Giriş
Edebiyat tarihinde yeni bir edebî
akımın doğmasına, gelişip bütün dünyayı etkilemesine varan süreçte önemli dönüm
noktaları vardır.Örneğin, klasik dönemin bitişi ve bu akıma özgü “realizm” in, yerini modernist arayışlara bıraktığı 18.yüzyıl Sartre ve Barthes gibi yazarlar tarafından, yeni bir dönemin başlangıcı olarak kabul edilir.
Klasizmin sona ermesi,
aydınlanma felsefesi, Fransız devrimi, sanayi devrimiyle başlayan gelenekten kopma,
nesnelliği değil aklı ve insanı öznel kılan, dini değerleri geri planda bırakan
modernizm akımı ve sonrasında romantizmle birlikte toplumları alt üst eden
burjuvazinin tarih sahnesine çıkışıyla yaşanan sınıfsal çekişmeler böyle bir
derdi olmayan ve toplumsal değişimin hızı karşısında şaşıran şair ve yazarlarda
ruhsal bir sarsıntı yaratmıştır. Bir yanda örf, adet, gelenekler ve değerler, diğer yanda
sanayileşmeyle gelen mekanik bir düzen. İki zıt dalganın ortasında kendini
sıkıştırılmış gibi hisseden, tereddüde düşen, duygularını dışa vuramayan, umutsuzluk,
kötümserlik, uyum sağlamakta zorluk çekilen yeni sosyal hayat tarzı, hiç kuşku yok ki şair ve yazarları önce yalnız
kalıp kendi içine kapanmaya, ardından ıstırablarını içine akıtarak melânkoliye
sürüklemiştir.
Prof.Dr. Hayrani Altıntaş
“İnsan ve Psikoloji” isimli kitabında ‘melânkoli’yi şöyle tanımlıyor: “Bu hâl
derin ve devamlı üzüntüden ibarettir.
Kötümserlik her şeyi her yandan kaplar, ferdin
bütün hareketleri bıkkınlık eseri olarak gözükür; dudaklar konuşmaz, alın
kırışıklıklardan sanki oyulmuş gibidir, sesi çoğu defa işitilmez haldedir. Her
şey eleme vesile olur; en basit olaylar en kötü şekilde tecelli eder, hatta en
güzel anlar bile üzülmek için bahane olur; hasta korkunç bir şekilde iyi şeylerde
kötülükler bulur.
Yaşama zevki hüzünlü kimsenin
ilk infialidir. Onun için, her şeye ilgisizdir, hatta kendi acısına bile. Her
sabah, yeni başlayan bir üzüntü kaynağıdır; yok olmak onun en büyük isteğidir.
İradesizlik ve güçsüzlük şüphesiz her yanını kaplamıştır, en belirgin
hususiyeti aldırışsız ve ilgisiz oluşudur. Daha bir sürü psikolojik fenomenler
buna eklenir, her şey onun için önemsiz olduğundan hüzünlü kimse bu
kayıtsızlıktan kendini kusurlu görür. Hüzünlü kimse veya melânkolik, daima
kendine musallat olmuş yakışıksız fikirlerle doludur. Sık sık kendini vicdan
azabı ve suçlulukla mahkûm eder. Bu hastalığa tutulan ferd, kendini durmadan en
kötü şeylerle suçlar. Manen şiddetli ve merhametsiz acılar çeker. Sabit ve
yeknesak bir işkenceye tutulmuş gibidir. Zihni bütün faaliyetlerini bu vicdan
azabı ve suçluluk üzerine teksif etmiştir. Bundan başka bir şey de düşünemez
olduğu an yemek yemez, hareketsiz kalır. Ferdde organik bozukluklar görülmeye
başlar, iştahı yoktur, sindirimi bozuktur, peklik vardır. Çok ciddi hallerde
yemek zorla yedirilir. Hasta vicdan azabıyla dolu olduğundan bazen kendini
cezalandırmak ister; intihara kadar varabilecek şekilde kendini cezalandırmaya kalkar.”(1)
Nitekim bu hâl Batıda Lautreamont,
Nerval, Novalis gibi şairlerde intihar, İngiliz şairler Keats ve Shelley’de genç yaşta ölüm
olarak tezahür etmiştir. Melânkolinin pençesindeki İtalyan şair Leopardi ise inzivaya
çekilerek yalnızlığı tercih etmiştir. Yalnızlık, boşluk, yokluk ve hiçlik
duyguları arasında gidip gelen Chateaubriand ve
Lamartine'de içe kapanmışlardır. Dönemin önemli isimlerinden olan
Rimbaud “Cehennem’de Bir Mevsim” i yazdıktan sonra gördüğü kayıtsızlık
karşısında Fransa’yı terk edip Afrika’ya yerleşmiş ve artık şiir üzerine tek
bir kelime bile konuşmamıştır. Şairlerin dışında Çaykovski toplumdan
uzaklaşmış, Schumann da intiharı tercih etmiş iki önemli müzisyendir. Yine ressam Van Gogh’da melânkolik yaşamını
intiharla sonlandıran sanatçılardandır.
İnzivaya çekilen melânkoliklerden
birisi de Hölderlin’dir. Kopuk aile bağlarına eşinin vefatı da eklenince
düştüğü boşluk onu bunalımlı bir hayata sürüklemiştir. Ruhsal tedavi görmesine
rağmen iyileşememiş, kitaplarını okuyan bir marangozun bakımını üstlenmesinden
sonra ölümüne kadar kendisine verilen odanın dışına çıkmamış, yanında kaldığı
ailenin dışında hiç kimseyle konuşmamıştır.
Batıda inzivayı tercih eden
yazarlar arasında hakkında en çok konuşulan bir başka isim de J.D. Salinger’dir. Salinger’in ruhsal yapısının
katıldığı II.Dünya savaşından sonra çöktüğü görüşü yaygındır.. 1951 de
yayımladığı “Çavdar Tarlasında Çocuklar” isimli kitapla tanınmasına
rağmen ünlenmek ve bilinmek istemeyen yazar nihayetinde inzivaya çekilmeyi,
ölümüne kadar inzivada kalmayı tercih etmiştir.
Aynı Dönemde Türk Edebiyatında Melânkolikler ve İnziva
Klasizmden sonraki dönemde Batıya
paralel olarak Türk edebiyatında inziva’nın izleri Servet-i Fünûn ve onları
izleyen Fecr-i Ati topluluğunda görülür. Servet-i Fünûncuların ortak özelliği
Avrupa’da tahsil görmeleri, memleketin batılılaşmayı tercih etmesiyle yükseleceğine
olan inançlarıdır. Bu sebeple okudukları batılı şair ve yazarlardan etkilenerek
“sanat sanat içindir” anlayışına göre yazmışlardır. Siyasi olaylar tüm dünyayı etkisi altına almasına
rağmen o devirde devleti, onun siyasetini eleştirmek, vatan, hürriyet,
istiklâl, inkılâp gibi kavramlar üzerinde durmak yasaklanmış olduğundan
yazdıkları metinlere melânkolik duygular dâhil olmuş, solgun çiçeklerden, sararıp
savrulmuş yapraklar ve sarı renkten hoşlanmışlar, gözlerini bu renkle
dinlendirmişlerdir. Yeşil yapraktan çok sonbahar, seherden çok akşamın sarı
ufku, aydınlıktan çok gölge, ateşli bir dudaktan ziyade veremli bir kadın göğsü
Servet-i Fünûncular tarafından da benimsenmiş, tıpkı Batıdaki melânkolikler
gibi kimsesizlik ve inziva, hastalığı ve ölümü temsil renkler, karanlık
mevzular onların ortak sanat çizgilerini oluşturmuştur. Tevfik Fikret, Cenap
Şahabettin, Halit Ziya Uşaklıgil, Süleyman Nazif, Mehmet Rauf, Hüseyin Cahit
Yalçın tarafından yürütülen bu akım, kendilerini Fecr-i Ati’ciler olarak
tanımlayan Ahmet Haşim, Refik Halid ve hiçbir gruba katılmadan yazmayı tercih eden Hüseyin Rahmi Gürpınar, Ahmet Mithat ve
Ahmet Rasim gibi şair ve yazarlar tarafından sürdürülmüştür.
Burada yeri gelmişken şöyle
bir tespitte bulunmakta fayda vardır. Batılı şair ve yazarları bunalıma
sürükleyen, onların tercih ettikleri yalnızlık, inziva, intihar gibi eylemlerle
sonuçlanan melânkolik hayatlarıyla, Türk edebiyatında inzivayı tercih eden
şairler arasında varoluşu ve dini değerleri algılayıştaki farklılıklar, İslâm
kültüründeki tasavvuf düşüncesiyle açıklanabilir.
2009 yılında Mardin’de
düzenlenen Hilmi Yavuz Akademik Sempozyumunda “Nerval'den Hilmi Yavuz'a 'Kara
Güneş' İmgesi” başlıklı bildirisinde Doç. Dr. Abdulhalim Aydın konuyu şöyle
açıklar: “Batı’da melânkoli XIX. yüzyıla kadar türlü görünümleriyle
kişileştirilmiştir (personnifié). Modern şiire geçişle beraber melânkoli de
modern halini almış, yani kişileştirmeden arındırılmıştır (dépersonnifié).
Kavram bu haliyle huzursuzluğu, sevgisizliği, uyumsuzluğu beraberinde getiren
bir olumsuzlama ve bir kopuşta ifadesini bulur. Bu kopuş, kişinin varoluşuyla
ilgilidir. Bulunduğu yere ve hatta kendi kendine yabancılaşma hâli kopuşu,
ayrılığı yaratır. “Kendine yabancılaşma, kişinin kendi üzerine uyguladığı bir
şiddettir; bir auto-agression durumudur. Hem kurbanı hem celladı olmuştur
kendinin.”(Metting, 2009;7)
Melânkolinin belirleyici
niteliklerinden biri de “kayıp nesne” peşine düşüştür.(Mion, 2009;4) Melânkoliğin
kişisizleşmesi, kayıp nesneyi bulma adına yaptığı yolculukta onunla bütünleşme,
birleşme, onun lehine uyguladığı auto-agression sayesinde öznenin (Ben’in)
kendini silmesi, yok etmesi biçiminde görünür. Ne de olsa öznenin ideal bir
model haline getirdiği kayıp nesne tüm çabalarına rağmen ulaşılmazdır. Böyle
olunca melânkolik kendi kendini inkâr eder. Ben, “hiç”le (le néant) özdeşleşir.
Bu durum, tasavvuftaki “Enel-Hak” mertebesiyle bir koşutluk gibi görünse de
aralarında derin ayrılıklar var. Melânkolideki Ben’in ölümü/öldürülmesi bir
dünya nimeti olan kayıp nesneyi yeniden elde etme adına gerçekleştiriliyor.
Oysa tasavvufta “Enel-Hak”la gerçekleşen Ben’in(özne, nefis) ölümü, yeryüzü
nimetlerine sırtını dönerek aşkın (transcendantal, müteal) varlık olan Mutlak
Varlık’la buluşma amacına yöneliktir. Ayrılık bununla da sınırlı değil. Melânkoliğin
bu dünyaya, görüngü dünyasına ait Ben’inin yok oluşu yine bu duyulur dünyaya
ait bir başka varlık içindir. Dolayısıyla görüngü dünyasının sınırlarını
aşamadığı için hem kayıp nesne hem de yaptığı yolculuk (süluk, initiation)
içkindir (immanent, mündemiç). Tasavvuftaki “seyr-i süluk” ise, içinde
bulunduğu Alem-i Şühud’u aşar; varlığın bir başka boyutuna geçer. Böylece
salikin yolculuğu aşkındır (transcendantal, müteal).
Melânkolik, yolculuğunda kayıp
olanı bulmak için bir takım enstrümanlara başvurur. Hep firar halinde olan bu
nesne gizemli, beklenmedik ve rastlantısaldır. Adeta kapkara esvap içinde
yalnız gözleri parlayan bir varlık gibidir. Sanatçının onu elde etmesi sembol
ve imajlarla mümkündür. Gösterge ile gösterileni, görüngü ile gerçekliği, yani
var oluşun derinliklerine ulaşmak için görüngüsel anlamla gizlenmiş gerçek
anlamı bir arada vermekle olur. Bir bakıma bu, “kesretten vahdete” gidişin melânkolik
düzlemde imajlarla ifadesi gibi algılanabilir. Bu algı, Batı’nın melankolisiyle
Doğu’nun Tasavvufunu bir kez daha antagonizmin iki yakasına yerleştirir. Çünkü
Batı’nın gerçeklik arayışı neoplatonizm veya panteizmle bulanmıştır; ya da
başka bir deyişle evren adına Tanrıyı inkâr edip duyulur dünyadan (görüngü,
fenomen dünyası) idealar dünyasına geçişle sona erer. İslam Tasavvufunda ise,
salikin seyr-i süluk yolculuğu Allah adına evreni inkâr edip Vücud-ü Mutlak’a
erişmesiyle son bulur. Aynı bağdaşmazlık gerçeklik algısında da karşımıza
çıkar. Modern batılı sanatçının algısı ancak başka koşullara bağlı olarak
gerçekleşebilir; yani görelidir (izafi, relatif). Böylece sıradan, gündelik
olandan, fenomenaldan ideal modeli çekip ortaya koymaya çalışır. Mutasavvıfın güzellik
estetiği ise, kaynağını duyulur dünyadan almadığı için saltıktır (mutlak,
absolu). Melânkoliğin kayıp nesneden yola çıkarak ürettiği güzellik ve
gerçeklik estetiğinin kaynağı ise, melânkoli kavramının alabileceği tüm
olumsuzlaştırıcı ve karartıcı anlam ve çağrışım katmanlarıyla kötülüktür,
şerdir, karadır, topyekûn bir marazi haldir.(2)
Günümüz Türk Edebiyatından Örnek Bir İsim: Nuri Pakdil
Nuri Pakdil günümüzde yaşayan;
inzivaya çekilmeyi tercih eden en önemli şair, yazar ve düşünürdür. 1934 yılında
Kahramanmaraş’da doğan Pakdil, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi mezunudur.
1969 yılında kurduğu ve 1984 tarihine kadar çıkardığı, adı kendisiyle
özdeşleşecek olan Edebiyat Dergisi, Türk edebiyatında ekol olmuştur.
Nuri Pakdil’e göre “yazmak: uzun
bir yürüyüşe başlamaktır.” İnsanlığa varıştır. Savaş ve ışıktır. Sözcüklerle
direnmek, zulme başkaldırmaktır. Çocukluk ve gençlik yıllarında gelişen yazma
tutkusunu vefat eden annesiyle konuşmaya, bu durumu o dönemde hüznü örten bir
tür geçici mutluluğa benzetir. Sabahın erken saatlerini ve dinginliği sever. Çünkü
onun sabah düşleri maviyle boyalıdır. Yazmak istediği zaman sessiz mekânlara
geçmeyi tercih eder. Çünkü durağan nesnelere bakarak yazmak düşüncelerini âdeta
fışkırtır, içinde ilerici, devrimci, hüseynî bir ezgiye dönüşür.(3)
Pakdil; temel felsefesini
insan emeğinin kutsallığı, egemenliği üzerine kurmuştur. Kudüs onun ruhunun
derinliklerinde kapanmayan bir misyonun yarasıdır. Pakdil’e göre; “Kudüs
sevilmeden insanlığa girilemez. Kudüs’ü savunmak gerçek bağımsızlığı
savunmaktır.” Ve adeta onun için “Kudüssüz ve İstanbulsuz aşk yoktur.”
“Kurcalayıcı
bakışı, soyadına uygun dili, ince ince yontulmuş üslubu, dünyayı göğüsleyişinde
ki acılı ama umutlu yoğunluğuyla özel bir yazardır. Açık ya da örtük, istenmiş
ya da istenmemiş bir kılavuzluk konumu var. Denemeleri, oyunları, günlüğü,
çevirileriyle topyekûn bir ustalık. Bir atımlığına parlamış, söyleyeceğini
söyleyerek çekilmiş, kalem kırmış bir yazar olarak görmemeliyiz Nuri Pakdil'i.
Susmuşsa söyleyeceği kalmadığından değil besbelli. Kirlenen, gitgide kirlenen
bir ortamın dışında durarak paklığını koruma çabası bu. Belki de kültürel
bağlamda erozyonun hızlandığı bir dönemde geri çekilmeyi tek doğru çözüm yolu
saymış seyrek ermişlerden birisidir şüphesiz.”(4)
“Kültürel
bağlamda erozyonun hızlandığı bir dönemde geri çekilmeyi tek doğru çözüm saymış
seyrek ermişlerden biri olan Nuri Pakdil, Doğu” diye inleyecek kadar Doğu
tutkunudur; ancak Batı’ya da sonuna kadar açıktır. Paris’ten yeni geldiğini
belirten bir dostunu “Paris’i gören göz öpülmez mi?” diye karşıladığı söylenir.
Herkesin 15 dakikalığına şöhret olduğu şu tuhaf dünyada, 70′ini aştığı halde
bugüne kadar ne bir gazeteye, dergiye röportaj verir, ne de herhangi bir
televizyon programına çıkar.
Hakiki bir münzevidir. Bekârlığı kendisine yakıştıran becerikli seçkin insanlardan biridir.
Bazen Ankara’da Kuğulu Park’ta kuşlara yem atarken görüldüğü, paradan tiksindiği için para taşımadığı, taşımak zorunda kaldığında da paraya dokunmadığı; Felluce bombalanırken de sessizce ağladığı rivayet edilir.”
“Nuri
Pakdil’de üslup, duruş, tavır çok önemlidir. Çünkü, ‘ her dağın bir duruşu
vardır’. Zaman zaman biçimi özden de önde tutan bir duruş…Pakdil Ortadoğu ile
bütünleşmiş gibidir. Eline bir gazete alacak olsa, gazetede didik didik
“Ortadoğu”, “Kudüs” kelimelerini arar, yolda bir arkadaşını görse ‘Nasılsın?’
der gibi ‘Kudüs nasıl bugün?’ der. Atasoy Müftüoğlu’na göre Nuri Pakdil, ‘Büyük
bir entelektüel direnişçi’dir. Hep sorgulayan bir bilince sahiptir. Tutarlı bir
hayat, düşünce ve edebiyat tarzının, bütünlüklü bir hayat ve edebiyat
anlayışının, inandığı değerlerle uyumlu bir hayat pratiğinin sahibidir. Tarihin
bilinçli, aşklı, tutkulu, öfkeli, hınçlı sorumlu tanığıdır.
Kimsenin “adamı” olmayan, hiçbir şekilde çıkar peşinde koşmayan, yalnızlığı bir hayat biçimine dönüştüren, aykırı bir kişiliktir. Zor beğeniler ve zor seçimlerin adamı olan, ama kalabalıkların adamı olmayan Nuri Pakdil, yol arkadaşlarıyla yollarını ayırarak, kendi başına varolmayı tercih eder.
Edebiyat Kulesi’nde: “Susmak
da konuşmak kadar önemlidir bazen.” diye bir anekdot düşen Pakdil, daha sonra
13 yıl boyunca aralıksız susmayı tercih eder. Birçok sıkıntıya göğüs gererek
çıkardığı Edebiyat Dergisini “Beşinci dönemin 111 ayı boyunca hiç olmayan ‘ara’
aksama bu 1984 yılında tam dört kez oldu. Şimdi bu sayıyı Edebiyat’ın
Mayıs 1984, Haziran 1984, Kasım 1984 ve Aralık 1984 sayılarının tümü için
çıkarıyorum. İçinde bulunduğum koşullarda, ancak böyle tamamlayabiliyorum
1984′ü” diyerek sona erdirir. ” (5)
28 Şubat 1997′de Edebiyat
Dergisi Yayınları’ndan çıkardığı “Sükût Sûretinde” isimli kitabıyla yalnızca yazıdaki
suskunluğunu bozan Nuri Pakdil’in inzivasının şifresini tek kelimeyle “bilmek”
olarak özetlemek mümkündür. Çünkü bilmek erdemli bir sorumluluktur. Bilmek; bilinen,
işitilen her şeyin ötesini sezmek, duyumsamak, gerçeği bütün yalınlığıyla görmek
ve bilmenin sorumluluğunu en derinden hissetmektir.
“Dilimin döndüğü kadar sustum” diyen Nuri Pakdil’in
tercih ettiği inziva, bilmenin sorumluluğuyla başlayan bir sükûttur ve aslında işte
bu yüzden:
“Sükût suretinde
Çok koyu düşer ses.”
Kaynaklar:
1-İnsan
ve Psikoloji, Hayrani Altıntaş
2-Nerval'den
Hilmi Yavuz'a 'Kara Güneş' İmgesi” , Doç. Dr. Abdulhalim Aydın
3-Bir
Yazarın Notları I, Nuri Pakdil
4-Klas
Bir Duruş: Nuri Pakdil, E. Fatih Bilge
5-Her Dağın Bir Duruşu Vardır, Sıddık Akbayır
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder