Şiir, Edebiyat, Kültür, Sanat

21 Nisan 2014 Pazartesi

Viyolonsel Ya da Sessizlik


Halil İbrahim Polat; Palto Yayınlarından çıkan ikinci romanı Viyolonsel'de felsefi düşünen ve felsefi düşüncede detayların farkına aşk'la varan Aden'in melânkolik dünyasını notalarla örtüştürürken, o'nun ruhunu müzikle iyileştirip, Dina ile bütünleştiriyor.

Kitap; sürdürmekte olduğu yaşam tarzından kendini soyutlamış, yeni bir hayat arayışı içinde olan, Tanrı’yı, varoluşu düşünen ve bu süreçte yalnızca sessizlikle temas hâlinde olan bir insanın düşünsel eylemiyle başlıyor.

Viyolonsel’in sayfalarında ilerledikçe düşünsel eylemin, metafizik boyuta taşınarak bir tür felsefi sorgulamaya dönüştüğünü, bu dönüşümde müziğin insan ruhunu tedavi eden rolünün bir metafor olarak öne çıkışına tanık oluyorsunuz.

Zaten, edebiyat ve varoluşcu felsefe arasında ilişki kurma, bu iki daldan yeni bireşim oluşturma çabaları başta Sartre olmak üzere birçok yazarın ilgisini çekmiştir. Çekmeye devam edecektir de. Çünkü varoluşçu felsefeyi sorgulayan yazarlar, varoluşçu felsefenin metafizik boyutunu roman türünde daha net ve daha anlaşılır bir biçemle ifade edebilmektedirler. Çünkü bu tarz romanlar bireyin sorunlarını, insanî değerleri, birey toplum ilişkilerini, toplumda yaşanan olayları okurların algısına bir bütün olarak aktarmaya çalışırlar.

Viyolonsel’de, Halil İbrahim Polat’ın da bunu yapmaya çalıştığını söyleyebiliriz.

Roman’a dönersek; yaşamdan umudunu kesmiş Aden, kendi ifade tarzıyla “graben yalnızlığı” nın merhemini, oturduğu evin alt katından yayılan müziğin notalarında buluyor. Komşusu Dina, konservatuar’da öğrencidir. Her gece uzun uzun viyolonsel çalan Dina ve Aden’in tanışmaları, ruhen yaralı iki insanı birbirine yaklaştırır. Başlangıçta ürkek davranan Aden, müziğin büyüsüne kapıldıkça Dina’ya bağlanır. Evi’nin döşemesinin üzerine uzanarak dinlediği şarkıları daha sonra Dina’yı evinde ziyaret ederek dinlemeye başlar. İkilinin yakınlaşması Dina’nın çektiği acıların kaynağını da ortaya çıkarır. Eski sevgili, müzisyen Haris’in gölgesi, hayata müzikle tutunmaya çalışan Aden ve Dina’yı yeni bir kararın eşiğine getirecektir.

Nikos Kazancakis’ten bir alıntıyla başlayan yüzoniki sayfalık Viyolonsel’in içeriği, Nietzsche’nin aforizmayı tanımlayan “Benim arzum başkalarının bir cümlede anlattığı şeyi on cümlede anlatmaktır.” İfadesini duyumsatmayı başarıyor. Nitekim aforizma niteliği taşıyan, altı çizilecek, cümlelerin sayısındaki fazlalık, kitabın öne çıkan öğelerinden biri olmuş.

Birkaç örnek vermek istiyorum.

“Sessizliğe sürgülemek istiyordum kendimi bir tek.”

“Ben sessizliğin icadıydım.”

“Kapıyı dünyanın üzerine kapattım. Kendi evrenimi adımladım”

“Ben kederi bir kalıp gibi giyiniyordum.”

“Bir insan, diğeri için bir kader enstrümanı değil miydi?”

“Susmanın alfabesi yoktu.”

Viyolonsel’in kahramanı Aden’in bir yanda yeni hayat kurma isteği, iş hayatına asılma düşüncelerine rağmen işle güçle hiç ilgilenmemesi, diğer taraftan ölümcül ağrılar yaşamasına sebep olan ve “kritik son” aşamasındaki hastalığı okur nezdinde bir çelişki gibi algılanabilir,  kurgudaki rasyonelliğe düşülecek olumsuz bir soru işareti gibi değerlendirilebilir belki.

Yine kitabın baskısından önce son okuma editörünün düzeltmesi gereken birkaç cümle hatasının ve özel isimdeki yanlış yazımların (Bachmann’ın, Bachman yazılması gibi.) dikkatli okurların gözünden kaçmayacağı kanaatindeyim.

Viyolonsel’i okurken, kitabın içeriğini aynı zamanda yaşamın ve ölümün ritmini harmanlayan hüzünlü bir melodi gibi dinlemek, Aden’i anlamak için kelimelerin doruğundan sessizce yürümekte mümkün.  

“Hangi metaforu ruhumun yarasına sürsem, kendimi tarifi imkânsız bir çelişkinin içinde buluyordum. Yalnızca viyolonistin merhametine kalmıştım. O çaldığında ben uçsuz bucaksız bir evreni kucaklıyordum. (…) Ben sadece o güzel şarkıların doruğunda birdenbire üzerime çizilen yolu yürüyordum.”

Fatih Yavuz Çiçek

Hiç yorum yok: