“Saçlarımı boyatacağım”
dediğinde: “Kızıl on numaradır, dene istersen, sana yakışacaktır” demiştim. Hafta
sonuydu. “Ben hazırım, hadi Aygül’e gidelim” deyince evden çıktık. Otuz yıllık
eşimle gencecik sevgililer gibi elele tutuşarak yürüdük. Ne de olsa “eski zaman âşığı”yız. Diyorum ki: “Aşkın
özü, âşığın kalbindeki güzelliktedir. İstiridyenin içine aldığı kum tanesini
sedefle kaplayarak inciye dönüştürmesi nasıl bir mucizeyse, sevgilinin gönül
tahtında paha biçilmez bir mücevhere dönüştürülen güzellik de tıpkı odur.”
Tabelasında “Magic Hair” yazan bayan kuaförüne
gelince, kuaförün girişinde asılı duran boncuklu
kapı askılığını aralayıp: “Merhaba, müsait misiniz?” dedik. Aygül okuduğu
kitaptan başını kaldırdı ve her zaman yaptığı gibi neş’eli bir tavırla değil de
yüzünde kış güneşini andıran soluk bir gülümsemeyle: “Hoş geldiniz. Elbette, müsaitiz”
dedi.
Ayaküstü hatırını sordum. Kaçamak
yanıtlar verince: “Ben içerde durmayayım” dedim. “Siz işinize bakın.” Çıkıyordum,
gözüm masanın üzerine bıraktığı kitaba takıldı. Duraladım. Ne okuduğunu
kapağından bildim. “Ölmeye Yatmak.” Ben önermiştim. Sözümü dinlemiş. Sevindim.
“Bitirince diğer kitaplarını da okumak isteyeceksin” diyecektim ki lafı
ağzımdan aldı. “Önerin için teşekkür ederim amca. Okumaya başlayınca elimden
bırakamadım. Bitirmek üzereyim. Yazarın öbür kitaplarını da merak ediyorum”
dedi. “Kitabı bitirince Reşat’la gönderirsin. Ben de sana yenisini yollarım”
diyecek oldum. Gözlerini kaçırdı. “Olur, bakarız amca” dedi. Keyifsizdi.
Üstelemedim. Eşime: “İşin bitince ararsın. Akşam yemeğini dışarıda yeriz” diyerek
kuaförden ayrıldım.
Kuaförün sahibi Reşat çocukluğumun
geçtiği mahallede kapı komşumuzun en küçük oğluydu. Kuaförü yıllardır eşiyle
birlikte işletiyordu işletmesine de, nasıl işletiyordu? Yatıp kalkıp eşine dua
etsin derler hani. Öyleydi. Kuaförün her işini, girdisini çıktısını bile kadıncağız
takip ediyor, dükkânı handiyse tek başına çekip çeviriyordu. Aygül on
parmağında on marifetli denecek kadar becerikli olmasa kuaför çoktan kapanmıştı
belki de. Reşat ise av meraklısıydı. Evlendikten sonra kuaförün çalışma
düzenini Aygül’e bırakmış, haftanın üç günü ekmek teknesine uğruyorsa, geri kalanında
elinde av tüfeği, sık sık dağlara vuruyordu kendini. “Ortalıkta görünmediğine
bakılırsa gene ava gitmiş olmalı. Bu çocuk akıllanmayacak” dedim içimden.
Yürüdüm. Ayaklarım sanki yol bilgisayarlı araçlar gibi beni
mezun olduğum lisenin önündeki parka götürdü. Sırtımı güneşe verip banklardan
birine oturdum. Sonbahar bitmek üzereydi. Pastırma yazı son demlerini sürüyordu.
Başımı kaldırıp okulun görünümü hiç değişmeden duran dış cephesine, taş
duvarlarına baktım. “Nerdeyse kırk yıl
olmuş. Zamanı biz mi yaşadık. Yoksa zaman mı bizi yaşadı anlayamadım” diye
söylendim.
Bizler zamanın aktığını, zamanın eskidiğini düşünürüz de
zamanın sabit olabileceğini, gerçekte zamanın içinde eskiyenin kendi yaşamımız
olduğunu nedense hiç düşünmeyiz. Bana yaşamaktan sorsalar, yaşamak kimi zaman
çok yıllık meyveler gibi olgunlaştıkça tatlanıyor derim. Oysa tecrübeyle sabit
ki evrende sonu olan her şey acı. Ayrılıklar acı. Gurbette yaşamak acı. Kendine
odaklı insanların arasında, ölü zamanlar diliminde kaybolmak acı. Victor Hugo’nun “Kırk yaş gençliğin ihtiyarlığı, elli yaş yaşlılığın gençliğidir” özdeyişini
anımsıyorum da yaşlılık döneminin finaliyse
güz günlerinin tükenişi gibi hüzünlü ve bir o kadar da görkemli.
Farkındayım. Ömrümün yaz’ı bitti. Eskilerin tabiriyle
gençlik bir kuş misali tenden uçup gitti. Ufak tefek hastalıklar, merdiven inip
çıkarken kesilen nefesler, uzun mesafeli yürüyüşlerde gözlemlenen yorgunluk
nöbetleri gövdemde çok yakın bir zamanda esmeye başlayacak sert rüzgârların
yakınlaştığının işaretini vermekte. Kuzey havasıdır bu. Yaklaşan fırtına,
ihtiyarlığın yelkenlerini her geçen gün biraz daha kusursuzca şişiren ölümün
cömert poyrazının habercisidir âdeta.
Daha geçenlerde yolda karşılaştığım eski bi’arkadaşım: “Maşallah hiç değişmemişsin” demişti. Başka ne diyecekti. “Seni bi’ayağı çukurda gördüm oğlum, yediğine içtiğine dikkat et, dikkat” diyerek moralimi bozacak hâli yoktu ya. Doğrusu, arkadaşımın sözleri gönlümü okşamıştı okşamasına da realist düşünmek gerekirse insanoğlu yıldız kayması gibiydi. Zamanın içinde kaydıkça ışıltısının rengi değişiyordu. Biz de değişmiştik. Ten mülkümüzde her şey mucizevî bir kabuk değişim sürecinden geçmiş, gergin derimiz pörsüyerek eskimeye yüz tutmuştu. Kim bilir, etrafımızı giderek daha sıkı sıkıya saran sessizliğin örtüsüydü belki de bizi böyle eskiten. Eskimek! Sahi nedir eskimek? “Köşeye çekilmek, kendisinden yeni bir şey beklenemeyecek hâle” gelmek midir?
Eskiyen bir bünyede yaşamın özü değişmez, bunu kendimden biliyorum ama bizi ayakta tutan gövdemizin özü yavaş yavaş geri çekilmeye başladıkça, kökümüzü besleyen yeraltı nehirleri en sonunda kurumanın eşiğine gelip dayanacak galiba. Bu gerçeği göz ardı etmiyorum. Bir kere o nehrin kuruma süreciyle yüzleşildiği andan itibaren yıpranmamak, eskimemek adına ne yaparsak yapalım fayda da etmeyecektir. O eşikte artık bir ağaç gibidir ruhumuz. Yaprakları bir yandan ana gövdeye tutunmaya çabalayan, diğer yandan belli belirsiz sararmanın kaçınılmaz eşiğinde rüzgârla tangoya hazırlanan yaşlı bir ağaç.
Gözümü kapattım. Eşikte önce safran sarısına boyanmış hayat ağacımı gördüm. Sonra üstüne kiremit tozu serpilmiş gibi tüm yapraklarımın kızıllaştığını, rüzgârın başlattığı tangoyla savruluşumu ve döküldüğü yerde ağır ağır çürüyen yapraklarımın adına yeryüzü denilmiş sahneden çekildiğini gördüm.
Sonra kışı gördüm. Ömrümün mülkünde kar vardı. Soğuktu. Çıplak
bir ağaç gibi korumasız, tek başımaydım yeryüzünde.
Telefonum çalıyordu. Gözlerimi araladım. Arayan eşimdi.
Telefonu açtım. “Kuaförde işim bitti” diyordu. Orada beklemesini tembih ettim.
Bir saat kadar önce yürüdüğüm yoldan aynı güzergâhı takip ederek kuaförün önüne
geldim. Kapıda eşimle vedalaşan Aygül’e, Reşat’ı sordum. Mahcup, çekingen: “Ne
sen sor, ne ben söyleyim amca. Hâlimizi yengem anlatır” dedi.
Cüzdanımı çıkarıp avucuna iki yüz lira sıkıştırdım.
Meraklanmıştım. Reşat’a bir şey mi olmuştu? Köşeyi dönünce: “Hayrola” dedim
eşime. “Aygül çok keyifsizdi. Dertleri neymiş?”
“Boşanmışlar” dedi eşim. “Araları bozukmuş. Kuaför Aygül’ün
üstüneydi. Reşat buranın mülkiyetini satacağım, boşalt diye ikide bir tehdit
ediyormuş. Üzülüyor kızcağız.” Sustum. “Durup dururken hangi sebeple
boşanmışlar” diye sormadım. Merak karanlık bir deliktir. Soruları çoğaltır.
Ayrılmışlar işte. Sormak, ayrılığın içyüzünü kurcalamak neyi değiştirir. Sadece
sonsuz aşkta her şey koşulsuz vermek içindir. Gerisi boş. İnsan ilişkileri,
dostluklar, sevdalar hepsi yapay, hepsi yüzeyselleşiyor muydu ne? İnsan, şu
omurgası kırılmış yüzyılda derinliğini yitirdikçe ruhunun çoraklaştığının ne
zaman farkına varacaktı? Eşimin yüzüne baktım. “Hayrola” deme sırası ondaydı.
“Hayrola, beğenmedin mi?” sorusuna karşılık: “Az evvel”
dedim. “Az evvel, seni beklerken oturduğum parkta kendimi yaprakları
kızıllaşmış bir ağaç gibi hissettim.” Güldü. Saçlarını okşadım. Okşamak, sevecen
bir ilaçtır. Ruhtaki tesiri ışık hızındadır. “Kızıl, on numara olmuş. Kızıl,
kadınlara daha çok yakışıyor” dedim.
Koluma girdi. Gelinlikçilerin, çiçekçilerin, kuaför
salonlarının bulunduğu alanı geçerek sokağı ana caddeye bağlayan dörtyol
ağzındaki yokuştan aşağıya indik. Caddenin girişinde duraksadı. “Çantam” dedi.
“Çantamı kuaförde unuttum.” Geri döndük. Yokuşu tırmanırken dörtyol ağzındaki
sapakta Reşat’ın elinde tüfekle kuaförlerin bulunduğu sokağa yürüdüğünü gördük.
Eşimle birbirimize baktık. Bu endişeli bakışları iyi tanırım.
Ne düşündüğünü bir çırpıda anlamıştım. Aynı anda ikimiz birden: “Eyvah!” dedik.
Yokuş yukarı, Reşat’a doğru paldır küldür koşmaya başladık.
fy
Mavi Yeşil, Kültür Sanat Edebiyat Dergisi, Yıl: 2016 Sayı: 98
fy
Mavi Yeşil, Kültür Sanat Edebiyat Dergisi, Yıl: 2016 Sayı: 98
7 yorum:
Muhteşem bir öykü... Garip bir hüzün çöktü içime...
Okuyarak kattığınız değer için teşekkür ederim.
İyilikle, selamlar.
Bir hikayenin ortasındaymışım gibi hissettim. Sanki başını ve sonunu yazmamışsınız...
Öykünün finalini ucu açık kurgulamıştım. Ki ucu açık finalleri seviyorum. Öykünün sonunu okurun düşgücüne bıraktım da diyebilirim aslında. "Ne düşündüğünü bir çırpıda anlamıştım" cümlesini okuyan okur, öyküdeki yaşlı çifti o anda endişeye sevkeden duyguyu yakalayamıyorsa sorun ya öyküyü yazanın anlatım dilindedir ya da okurun final algısında.
Yaşlı çiftin Reşat'ı elinde av tüfeği ile kuaförlerin bulunduğu sokağa girerken gördükleri anın anlatıldığı yerde okur Reşat'la Aygül'ün boşandığı, aralarının bozuk olduğu, Reşat'ın Aygül'ü dükkanı boşaltması için tehdit ettiği bilgilerini anımsamalı.Reşat elinde tüfekle yürüyorsa niyetinin neler olabileceğini düş dünyasında canlandırabilmeli.
Boşandığını eşini tehdit eden Reşat Aygül'ü tüfekle sindirmeye, korkutmaya geliyor olabilir. Boşanmış eşler arasında yaşanacak bir tartışmanın sonunda cinayet olasılığı bile olabilir. Malum, ülkemizde kadın cinayetlerine ilişkin hergün yeni bir haber okuyoruz. Cinnet geçiren eşler, sudan sebeplerle eşlerini öldüren eriller manşetlerden düşmüyor.
Yaşlı çift belki de o yüzden endişeleniyor ve finalde Reşat'a doğru paldır küldür koşmaya başlıyorlar. Hatta Reşat'ın, kendisini engellemeye çalışan yaşlı çifte zarar verecek kadar gözü dönmüş olma ihtimalini bile düşünebiriz orada. Yaşlı çiftin Reşat'la Aygül'ü barıştırdıklarını da düşünebiriz. Herşey olabilir. Yani okur ne düşünüyorsa final o...
Okuyarak kattığınız değer için teşekkür ederim.
İyilikle, selamlar.
Dediklerinizi düşündüm. Ben bir de, yaşlı çiftin yokuş yukarı çok da fazla koşamayacağını, birinden birine bir şey olabileceğini düşündüm:-)
"Yokuş", kelimesini ve panikle koşmaya başlamalarını buna bağladım. Sonuçta benim baş rolüm yaşlı çiftti, olay oradan kurgulanır gibi geldi.:-)
İyilikler,
Türkçe'de "can havliye" diye tabir edilen bir deyim vardır. İnsanlar endişeye kapıldıklarında çoğu zaman yaşlarıyla pek uyuşmayan ve kendilerinden beklenmeyen tepkiler verirler. Yaşlı çiftin paldır küldür yokuş yukarı koşmasını bu çerçevede değerlendirebiliriz.
Yine günümüzde gerek beslenme, gerekse yaşam koşullarındaki değişiklikler, spor vs. gibi etkenler 55-60 yaş aralığındaki insanları eskiye nazaran daha diri, daha dinç kılıyor :)
Her şeye rağmen öykü farklı bir kurguyla o noktadan ileriye götürülebilir elbette. Bu tür kurgular üzerinde çalışan bir yazar biliyorum. Örneğin Poe'nin bir öyküsünü final cümlesinden alıp daha sonra yeni bir kurgu ile farklı bir öyküye taşımıştı.
Teşekkür ederim dönüş için.
Elbette canım, siz bakmayın bana, 55-60 yaş bence de kesinlikle ileri yetişkinliğin ortaya yakın dönemleridir. (E.Erikson'da böyle diyor.)
Selamlar,
Yorum Gönder