"Çeşitleme. Yazarsın, ne denli büyük olduğunu henüz bilmiyorsun, sevdiğin kadın aldatmış seni, yaşamın senin için anlamı yok artık; günün birinde, unutmak için Titanic'le bir yolculuğa çıkıyorsun, Güney Pasifik'te (tek sağ kalan sensin), yerliler bir kayıkla gelip kurtarıyorlar seni, yalnızca Papualar'ın yaşadıkları bir adada, dış dünyadan ırak, uzun yıllar geçiriyorsun. Pua çiçeklerinden gerdanlıkların belli belirsiz örttüğü göğüslerini oynatarak baygın şarkılar söylüyor sana kızlar. Alışmaya başlıyorsun, bütün beyazlara yaptıkları gibi Jim diye çağırıyorlar seni. Amber tenli bir kız, bir akşam kulübene girip şöyle diyor sana. "Ben, senin. Seninle yatacak." Akşamları verandaya uzanıp, kız alnını okşarken, Güneyhaçı'nı seyretmek ne güzel.
Gündoğumlarıyla günbatımlarının dönümüne göre yaşıyorsun, başka bir şey bilmiyorsun. Birgün içinde Hollandalıların bulunduğu motorlu bir kayık çıkageliyor, aradan tam on yıl geçtiğini öğreniyorsun, onlarla birlikte gidebilirsin, ama duraksıyorsun, hindistancevizlerini erzakla değiş tokuş etmeyi yeğliyorsun, kenevir devşirimini denetlemeyi üstleniyorsun, yerliler senin için çalışıyorlar, adacıktan adacığa dolaşmaya başlıyorsun, herkes Yedi Denizler Jim'i diyor sana. Alkolden mahvolmuş bir Portekizli serüvenci, yanında çalışmaya başlıyor. Sunda Adalarında artık herkes senden söz ediyor, ırmak boyundaki Dayaklar'a karşı girişeceği sefer için Borneo mihracesine öğüt veriyorsun: Tippo Sahip zamanından kalma eski bir topu çalıştırmayı başarıyorsun, dişleri tembulden kararmış sadık Malezyalılardan bir takım eğitiyorsun. Mercan Kayalığı yakınlarında, bir çatışmada, dişleri tembulden kararmış yaşlı Sampan, gövdesini siper ediyor sana -uğruna ölmekten mutluluk duyuyorum, Yedi Denizler Jim'i- elveda ihtiyar Sampan, elveda dostum.
Sumatra ile Port-au Prince arasındaki tüm takımadalarda ünlüsün artık, İngilizlerle alışveriş yapıyorsun. Darwin Limanının kaptanlığında Kurtz diye kaydedilmişsin, artık herkes için Kurtz'sun, yalnızca yerliler Yedi Denizin Jim'i diyor sana. Ama bir akşam, genç kız verendada alnını okşar, Güneyhaçı hiçbir zaman olmadığı gibi parıldarken -ah Büyük Ay'dan ne denli farklı- geri dönmek istediğini anlıyorsun. Yalnızca kısa bir süre için, orada senden geriye ne kaldığını görmek için.
Motorlu kayığa biniyorsun. Manila'ya varıyorsun, oradan pervaneli bir uçak Bali'ye götürüyor seni. Sonra Sampa, Amirallik Adası, Singapur, Tenerif, Tibuktu, Halep, Semerkant, Basra, Malta, sonunda evindesin.
On sekiz yıl geçmiş aradan, yaşam sana damgasını vurmuş, yüzün alizelerden bronzlaşmış, yaşlanmış, belki güzelleşmişsin, daha oraya varır varmaz, bakıyorsun, bütün kitapçılar kitaplarını sergiliyorlar, eleştirel yeni baskılarla, okuma yazma öğrendiğin okulun alınlığına adını yazmışlar. Yitik Büyük Ozan'sın sen, kuşağının bilinci. Romantik kızlar, boş tabutunun üstünde canlarına kıyıyorlar.
Sonra sana rastlıyorum, sevgilim, anılarla, pişmanlıklarla yıpranmış göz kenarların kırışıklarla dolmuş, yüzün hâlâ güzel. Kaldırımda, değercesine geçtim yanından, iki adım ötendeyim, ama sen herkese baktığın gibi baktın bana, gölgelerinin ötesinde başka birini ararmış gibi. Konuşabilirdim, zamanı silebilirdim. Ama neye yarar? İstediğimi çoktan elde etmedim mi? Ben Tanrı'yım, aynı tekbaşınalık, aynı boş gurur, aynı umarsızlık, herkes gibi yarattıklarımdan biri olmamamın umarsızlığı. Onlar benim ışığımda yaşıyorlar, bense karanlığın dayanılmaz parıltısında yaşıyorum."
Umberto Eco, Foucault Sarkacı, syf.78
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder