Sevgili
ülkemizde birçok sorunun çözümü anlamındaki gelişmeler hep “hüsranla”
sonuçlanır, “Kürt Sorunu” da böyledir. Zira Türkiye’de iki şey gerçek anlamda
eksiktir:
1-Kitlelerin
bütün taleplerini, kitlelerle birlikte kucaklayabilecek ve bu talepler uğruna
insanları örgütleyebilecek, harekete geçirebilecek gerçek bir “demokrat” parti.
2-Ve
insanların hemen her konuyu; hiçbir şekilde hiç kimseden korkmadan
tartışabilecekleri bir ortam; yani tam ve kesintisiz bir demokrasi. Bu iki
“şey” olmayınca ne, neler oluyor? Hem insanlar “sokak kültürüne”, kahvehane
muhabbetine ve belki bundan daha da önemli; savaş çığırtkanlığı yapmaktan başka
marifeti olmayan medya saldırısına teslim oluyorlar hem de düşüncelerini ifade
ederken, edecekken bir yığın yasakla karşılaşıyorlar. O zaman da işte; hiçbir
beyinsel tutarlılığı olmayan çoğu da saçma sapan bir yığın “görüş” ve “görüş
sahipleri” yani “uzmanlar” ortaya çıkıyor. Bir bakıyorsunuz; sokakta ya da
kahvede konuşan adamla, televizyon ekranlarında konuşan “uzmanlar” arasında
seviye anlamında hiçbir fark kalmamış. Bir ülkede sıradan insanla “eğitimli”
insan aynı şeyleri söylüyorsa; o toplumun olayları kavrayışı, algılama düzeyi,
politik duruşu vb. şeyler anlamında son derece “ciddi” endişeler var demektir.
En önemlisi de bu durumu kullanan birilerinin “iktidar” olabilme imkânıdır. Ve
bu da ülkedeki bütün kurumların etkilenmesi demektir ki; bu yazının asıl ekseni
olan demokrasi meselesi daha yaşanmadan, yaşanamadan “kadük” olur. Böyle bir
gelişmede baştan söylediğim gibi bizi hiçbir konuda gerçek anlamda çözüme
götürmez.”Geldim” dersiniz, “Tamam, oldu artık” dersiniz; ama bir de bakarsınız
aynı yerde debelenip duruyorsunuz. Zira toplum; olayları yasaksız tartışamadığı
ve konuşamadığı için kimin hangi “taraf”ta olduğu bile belli değildir. Yaşanan
sanki bir kör dövüşüdür ve her kafadan bir ses çıkar.
Tam
da bu noktada söylenmesi gerekiyor:
Özellikle
de AB tartışmalarının ve “Kürt sorunu”yla ilgili “atışmaların” öne çıktığı şu
son yıllarda insan için, insanlık için hayati önemi olan bir takım kavramların
içi boşaldı.
“Sol”
nedir? “Sol bakış” deyince ne anlamalıyız? Kimlere “yurtsever” derler.
Ve
kimler “biz” deyince ne anlarlar, anlatırlar? Belli değil artık.
Diyelim
ki AB’ye karşıyım; şimdi ben “solcu” muyum, yoksa “sağcı” mıyım? Bu sorunun
yanıtı bile net değildir.
Ülkemizde
kendisine “sol” diyen “solcu” diyen partiler yok mu? Var elbette. Ama Bu
örgütlenmelerin başını çeken arkadaşlar hemen biliniyor, eski yılların franksiyon
liderleri. Ve bu insanların kimileri “milliyetçi” bir söylem içinde, kimileri
de; son derece radikal ve hatta “Ortodoks” bir sosyalizmin peşinde. Birileri de
etnik bir grubun ardılı konumuna gelmiş gibi… Oysa bu ülkenin, kırk yıl
öncesinin tartışmalarından arınmış, o senelerin çok da sağlıklı olmadığı bugün
artık daha iyi anlaşılan “grupçu” önderlerini dışlamış, yeni insanlara ve o
“yurtsever” insanlardan oluşacak “demokrat” bir partiye gereksinimi var. Bu
parti öylesine bir yapı yaratmalıdır ki; halkın bütün iyi niyetli ve muhalif
unsurlarını tek bir çatı içerisinde yer alabilsin. Ancak bundan sonra “sıradan
insanlar” sıradanlıktan kurtulabilir ve söyledikleri toplumsal sarmal içinde
ciddiye alınabilir. Bu da bütün ülkeye yayılan geniş bir demokrasi ağıyla
gerçekleşebilir bence.
Böyle
demek elbette; ”yüz çiçek açsın yüz fikir tartışsın” demek değil. İki “fikir”
bana da yeter, toplumun geneline de.
Hadi
üç “fikir” olsun, ama daha fazla değil. Öyle değil mi?
Öyle
elbette; ama şunun da bilinmesi gerekiyor.
Demokrasi
denilen şey; öyle ruh çağırır gibi “gel” denilince gelecek bir şey mi?
Hiç
sanmıyorum.
Bir
ülkenin kişi başına düşen milli geliri; on beş bin dolaylarında ve asgari
ücreti de en az 1500 dolar gibi değilse, orada demokrasiden söz etmek en
“hafif” anlamıyla aymazlıktır. Zaten bu “imkân” bizim ülkemizde yaşayan etnik
kökeni ne olursa olsun, hangi bölgede yaşıyor olursa olsun; her insanımıza
sağlanabilseydi; şimdi başka şeyleri konuşuyor olacaktık.
Şunu
söylemiyorum:
“Kürt
sorunu” sadece ekonomik merkezli bir olaydır.
Tek
etken elbette bu değil. Demokratik talepler var, belki birilerinin
“bağımsızlık” gibi bir niyetleri var, ama; şu kaçınılmaz gerçek ki;
paranın (yani milli gelirin) adil
dağıtıldığı bir ülkemiz olsaydı, olabilseydi mutlaka şimdikinden daha açık ve
berrak insanlar olacaktık ve işte o zaman ülkemizin bütün sorunlarını kimseden
çekinmeden, korkmadan tartışıyor olacaktık.
İlk
gençlik yıllarımda hemen her tartışmada “taraf” olurdum; ama nedendir
bilemiyorum; (aslında bilmiyorum galiba) yaşamımda ilk kez AB ve “Kürt sorunu”
konularında kendimi orada ya da burada görmedim.
Hayatı
izliyorum, gazetelerde yazılanlara bakıyorum, medya ulemalarına kimi zaman
şaşırarak ve hatta iğrenerek bakıyorum…
Ve
şu sonuca vardım artık:
Bu
ülkenin aydınlarının çok büyük bir kısmı bana hiçbir anlamda güven vermiyor.
Ve
bizler belki de daha uzun bir süre, “çözüm…çözüm” deyip duracağız ama galiba
“Godot” yine gelmeyecek.
Pek
sanmıyorum ama umarım ben yanılırım!
Son
olarak bir not düşmek istiyorum:
“Kürt
sorunu” yalnızca “sol” un ve “solcu”ların meselesi değildir, Bu bir “Ulusal
sorun”dur her şeyden önce. “Ulusal sorunlar” da gelişkin bir demokrat iklim
içinde çözüme ulaşır. Demokrasi de söylemeye gerek yok; toplumun tamamı için
gereklidir.
Yazının
başında sözü edilen gerçek bir “demokrat” parti ne yapacaktır o zaman?
Adına
“Kürt sorunu” denilen karmaşanın bütün bileşenlerini ortaya çıkaracak ve her
“bileşen” in içinde tarihsel olarak var olan anlamları bulacak ve toplumun
çoğunluğu tarafından kabul görecek bir “çözüm”ü halk içerisinde tartışmaya
açacaktır.
Bu
yeterli midir? Başlangıç
olarak “evet” ve elbette yeterlidir.
Bu
yapılabilirse gerçek çözüm arkadan gelecektir.
Metin
Güven
Kendimle
Konuşmalar
Onaltıkırkbeş
2009 Sayı: 28