleyman Nazif, Mehmet Rauf, Hüseyin Cahit Yalçın tarafından yürütülen bu akım, kendilerini Fecr-i Ati’ciler olarak tanımlayan Ahmet Haşim, Refik Halid ve hiçbir gruba katılmadan yazmayı tercih eden Hüseyin Rahmi Gürpınar, Ahmet Mithat ve Ahmet Rasim gibi şair ve yazarlar tarafından sürdürülmüştür.

Burada yeri gelmişken şöyle bir tespitte bulunmakta fayda vardır. Batılı şair ve yazarları bunalıma sürükleyen, onların tercih ettikleri yalnızlık, inziva, intihar gibi eylemlerle sonuçlanan melânkolik hayatlarıyla, Türk edebiyatında inzivayı tercih eden şairler arasında varoluşu ve dini değerleri algılayıştaki farklılıklar, İslâm kültüründeki tasavvuf düşüncesiyle açıklanabilir.

2009 yılında Mardin’de düzenlenen Hilmi Yavuz Akademik Sempozyumunda “Nerval'den Hilmi Yavuz'a 'Kara Güneş' İmgesi” başlıklı bildirisinde Doç. Dr. Abdulhalim Aydın konuyu şöyle açıklar: “Batı’da melânkoli XIX. yüzyıla kadar türlü görünümleriyle kişileştirilmiştir (personnifié). Modern şiire geçişle beraber melânkoli de modern halini almış, yani kişileştirmeden arındırılmıştır (dépersonnifié). Kavram bu haliyle huzursuzluğu, sevgisizliği, uyumsuzluğu beraberinde getiren bir olumsuzlama ve bir kopuşta ifadesini bulur. Bu kopuş, kişinin varoluşuyla ilgilidir. Bulunduğu yere ve hatta kendi kendine yabancılaşma hâli kopuşu, ayrılığı yaratır. “Kendine yabancılaşma, kişinin kendi üzerine uyguladığı bir şiddettir; bir auto-agression durumudur. Hem kurbanı hem celladı olmuştur kendinin.”(Metting, 2009;7)

Melânkolinin belirleyici niteliklerinden biri de “kayıp nesne” peşine düşüştür.(Mion, 2009;4) Melânkoliğin kişisizleşmesi, kayıp nesneyi bulma adına yaptığı yolculukta onunla bütünleşme, birleşme, onun lehine uyguladığı auto-agression sayesinde öznenin (Ben’in) kendini silmesi, yok etmesi biçiminde görünür. Ne de olsa öznenin ideal bir model haline getirdiği kayıp nesne tüm çabalarına rağmen ulaşılmazdır. Böyle olunca melânkolik kendi kendini inkâr eder. Ben, “hiç”le (le néant) özdeşleşir. Bu durum, tasavvuftaki “Enel-Hak” mertebesiyle bir koşutluk gibi görünse de aralarında derin ayrılıklar var. Melânkolideki Ben’in ölümü/öldürülmesi bir dünya nimeti olan kayıp nesneyi yeniden elde etme adına gerçekleştiriliyor. Oysa tasavvufta “Enel-Hak”la gerçekleşen Ben’in(özne, nefis) ölümü, yeryüzü nimetlerine sırtını dönerek aşkın (transcendantal, müteal) varlık olan Mutlak Varlık’la buluşma amacına yöneliktir. Ayrılık bununla da sınırlı değil. Melânkoliğin bu dünyaya, görüngü dünyasına ait Ben’inin yok oluşu yine bu duyulur dünyaya ait bir başka varlık içindir. Dolayısıyla görüngü dünyasının sınırlarını aşamadığı için hem kayıp nesne hem de yaptığı yolculuk (süluk, initiation) içkindir (immanent, mündemiç). Tasavvuftaki “seyr-i süluk” ise, içinde bulunduğu Alem-i Şühud’u aşar; varlığın bir başka boyutuna geçer. Böylece salikin yolculuğu aşkındır (transcendantal, müteal).

Melânkolik, yolculuğunda kayıp olanı bulmak için bir takım enstrümanlara başvurur. Hep firar halinde olan bu nesne gizemli, beklenmedik ve rastlantısaldır. Adeta kapkara esvap içinde yalnız gözleri parlayan bir varlık gibidir. Sanatçının onu elde etmesi sembol ve imajlarla mümkündür. Gösterge ile gösterileni, görüngü ile gerçekliği, yani var oluşun derinliklerine ulaşmak için görüngüsel anlamla gizlenmiş gerçek anlamı bir arada vermekle olur. Bir bakıma bu, “kesretten vahdete” gidişin melânkolik düzlemde imajlarla ifadesi gibi algılanabilir. Bu algı, Batı’nın melankolisiyle Doğu’nun Tasavvufunu bir kez daha antagonizmin iki yakasına yerleştirir. Çünkü Batı’nın gerçeklik arayışı neoplatonizm veya panteizmle bulanmıştır; ya da başka bir deyişle evren adına Tanrıyı inkâr edip duyulur dünyadan (görüngü, fenomen dünyası) idealar dünyasına geçişle sona erer. İslam Tasavvufunda ise, salikin seyr-i süluk yolculuğu Allah adına evreni inkâr edip Vücud-ü Mutlak’a erişmesiyle son bulur. Aynı bağdaşmazlık gerçeklik algısında da karşımıza çıkar. Modern batılı sanatçının algısı ancak başka koşullara bağlı olarak gerçekleşebilir; yani görelidir (izafi, relatif). Böylece sıradan, gündelik olandan, fenomenaldan ideal modeli çekip ortaya koymaya çalışır. Mutasavvıfın güzellik estetiği ise, kaynağını duyulur dünyadan almadığı için saltıktır (mutlak, absolu). Melânkoliğin kayıp nesneden yola çıkarak ürettiği güzellik ve gerçeklik estetiğinin kaynağı ise, melânkoli kavramının alabileceği tüm olumsuzlaştırıcı ve karartıcı anlam ve çağrışım katmanlarıyla kötülüktür, şerdir, karadır, topyekûn bir marazi haldir.(2)

Günümüz Türk Edebiyatından Örnek Bir İsim: Nuri Pakdil

Nuri Pakdil günümüzde yaşayan; inzivaya çekilmeyi tercih eden en önemli şair, yazar ve düşünürdür. 1934 yılında Kahramanmaraş’da doğan Pakdil, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi mezunudur. 1969 yılında kurduğu ve 1984 tarihine kadar çıkardığı, adı kendisiyle özdeşleşecek olan Edebiyat Dergisi, Türk edebiyatında ekol olmuştur.

Nuri Pakdil’e göre “yazmak: uzun bir yürüyüşe başlamaktır.” İnsanlığa varıştır. Savaş ve ışıktır. Sözcüklerle direnmek, zulme başkaldırmaktır. Çocukluk ve gençlik yıllarında gelişen yazma tutkusunu vefat eden annesiyle konuşmaya, bu durumu o dönemde hüznü örten bir tür geçici mutluluğa benzetir. Sabahın erken saatlerini ve dinginliği sever. Çünkü onun sabah düşleri maviyle boyalıdır. Yazmak istediği zaman sessiz mekânlara geçmeyi tercih eder. Çünkü durağan nesnelere bakarak yazmak düşüncelerini âdeta fışkırtır, içinde ilerici, devrimci, hüseynî bir ezgiye dönüşür.(3)

Pakdil; temel felsefesini insan emeğinin kutsallığı, egemenliği üzerine kurmuştur. Kudüs onun ruhunun derinliklerinde kapanmayan bir misyonun yarasıdır. Pakdil’e göre; “Kudüs sevilmeden insanlığa girilemez. Kudüs’ü savunmak gerçek bağımsızlığı savunmaktır.” Ve adeta onun için “Kudüssüz ve İstanbulsuz aşk yoktur.”

“Kurcalayıcı bakışı, soyadına uygun dili, ince ince yontulmuş üslubu, dünyayı göğüsleyişinde ki acılı ama umutlu yoğunluğuyla özel bir yazardır. Açık ya da örtük, istenmiş ya da istenmemiş bir kılavuzluk konumu var. Denemeleri, oyunları, günlüğü, çevirileriyle topyekûn bir ustalık. Bir atımlığına parlamış, söyleyeceğini söyleyerek çekilmiş, kalem kırmış bir yazar olarak görmemeliyiz Nuri Pakdil'i. Susmuşsa söyleyeceği kalmadığından değil besbelli. Kirlenen, gitgide kirlenen bir ortamın dışında durarak paklığını koruma çabası bu. Belki de kültürel bağlamda erozyonun hızlandığı bir dönemde geri çekilmeyi tek doğru çözüm yolu saymış seyrek ermişlerden birisidir şüphesiz.”(4)

“Kültürel bağlamda erozyonun hızlandığı bir dönemde geri çekilmeyi tek doğru çözüm saymış seyrek ermişlerden biri olan Nuri Pakdil, Doğu” diye inleyecek kadar Doğu tutkunudur; ancak Batı’ya da sonuna kadar açıktır. Paris’ten yeni geldiğini belirten bir dostunu “Paris’i gören göz öpülmez mi?” diye karşıladığı söylenir. Herkesin 15 dakikalığına şöhret olduğu şu tuhaf dünyada, 70′ini aştığı halde bugüne kadar ne bir gazeteye, dergiye röportaj verir, ne de herhangi bir televizyon programına çıkar.

Hakiki bir münzevidir. Bekârlığı kendisine yakıştıran becerikli seçkin insanlardan biridir.
Bazen Ankara’da Kuğulu Park’ta kuşlara yem atarken görüldüğü, paradan tiksindiği için para taşımadığı, taşımak zorunda kaldığında da paraya dokunmadığı; Felluce bombalanırken de sessizce ağladığı rivayet edilir.”

“Nuri Pakdil’de üslup, duruş, tavır çok önemlidir. Çünkü, ‘ her dağın bir duruşu vardır’. Zaman zaman biçimi özden de önde tutan bir duruş…Pakdil Ortadoğu ile bütünleşmiş gibidir. Eline bir gazete alacak olsa, gazetede didik didik “Ortadoğu”, “Kudüs” kelimelerini arar, yolda bir arkadaşını görse ‘Nasılsın?’ der gibi ‘Kudüs nasıl bugün?’ der. Atasoy Müftüoğlu’na göre Nuri Pakdil, ‘Büyük bir entelektüel direnişçi’dir. Hep sorgulayan bir bilince sahiptir. Tutarlı bir hayat, düşünce ve edebiyat tarzının, bütünlüklü bir hayat ve edebiyat anlayışının, inandığı değerlerle uyumlu bir hayat pratiğinin sahibidir. Tarihin bilinçli, aşklı, tutkulu, öfkeli, hınçlı sorumlu tanığıdır.

Kimsenin “adamı” olmayan, hiçbir şekilde çıkar peşinde koşmayan, yalnızlığı bir hayat biçimine dönüştüren, aykırı bir kişiliktir. Zor beğeniler ve zor seçimlerin adamı olan, ama kalabalıkların adamı olmayan Nuri Pakdil, yol arkadaşlarıyla yollarını ayırarak, kendi başına varolmayı tercih eder.

Edebiyat Kulesi’nde: “Susmak da konuşmak kadar önemlidir bazen.” diye bir anekdot düşen Pakdil, daha sonra 13 yıl boyunca aralıksız susmayı tercih eder. Birçok sıkıntıya göğüs gererek çıkardığı Edebiyat Dergisini “Beşinci dönemin 111 ayı boyunca hiç olmayan ‘ara’ aksama bu 1984 yılında tam dört kez oldu.  Şimdi bu sayıyı Edebiyat’ın Mayıs 1984, Haziran 1984, Kasım 1984 ve Aralık 1984 sayılarının tümü için çıkarıyorum. İçinde bulunduğum koşullarda, ancak böyle tamamlayabiliyorum 1984′ü” diyerek sona erdirir. ” (5)

28 Şubat 1997′de Edebiyat Dergisi Yayınları’ndan çıkardığı “Sükût Sûretinde” isimli kitabıyla yalnızca yazıdaki suskunluğunu bozan Nuri Pakdil’in inzivasının şifresini tek kelimeyle “bilmek” olarak özetlemek mümkündür. Çünkü bilmek erdemli bir sorumluluktur. Bilmek; bilinen, işitilen her şeyin ötesini sezmek, duyumsamak, gerçeği bütün yalınlığıyla görmek ve bilmenin sorumluluğunu en derinden hissetmektir.

“Dilimin döndüğü kadar sustum” diyen Nuri Pakdil’in tercih ettiği inziva, bilmenin sorumluluğuyla başlayan bir sükûttur ve aslında işte bu yüzden:

“Sükût suretinde
Çok koyu düşer ses.”


Kaynaklar:
1-İnsan ve Psikoloji, Hayrani Altıntaş
2-Nerval'den Hilmi Yavuz'a 'Kara Güneş' İmgesi” , Doç. Dr. Abdulhalim Aydın
3-Bir Yazarın Notları I, Nuri Pakdil
4-Klas Bir Duruş: Nuri Pakdil, E. Fatih Bilge
5-Her Dağın Bir Duruşu Vardır, Sıddık Akbayır

Hiç yorum yok: