Benim adım Mahmut. Konu komşu arasında “Cinli Mahmut”
diyorlar, ama aldırmıyorum. Sorun yok. Gülüp geçiyorum ardımdan söylenen
laflara. Komşuları dinlerseniz bende büyü varmış. Oturduğum küçük yalıyı cin
tayfası istila etmiş aylardır. Periler beni esir almış, kendilerine köle
yapmışlar, elimi avucumu yiyip içiyorlarmış. Bu gidişle delirmem, aklımı
yitirmem yakınmış. Mahallede herkes yaklaşan sonumdan korkuyormuş. Tez vakitte nefesi kuvvetli bir hocaya gitmezsem, evim barkım yanıp küle dönecekmiş maazallah.
Başıma gelenler hayra alamet değilmiş. Falanmış, filanmış. Yok efendim daha
neler neler. Saymakla bitmez. Gerisini boş verin. Saymaya devam edersem mevzunun
aslına gelemeyiz mahallede kaynayan bu dedikodu furyasını konuşmaktan.
Bakıyorum da meraklandınız. Hatta birazcık siz de
korktunuz, ürperdiniz galiba. Hissettim. Nasıl mı? Korkunun müziği öyle bir
müziktir ki içinizde çalmaya başladığında ruhunuzun havasını değiştiren notalar,
topallayan zamanın atlarını şaha kaldırır, sizi, bilinçaltında gömülü bir fobinin
pençesine götürüp teslim etmekten zevk alırlar çünkü. Korkmayın efendim
korkmayın. Rahat olun. Ben gayet normal, sağlıklı bir insanım. Azıcık felsefe
yaptım o kadar. Evet, itiraf etmeliyim başlangıçta sizden hiçbir farkım
yoktu. Yalan değil, korkmuştum vallahi. Endişelenmiştim. Sonra alıştım.
Doğrudur. Peri padişahının kızı aylardır evimde misafir olarak kalıyordu ve ben
onunla aynı mekânı paylaşmaktan çok mutluydum. Bitmesini hiç istemediğim bir
masalın içinde yüzüyordum âdeta. Durun efendim. Komşular gibi yüzünüzü asmayın
hemen. Müsaade buyurun. Sabırlı olursanız her şeyi tâ en başından itibaren öğreneceksiniz
zaten.
Bekârım. Çalışmıyorum. Ailemden miras kalan dükkânların
kirasıyla geçiniyorum. Zihinsel melekelerim yerinde. Aklım her şeye eriyor
çok şükür. Sadece biraz safım. Bu yaşımda çocuk ruhluyum. Saflığım ondan. Huyum
bu. Gerçek şu ki iyiyi de, kötüyü de bilirim. Yerine göre herkes kadar
deliyim, herkes kadar akıllı. Üstelik hayatı kurnaz bir sürüngen gibi
yaşamaktansa gözü açılmadık masûm bir kedi olarak sürdürmeye de
kararlıyım.
Çocukken büyükannem bahçedeki kerevete oturur, ay ışığına
bakarak masallar anlatırdı. Bıkmadan dinlerdim onu. Düşler kurar, seslenirdim
ay ışığına: “Ay dede, ay dede! Peri kızlarının en güzelini gönder bana.” Âh!
Büyümek nedir bilmezdim. Benim düşlerim şapkasından tavşan yerine ateş böceği
çıkaran sihirbazın gösterisine benzerdi. Uçuktu. Zaman günlerin
terkisinde akıp geçerken, çocukluk bu ya, ben, ay ışığını gecenin doğurduğu
peri kızlarının tılsımı sanıyordum hâlâ.
Düşlerime tutkuyla bağlanmamın sebebi onlardır. Bu yüzdendir benim peri kızlarını sevişim. Onlara özlemim. Sahi, özlemi ve tutkuyu canlı tutan, besleyen yakıt nedir bilir misiniz? Yokluktur. Olanaksızlıktır. Arzulanan hakikatin içinde gördüğümüz seraptır. Bu bir yanılsama değil, yokluğun ortaya çıkardığı susuzluğu kovalamaktır. Düşlerinize inanmalısınız. Gerçeğin kilidini çevirecek anahtar düşlerdedir, siz yeter ki onlara inanın. İnanmaktan asla vazgeçmeyin. Ben bunu bilir, bunu söylerim.
Her neyse işte. Yine felsefeye daldık, asıl meseleyi
unuttuk. Felsefeyi geçelim şimdi. Doğrudur. Evimde bir peri kızıyla yaşıyordum.
Altı ay olacaktı neredeyse. Ondan hiçbir şikâyetim yoktu. Onunla aynı çatı
altında yemekten, içmekten, uyumaktan, konuşmaktan mutluydum. Eve geldiğinden
birkaç gün sonra hayatımı düzene sokmuştu. Pasaklının tekiydim ben. Dağınık.
Darmadağınık bir pasaklı hem de. Yemek, ev işleri, temizlik, çamaşır, ütüden
anlamam. Gündelik kullandığım giysilerimi bile ertesi gün nereye, hangi dolaba
koyduğumu bulmakta güçlük çekerim. Arada bir çağırdığım gündelikçi kadın
olmasaydı evin içinde kendimi bile kaybedebilirdim. Pes. Bu kadar da olmaz yani
diyeceksiniz. Oluyordu işte. İzabel ile tanışıncaya değin böyle sürüyordu
hayat.
Uzatmayım. Her şey; iyice eprimiş, lime lime dökülen
perdeleri, eskiciden aldığım perdelerle değiştirmek fikriyle başladı. Fiyatını
ucuz bulunca taksitle almıştım perdeleri. Yıkansın, temizlensin diye gündelikçi
kadına tembih etmiştim. Perdeler yıkandı, camlara asıldı pırıl pırıl. Güzel de
olmuştu. Yakışmıştı pencerelere. Bir sabah gündelikçi kadın metal bir süs kelebeği
tutuşturdu elime. Perdeleri kuru temizlemeciye göndermeden evvel kontrol
ederken bulmuş kelebeği. Evirip çevirdim. Değersiz göründü gözüme. Atacaktım.
Antikacı bir arkadaşım var. Ona göstereyim
düşüncesi ağır basınca vazgeçtim. Karşıya geçerken uğradım sonra. Ne var ne yok
faslını geçince kelebeği gösterdim. Aldı. İnceledi. Işığa tuttu. Nerden
bulduğumu sordu. Anlattım perde hikâyesini. “Metali kaplama gibi duruyor,”
dedi. “Altında başka bir şey var sanki ve o şey her neyse üstteki metalle
sırlanmış” diye sürdürdü konuşmasını. Hani arabaların camlarına çekilen koyu
cam kılıfları olur ya. Öyle bir işlem yapılmış kelebeğe. Temizleyip,
parlatmasını istedim. “Bir saat sonra uğra, hallederiz” dedi.
Kelebeği akşama doğru aldım. Kaplamayı alttaki metala zarar
vermeden özel bir kimyasal karışımla erittiğini söyledi antikacı. Kelebek
gümüşten yapılmış. Baktım. Işıl ışıl parlıyordu. Eve geldim. Bir öpücük
kondurup sofadaki perdeye taktım kelebeği. Oturup fındık, fıstık atıştırdım
televizyonun karşısında. Ender geldi. Mahalleden yakın arkadaşım. Çiğdem
çitleyerek maç özetlerini izledik Brezilya liginden. Ender’in tatlı krizi
tuttu. Mutfakta etrafa döke saça puding yaptı üşenmeden. Geç olmuştu. Ortalık
darmadağınıktı yine. Ender gitti. Vurup kafayı yattım ben de.
Sabah geç kalktım. Mutfağa indim. Anaaa! Ne görsem
beğenirsiniz? Dün geceki dağınıklıktan eser yoktu. Her yer temizlenmiş, silinip
süprülmüş, derlenip toplanmıştı. Odaları dolandım, salona, üst kata göz
gezdirdim. Evde benden başka kimse yoktu. Rüya mı görüyorum dedim kendime
kendime. Ev bir gecede bayağı bi’değişmişti. Şaşırmış, meraklanmıştım elbette,
ama Ender arayınca olanları unuttum. Kahveye takıldık gün boyunca. Ertesi gün
ve onu takip eden diğer günlerde evdeki gariplik sürünce bir şeyler olduğunu
anladım. Akşamları Ender’le dağıttığımız evi sabah toparlanmış buluyordum. Bir
gece uyumadım. Uyumuş numarası yaptım. Gece yarısına doğru kalkıp bir av köpeği
gibi sessizce merdivenlerden sofaya indim. İzabel oradaydı. Pencereden
yıldızlara bakıyordu. Tuttum kolundan. Kim olduğunu, eve nasıl girdiğini
sordum. Babasıyla anlaşamayan kötü cinlerin yaptığı büyüden sonra gövdesinin
gümüş bir kelebeğe dönüştüğünü, kelebeğin üzerinin sırlandığını, büyünün
dünyevî ömürlü bir insanoğlunun gümüş kafese dudaklarıyla dokunması hâlinde
bozulacak şekilde düzenlendiğini anlattı bir bir. Tıpkı büyükannemi dinler gibi
dinledim İzabel’i. “Madem büyü bozuldu niçin gitmedin” dedim. “Büyü çift kat
yapılmış” diye yanıtladı. “Birinci büyüyü kim bozarsa onun kölesi olarak
yaşamımı sürdürmem gövdemdeki ikinci büyüydü. Beni azat etmezsen gündüz
kelebek, gece peri kızı şekline bürünmeye mecburum. Başka türlü senin evinden uçup
gidemem.”
Böyle başladı İzabel ile ilişkimiz. Birkaç ay kimseye
bahsetmedim. Sadece Ender’e şakayla karışık söylemiştim kahvede. Evin temizliği,
buzdolabındaki yemekler, jilet gibi ütülü gömlekler, derli toplu görüntüm
Ender’i meraklandırmıştı. Israrlı sorularını: “Evde üç aydır bir peri kızı
yaşıyor oğlum” diyerek geçirmiştim. Demez olaydım. Ender yememiş içmemiş,
mahallede önüne gelene benim eve perilerin, cinlerin yerleştiği haberini
yaymış. Dedikodular alıp başını gidince Ender’le arkadaşlığımı sonlandırdım
tabiî. Komşularla görüşmeyi kestim. Eve kapanmıştım iyice. Çok zorunlu
olmadıkça çıkmıyordum dış dünyaya. Düşlerim gerçekleşmişti nihayet. İzabel’le
sabahlara kadar geçirdiğim vakitlerden mutluydum. Onu dinlemekten, onunla
konuşmaktan huzur duyuyordum. Ne mi anlatıyordu? Detaylara girmeyim şimdi. Siz,
sır saklamak nedir bilir misiniz? Ben biliyorum artık. Bırakın da onlar bende
kalsın olur mu?
Buraya getirilmeden önce azat ettim İzabel’i. Direndim
kapıya dayananlara. Başka seçeneğim kalmayınca çaresiz, azat ettim o’nu. Süzülüp
gitti çamların arasından. El salladı uzun uzun. Sonra ay ışığına karışarak
kayboldu. Bakmayın öyle tuhaf tuhaf. Anlattıklarım düş değil, hepsi gerçek.
Yeminle söylüyorum gerçek. Hakkımdaki yakıştırmaların tamamı Ender’in, mahalle
halkının uydurması. Ben deli değilim. Yoksa bana inanmıyor musunuz doktor bey?
Doktor gülümsedi. “Yoruldunuz, şimdilik bu kadar yeterli”
dedikten sonra ekledi: “Burada yapılması gereken tetkikleriniz bitince tekrar
görüşürüz olur mu?”
Zile bastı. Mahmut iki görevlinin denetiminde koğuşuna götürülmek
üzere dışarı çıkarıldı. “Ben deli değilim” diye tekrarlıyordu yürürken. “Ben
deli değilim!”
Doktor ise bir yandan hasta dosyasını düzenliyor, diğer
yandan: “Periymiş, kelebekmiş, adı da İzabel’miş, ne hikâye ama” diye mırıldanıyordu
kendi kendine. Dosyayı tamamlayınca “Hasta Muayene Forum Kâğıdı”nda hastalık
öyküsünün yazıldığı “Tanı” alanına “Şizofreni” yazdı kısaca. Sonra dosyayı
kapattı. Sessizce çıkıp gitti odasından.
Fatih Yavuz Çiçek
Mühür Edebiyat Dergisi, Temmuz 2015, Sayı:59
Mühür Edebiyat Dergisi, Temmuz 2015, Sayı:59
2 yorum:
Çok güzel bir hikayeydi cok duygulandim.Bencede deli değil Mahmut :(
En iyi finaller okurun zihninde yazılıyor sanırım. Teşekkür ederim Berika. İyilikle kalınız.
Yorum Gönder