Halil İbrahim Polat;
Palto Yayınlarından çıkan ikinci romanı Viyolonsel'de felsefi düşünen ve
felsefi düşüncede detayların farkına aşk'la varan Aden'in melânkolik dünyasını
notalarla örtüştürürken, o'nun ruhunu müzikle iyileştirip, Dina ile
bütünleştiriyor.
Kitap; sürdürmekte
olduğu yaşam tarzından kendini soyutlamış, yeni bir hayat arayışı içinde olan,
Tanrı’yı, varoluşu düşünen ve bu süreçte yalnızca sessizlikle temas hâlinde
olan bir insanın düşünsel eylemiyle başlıyor.
Viyolonsel’in
sayfalarında ilerledikçe düşünsel eylemin, metafizik boyuta taşınarak bir tür
felsefi sorgulamaya dönüştüğünü, bu dönüşümde müziğin insan ruhunu tedavi eden
rolünün bir metafor olarak öne çıkışına tanık oluyorsunuz.
Zaten, edebiyat ve varoluşcu
felsefe arasında ilişki kurma, bu iki daldan yeni bireşim oluşturma çabaları başta
Sartre olmak üzere birçok yazarın ilgisini çekmiştir. Çekmeye devam edecektir
de. Çünkü varoluşçu felsefeyi sorgulayan yazarlar, varoluşçu felsefenin
metafizik boyutunu roman türünde daha net ve daha anlaşılır bir biçemle ifade
edebilmektedirler. Çünkü bu tarz romanlar bireyin sorunlarını, insanî
değerleri, birey toplum ilişkilerini, toplumda yaşanan olayları okurların
algısına bir bütün olarak aktarmaya çalışırlar.
Viyolonsel’de, Halil
İbrahim Polat’ın da bunu yapmaya çalıştığını söyleyebiliriz.
Roman’a dönersek; yaşamdan
umudunu kesmiş Aden, kendi ifade tarzıyla “graben yalnızlığı” nın merhemini,
oturduğu evin alt katından yayılan müziğin notalarında buluyor. Komşusu Dina,
konservatuar’da öğrencidir. Her gece uzun uzun viyolonsel çalan Dina ve Aden’in
tanışmaları, ruhen yaralı iki insanı birbirine yaklaştırır. Başlangıçta ürkek
davranan Aden, müziğin büyüsüne kapıldıkça Dina’ya bağlanır. Evi’nin
döşemesinin üzerine uzanarak dinlediği şarkıları daha sonra Dina’yı evinde ziyaret ederek dinlemeye
başlar. İkilinin yakınlaşması Dina’nın çektiği acıların kaynağını da ortaya
çıkarır. Eski sevgili, müzisyen Haris’in gölgesi, hayata müzikle tutunmaya
çalışan Aden ve Dina’yı yeni bir kararın eşiğine getirecektir.
Nikos Kazancakis’ten bir
alıntıyla başlayan yüzoniki sayfalık Viyolonsel’in içeriği, Nietzsche’nin
aforizmayı tanımlayan “Benim arzum
başkalarının bir cümlede anlattığı şeyi on cümlede anlatmaktır.” İfadesini duyumsatmayı
başarıyor. Nitekim aforizma niteliği taşıyan, altı çizilecek, cümlelerin
sayısındaki fazlalık, kitabın öne çıkan öğelerinden biri olmuş.
Birkaç örnek vermek
istiyorum.
“Sessizliğe sürgülemek istiyordum kendimi bir tek.”
“Ben sessizliğin icadıydım.”
“Kapıyı dünyanın üzerine kapattım. Kendi evrenimi adımladım”
“Ben kederi bir kalıp gibi giyiniyordum.”
“Bir insan, diğeri için bir kader enstrümanı değil miydi?”
“Susmanın alfabesi yoktu.”
Viyolonsel’in kahramanı
Aden’in bir yanda yeni hayat kurma isteği, iş hayatına asılma düşüncelerine
rağmen işle güçle hiç ilgilenmemesi, diğer taraftan ölümcül ağrılar yaşamasına
sebep olan ve “kritik son” aşamasındaki hastalığı okur nezdinde bir çelişki
gibi algılanabilir, kurgudaki rasyonelliğe
düşülecek olumsuz bir soru işareti gibi değerlendirilebilir belki.
Yine kitabın
baskısından önce son okuma editörünün düzeltmesi gereken birkaç cümle hatasının ve özel
isimdeki yanlış yazımların (Bachmann’ın, Bachman yazılması gibi.) dikkatli
okurların gözünden kaçmayacağı kanaatindeyim.
Viyolonsel’i okurken, kitabın
içeriğini aynı zamanda yaşamın ve ölümün ritmini harmanlayan hüzünlü bir melodi
gibi dinlemek, Aden’i anlamak için kelimelerin doruğundan sessizce yürümekte mümkün.
“Hangi metaforu ruhumun yarasına sürsem, kendimi tarifi imkânsız
bir çelişkinin içinde buluyordum. Yalnızca viyolonistin merhametine kalmıştım.
O çaldığında ben uçsuz bucaksız bir evreni kucaklıyordum. (…) Ben sadece o
güzel şarkıların doruğunda birdenbire üzerime çizilen yolu yürüyordum.”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder