Şiir, Edebiyat, Kültür, Sanat

21 Kasım 2021 Pazar

Doğadan yoksun şiir insanın da yoksunluğudur


2010 yılında kaybettiğimiz Metin Güven, kendi yayımladığı Onaltıkırkbeş Dergisinin 39.sayısında  “Önce İnsan, Sonra Lahana!” başlığını verdiği yazıya şöyle başlar: Ve Edip Cansever “Şiiri Şiirle Ölçmek” isimli kitabında soruyor: “Şiirimizde doğa var mıdır, yok mudur?” Bu sorunun yanıtlarını aramadan önce ‘soru’nun ne kadar doğru olduğunu bir araştıralım isterseniz.  Önce küçük bir soru: Doğa nedir ve biz doğadan ne anlamalıyız? Doğa, birçok insanın sandığı ve söylediği gibi su kenarları, ormanlık yerler, dağlar ve bütün türleriyle hayvanlar mıdır? Yoksa insanı da içinde barındıran bir gerçeklik mi? Ve başka bir soru: “İnsan doğanın bir parçası mıdır, yoksa doğanın asli unsuru mu? Doğa bana göre, hayatın, doğal diyalektiğine uygun gelişme dinamikleri olan ve içinde insanı da barındıran bir bütünlüktür. Bu anlamda insan, doğanın bir parçası değildir, doğanın asli unsurudur. Ve insan-doğa ilişkisi, sürekli değişim ve etkileşim zinciri içerisinde yürür, yürümelidir. Ama bu “süreç”  çoğu zaman insanın zararına bir sonuç doğurabilir. Rant peşinde koşan insanoğlu  (ve kızı) doğayı hırpalar ve kendisi de sarsılır, parçalanır bu arada. 

Bu kısa yazının konusu “Doğanın Diyalektiği”  ve ona engel olan insan gücü değil elbette. Benim meselem, şairin içindeki doğa ve doğanın içindeki şair!” İnsan, bütün tezahürleriyle doğa içindeki en “akıllı” ve belki de en “vahşi” öğe olduğu için, egemendir, “asli unsurdur.” Şair dediğimiz insan bir yanıyla “zavallı”dır ama diğer yanıyla da “canavar”dır.  Ve bu yüzdendir ki; insan-doğa boğuşmasında insanı “masum” görmek ve göstermek bana pek doğru görünmüyor. Tam da burada şairin doğaya bakışında etken olan şeyleri sıralamak gerekiyor. İçinde bulunduğu çağın şiir ve doğa anlayışı, şairin sahip olduğu ideoloji. Bu iki faktör şairin şiirindeki temel ekseni oluşturur zira. Bu iki faktörü doğru kavrarsak, tek tek şairlerle uğraşmaktan da kurtuluruz. Şair-doğa ilişkisine böyle bir noktadan baktığımızda, sözün ve şiirin doğayla ve tarihle ilişkisine de doğru bakarız.”

Yukarıdaki alıntılardan şuraya gelmek istiyorum. Şair şiirini sahip olduğu ideolojiye göre mi yoksa çağın şiir ve doğa anlayışına göre mi kuracaktır? Doğru olan hangisidir? Hiç kuşku yok ki tek bir alan ya da ideoloji üzerine angaje olarak yazan şairler olduğu kadar seçtikleri temayı doğrudan doğruya hayattan, kendi deneyimlerinden, düşünsel birikiminden, tarihten, felsefeden, doğa ve çevreden almayı tercih edenler olabilir ama Goethe’nin edebiyatta konu seçimi hakkında dostu Eckermann’a söylediği “salt edebi konu siyasal konudan çok önde gelir, aynı saf sonsuz tabiat hakikatinin parti görüşünden önde olduğu gibi” cümlesi doğruyu ararken bize yön gösterici bir işaret fişeği gibi karşımızda durmaktadır.

Evet, tabiat hakikattir ancak günümüzde de “insanları bilimsel olarak ortaya konan matematiksel şablonlar ve tablolar, rakamlar ve istatiksel veriler pek etkilememektedir. İnsan bilincine asıl ulaşan hikâyelerdir.” Şiirin hikâyesi ise şiirin tarihidir. Yani etkilenmelerdir, insanlığın ve şiirin gelişimi içerisinde ortaya çıkan geçişlerdir. Başka nedir? Ülkeler arasındaki kültür farkıdır. Şiiri yaratan insanların yani şairlerin hayatı yaşarken ve yorumlarken kullana geldikleri “yorum farkıdır.” Şairin özel yaşamıdır. Şairin genetik özellikleridir, vb. şeylerdir.”

Peki, o halde şiirin hikâyesine “doğa ve çevre” nasıl ve ne zaman dâhil olmuştur? Bu sorunun yanıtı için şiirin tarihinde geriye gidelim ve konuyu irdelemeye Recaizade Mahmut Ekrem ile başlayalım. Recaizade Mahmut Ekrem Tanzimat şiirinde tabiata dikkat çeken isimlerden biridir. Recaizade’ye göre edebiyat ve özellikle şiir, güzel sanatların bir kolu olduğuna göre şair sanatı yaratacak ilham perisini tabiatta aramaya yönelmelidir. Recaizade’nin Nağme-i Seher ve Zemzemelerinde tabiat karşısında hayranlıkla yazdığı şiirleri yer alır. Özellikle yeni tarzda kaleme aldığı “Çoban”, “Çiçek” gibi şiirlerinde tabiatı acemi bir sanatçı gibi seyreden şair, III. Zemzeme’deki “Bu da Bir Şi‟r-i Muhzin-i Diger”, “Hilal-i Seher”, “Nevbahar” gibi şiirlerinde, zengin bir tabiat tablosu çizmeye çalışır. Tabiatı sonsuz bir kaynak olarak algılayan Recaizade, Takdir-i Elhân’da, “Zerrâttan şümûsa kadar her güzel şey şiirdir” der. Ona göre tabiat, sanatkârın en büyük öğreticisidir. Bu bakımdan Takdir-i Elhân’da, “Hepimiz tabiatın acemi birer şâkirdiyiz” demiştir. Orhan Okay, tabiatın gerçek anlamda ilk defa Ekrem’in şiirleriyle edebiyatımıza girdiğini söyler.

Tanzimat dönemi Türk şiirinde Batı şiirinin de etkisiyle yeni bir tabiat algısı ortaya çıkmış ve özellikle şiirin muhtevasında değişimler yaşanmıştır. Bu dönem şiirinde tabiat daha dinamik bir hâl alırken Abdülhak Hâmid Tarhan, duygu ve hayâl bakımından klasik şiirden uzaklaşarak  Türk şiirinde tabiata yeni bir bakış açısı getirir. Hâmid, ilk eseri ‘Belde’de tabiatı sathî  boyutu ile ele alırken, ‘Sahra’ ile onu keşfetmiş, ‘Bunlar Odur’da ise bu keşif hayranlığa dönüşmüştür. Bir başka ifade ile Hâmid’in tabiat karşısındaki tavır değişiklileri, onu tanıyıp farklı boyutları ile idrak edebildiği bir sürecin sonucunda ortaya çıkmıştır. O, Sahra şiir kitabı ile yeni Türk edebiyatında pastoral şiirin ilk örneklerini verir.

Servet-i Fünun şiirinin en önemli şairlerinden Tevfik Fikret sadece edebiyat alanında değil, mûsikî ve resim ile de meşgul olmuştur. Tabiatı önemli bir kaynak olarak gören Fikret, resim ve fotoğraf altına şiir yazma geleneğinin başarılı örneklerini vermiştir. Fikret’in tabiata geniş yer verdiği şiirlerinden bazılarını şöyle belirtmek mümkündür: Beyaz Yelken, Bir Levha, Âşiyâne-i Lal, Bir Tablo, Salıncakta, Yağmur, Baharda, Yeşil Yurt, Mâ’î Deniz, Âveng-i Şühûr, Bir Ân-ı Huzûr, Berf-i Zerrin, Perî-i Hazan vb. “Mai Deniz” Fikret’in en güzel tabiat şiirlerinden olup şair burada tabiatı seyretmekle beraber,  onun muhayyilesinde deniz farklı bir varlık haline gelir: “Sâf ü râkit... Hani akşamki tegayyür heyecân? Bir çocuk rûhu kadar pür-nisyân, Bir çocuk rûhu kadar şimdi münevver, lekesiz, Uyuyor mâî deniz.”

Tevfik Fikret’in tabiat konulu şiirlerinde yer yer melankolik bir yapı gösterir. “Hazan Yaprakları” ve “Evrâk-ı Siyâh”ı buna örnek vermek mümkündür. Şairin tabiat konulu diğer şiirlerini şöyle sıralayabiliriz:  “Krizantem”, “Akşam”, “Ufk-ı Hilâl”. Ayrıca Fikret, François Coppeé’nin Les Mois (Aylar) adlı şiirinden esinlenerek kaleme aldığı Âveng-i Şühûr’da, mart ayından başlayarak yılın on iki ayını tasvir ederken tabiata dair unsurlara da geniş yer verirken tabiatı âdeta renklendiren bir şiir tarzını Türk edebiyatına kazandırmak istemiştir.

Servet-i Fünun şiirinin bir diğer önemli ismi Cenap Şahabettin’in şiirlerinde de geniş bir tabiat vardır. O, birçok şiirinde psikolojik yapısını ifade etmek için tabiattan yararlanır. Cenap, tabiat ile insan ruhu arasında bir bağ kurmaya çalışır. O, insan ile kâinat arasında bir "ruh-i kâinat” olduğunu düşünür. “Tabiat Karşısında Şâir” adlı yazısında Türk edebiyatında tabiata gereken önemin verilmediğini, tabiata önemin modern edebiyat ile özellikle de Edebiyat-ı Cedide tarafından verildiğini ifade eder.

Cenap Şahabettin’in tabiat izleğini ağırlıkta işlediği birçok şiiri arasında “Elhan-ı Şitâ” diğerlerinden bir adım öne çıkar. Çünkü “Elhan-ı Şitâ”, Cenap Şahabettin’in en tanınmış şiirlerinin başında gelmekte olup şairin olduğu kadar Servet-i Fünûn’un da şiir anlayışını geniş ölçüde yansıtır. Servet-i Fünûn şairleri renk, musiki, resim ve harekete önem vererek, daha çok tabiatın dış görünüşünü ele almışlardır. Şair, Elhan-ı Şitâ’da tabiat unsurlarına insana ait özellikler vererek tabiat insan ruhu arasında yakınlık kurar ve kış mevsiminde kar yağışını müzikal bir şekilde anlatır. Onda kış mevsiminin soğuğundan, fırtınalarına, kar yağışının hayatı olumsuz etkileyişine dair bir işaret yoktur. Şair bir sabah tablosunu resmeder gibi bir kış tablosu çizmiştir.

Fecr-i Ati’nin önemli ismi Ahmet Haşim’in şiirlerinde de tabiat görsel bir değere evrilmiş, onun şiirlerinin tablo gibi değerlendirilmesine sebep olmuştur. Göl Kuşları ve Göl Saatleri isimli şiir kitaplarında tek bir ânı veya tek bir kuşu tasvir etmiştir. Göl Kuşları kitabında yer alan “Siyah Kuşlar” şiiri âdeta bir tabiat tablosu gibidir. Şiirin böyle değerlendirilmesinin en önemli sebebi tasvir edilen kuşların hareketsiz durmalarıdır. Şair kuşları, kesik bir başa benzeyen, batmakta olan güneşi yiyerek ve güneşin ruhuyla beslenen canlılar olarak betimlemiştir.

Türk Modern şiirinin en önemli isimlerinden Nazım Hikmet’in “Dünyayı Verelim Çocuklara” başlıklı şiirinde dünya ve onun parçası olan elma, ekmek ve ağaç insanlar tarafından alınıp verilecek birer nesne olarak görülmekte ve dünya alınıp verilen bir nesne olmanın dışında “öğrenen” rolüne indirgenerek insanın dışında bir olgu ya da onun bir malzemesi olarak algılanmaktadır.

“Güneşi İçenlerin Türküsü” başlıklı şiirinde Nazım Hikmet, duygu dolu ve belki de sembolik bir anlatımla insan ve güneşten birer düşmanmışçasına bahsetmekte ve insanlara doğa güçleriyle savaşan  birer kahramanlarmış gibi hücum etmeyi önermektedir. “Akın var/ Güneşe akın! Güneşi zaptedeceğiz/ Güneşin zaptı yakın!”

Ahmet Hamdi Tanpınar şiirlerinde ise güzel yalnızca hoş olan değildir, aynı zamanda; hayaldir, gizemdir, sonsuzluktur, gecedir. Bu göz ile bakıldığında okuyucu; çevresinde, özellikle doğada var olan nesneleri, elbise giymiş birer somut göstergeli güzellik olarak algılar. Çünkü doğa, şairin gözünde öylesine güzeldir ki, artık çevresinde güzellik adına ne varsa hepsi onun için doğaya benzer. Nitekim bazı şiirlerinde bu iki kavram, doğa ve güzellik birbirinin yerine geçecek kadar özdeşleşir. Tanpınar her şeye tabiatın gözüyle baktığı için, söz konusu dünyayı kendi dünyasında bireysel ve sosyal yaşamla öylesine örtüştürür ki, tabiatın güzellikleri ile sosyal yaşamı biçimlendirir, sosyal yaşamın çirkinlikleriyle de doğayı tanımlar. “Hatırlama” isimli şiirinde doğadan insana, daha doğrusu, kadının güzelliğine geçer. Burada da kadının güzelliği doğanın güzelliğine, doğanın güzelliği de kadının güzelliğine dönüşmektedir. Bu güzellikle şair, sevgilisinin kendinde uyandırdığı duyguları anlatmaktadır. Ama kendisinde uyanan güzellik ne olursa olsun, o tabiattaki güzelliğin bir benzeridir.

Orhan Veli’nin bir bahar gününü tasvir ettiği “İstanbul’u Dinliyorum” başlıklı şiirinde insan, İstanbul’da ya doğal ve insan yapısı olan bütün çevreyle bütünleşmekte olan varlık olarak betimlenmiş ya da bütünü dinleyen bir parça olarak çevresinden soyutlanarak bir gözlemciye ya da kayıt cihazına indirgenmiştir.

Bedri Rahmi Eyüboğlu tabiata bir çocuk ruhu ile bakan yeni resmin izinde olan bir ressamdır. Şiirlerinde de bu yolda ilerler. Onun şiirlerinde tabiatın bir parçası olan insan bütün hâlleri ile yer alır. Şiirinde yabancılık hissi uyandıran hiçbir kullanım yer almaz. İmgesiz yalın bir anlatımla şair, okuyucusunu aynı hissin içine sokar.

Turgut Uyar’ın “Geyikli Gece” isimli şiirinin “O Zaman Av Bitti” bölümünde yer alan dizelerinde de “geyik”, “av” motifiyle ilişkilendirilerek, bir “doğa” simgesi olarak kullanılır. “O Zaman Av Bitti”de “geyik” doğaya ilişkin bir imge, bir doğa simgesi olduğu ortaya çıkar. Anlatıcı açısından, geyiğin avı, simgesel olarak “son av”dır; avcı-toplayıcı toplumun sonu, tarım toplumunun başlangıcı, ataerkilliğin sonu, anaerkilliğin başlangıcı, yabanlığın sonu, uygarlığın başlangıcıdır. Sonuç olarak, Dünyanın En Güzel Arabistanı’nda geyik, kadını ve doğayı simgeler. Şairin arzu ettiği, “Göğe Bakma Durağı”nda olduğu gibi şehirden, insanlardan kaçmak, “Geyikli Gece”ye, yani kadına ve tabiata ulaşmaktır. Dolayısıyla “yaşamın kaynağı doğa ve kadındır” düşüncesinin iletilmesi eserde işlevsel bir önem taşımaktadır.

Sezai Karakoç’un ise başta “Av Edebiyatı” şiiri olmak üzere tabiatın tahrip edilmemesi, hayvanların katledilmemesi merkezinde kaleme aldığı şiirleri vardır. Sezai Karakoç’un şiir ve düşünce yazılarında tabiata bakış açısını oluşturan temel öge, İslamî duyuştur. Karakoç’un kimi şiirlerinde tabiat ile birlikte hayvanların katli de düzenin bozulmasına yol açtığı için tabiatı tahrip eden başta avcılara, genel anlamda ise “insanlara” öğütler verilir. Karakoç’un “Av Edebiyatı” şiiri avcı, hayvan ve doğadan müteşekkil üçlü bir ağ üzerine inşa edilmiştir. “Ben avcı olamam gül koparamam” diyen Karakoç için tabiat Allah’ı, Hz. Peygamber’i ve sevgiliyi anlatmak için bir araçtır.

“Köpük” şiirinde ise, sevgilinin yanı sıra Yasin suresi ile tabiat arasında bağ kuran Karakoç, “Kar Anıtı” şiirinde karı izlerken, “karın sağladığı o beyaz kent”te bir taraftan karın şehri ve tabiatı temizlemesi ile “az rastlanır bir mutluluk” duyar diğer taraftan dağa, ağaçlara ve aya bakıp Hz. Musa’yı ve Hz. Muhammet’in mucizelerini hatırlar. “Kış Anıtı” ve “Ötesini Söylemeyeceğim” şiirlerinde ise tabiat, diriliş erlerinin yardımına koşan bir nevi ilham kaynağıdır.

Gülten Akın’a göre şiir bir başkaldırı ve dönüştürme aracıdır. Dünyayı yeniden kuran, düzenleyen bir türdür. Şiirin ana malzemesi hayattır, dünyadır ve şiir hayattan aldığı malzemelerle tekrar yeni bir hayat, yeni bir düzen kurar.  İlk şiir kitabı Rüzgâr Saati’nde bulunan “Havada Bir Hoş Aydınlık” adlı şiirinde, dış tabiatta baharla birlikte bir tazelenmenin,  insan tabiatında ise buna paralel olarak bir yaşama sevincinin belirdiğini ifade eder. Ancak, hayatı umut ve yaşama sevinciyle algılayan insanın, şehre gitmekle, hem bunları hem de kendisini unutturduğunu şöyle dile getirir: “Yürekte bir yavru serçe/ Çırpına çırpına yorulur/ Çay denize gitti gider/ Yaban şehirlere giden unutulur.” Şiirde, duygu dünyası, tabiata ait “serçe”, “çay” ve “deniz” gibi kavramlarla ilinti kurularak açıklanmaya çalışılır. Çırpınan ve yorulan “yavru serçe”, anlatıcının umudunu ve özgürlüğünü işaret etmekte, “deniz”e akan “çay” ise, özgürlüğe kavuşmayı sezdirmektedir. Şiirlerini kadın duyarlılığı ile yazan Akın’da doğa, çevre ve insan ilişkisinin izleri “Beni Sorarsan” isimli şiirinde de görülür. Bu şiirin ilk mısrasından itibaren yoğun bir yalnızlıkla karşı karşıya kalırız. Kışla beraber kendi içine çekilen doğa gibi şair de yalnızdır: “Beni sorarsan, Kış işte.”

Metin Güven’in 2008 yılında yayımladığı “Kedi Uykuları” isimli kitabı için de insan, hayvan, doğa ve çevrenin bireşimidir diyebiliriz. Güven’in  “Kedi Uykuları”nda yakaladığı üslup sanki hayata ve doğaya tutulan şiirsel ayna gibidir. “Bahçe”. “Arkabahçe”, “Hevenk”, ”Köy”, “Yaz”, “Kırmızı Değirmen”, “Sardunya, Yaseminler Ve Yönelişler Arasında” başlıklı şiirleri sağlam bir dünya görüşü, hümanizm tuzağına düşmeden varılmış ve yakalanmış doğa ve insan sevgisiyle vefalı davranmayı önemseyen bir şairin dünyadaki varoluşunun verimiyle yazılmış şiirlerdir.

Türk şiirinde yukarıda verilen örneklerin dışında doğa, çevre motiflerinin hâkim olduğu pek çok eser bulunabilir fakat bu eserlerin düzenli bir biçemle çağımızın ekolojik sorunlarıyla ilgilendiği söylenemez. Ekopoetika ya da ekoşiir Türk şiiri için yeni kavramlardır. Batı’da yirminci yüzyılın sonlarına doğru varlığı kabul edilen çevre sorunlarına karşı edebiyatın bir tepkisi olarak yazılıp çizilen, tartışılmaya başlanan ekoeleştirinin, ekoşiirin Türk edebiyatında da yer bulması, üzerinde düşünülüp tartışılması kayda değer bir gelişme olarak değerlendirilmelidir.

Yazınsal kuramların ilgisini insan dışındaki çevreyi ve canlıları incelemeye yönlendiren ekoeleştiri, yazınsal metinlerde şimdiye kadar yerleşmiş geleneksel doğa kavramını yıkarak bilimsel bir çevre görüşünün kabul edilmesini sağlamıştır. Ekolojinin vazgeçilmez öğesi olan doğadaki her bir parçanın birbirine bağımlılığı ilkesinden yola çıkarak insan merkezli düşünce sistemini köklerinden sarsmıştır. Bunun yerine eşitlik ilkesine dayanan ve insanı milyonlarca diğer türden yalnızca biri olarak gören bir dünya görüşünü ortaya atmıştır. Kısacası, toplumsal ve kişisel bazda radikal değişiklikler öngören ekoeleştirel kuram, insan düşüncelerini şekillendirip, yönlendirme gücüne sahip olan edebiyata çevre bilincinin yerleştirilmesi konusunda çok önemli roller yükleyerek, doğayla dost yeni bir dünya görüşü için çalışır.

Son yıllarda Elif Sofya, Anita Sezgener, Naze Nejla Yerlikaya, Güven Turan, Nazmi Ağıl, Süreyya Berfe, Gürgenç Korkmazel, Turgay Fișekçi ve Hüseyin Kıran gibi pek çok şair farklı ekolojik sorunlara değinmekle yetinmeyip aynı zamanda dil ve ekoloji arasındaki ilişkiyi irdelemekte ve deneysel anlatım teknikleri keşfetmektedir. Örneğin, Nazmi Ağıl’ın insan-hayvan karşılaşmalarına esprili bir dille değindiği Kokarca Aramak (2005) başlıklı kitabından tutun da Elif Sofya’nın Dik Âlâ (2014) başlıklı kitabına kadar pek çok eser Türkiye’de yeni bir ekoşiir tartışmasının doğduğunu göstermektedir. Nitekim 2015’te yayınlanan Cinayşe adlı feminist kültür-sanat dergisinin on dördüncü sayısının “Ekolojik Şiir” konusuna ayrılması ve bu sayıda pek çok Türk ve yabancı şair ve eleştirmene yer verilmesi de bu alanın yükselişte olduğunun kanıtıdır.

fy

Kaynaklar:
1-Metin Güven, Önce İnsan Sonra Lahana, Onaltıkırkbeş, 2010, Sayı: 39
2-Serpil Oppermann, Ekoeleştiri, 2009
3-Önder Adalı, Şiirin Hikâyesi, Onaltıkırkbeş, 2009, Sayı:30
4-Mustafa KARABULUT, Cenap Şahabettin’in Şiirlerinde Tabiat İnsan Ruhu İlişkisi, International Journal of
    Languages’ Education and Teaching, 2015
5-Mehmet Emin Uludağ, Ahmet Hamdi Tanpınar Şiirlerinde Güzel Kavramı Üzerine Bir İnceleme, Dicle
    Üniversitesi Ziya Gökalp Eğitim Fakültesi Dergisi, 2014, Sayı: 22
6-Sıla Ozan, Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun Şiirlerinde Görsellik, Yüksek Lisans Tezi, 2011
7-Zübeyde Şenderin, Turgut Uyar’ın Şiirinde Kent Yaşamı Ve Birey, İletişim Kuram Ve Araştırma Dergisi,
    2016, Sayı: 43
8-Filiz Furtuna, Sezai Karakoç Şiirlerinde Tabiat Ve Kültür Unsurları, KMÜ Sosyal ve Ekonomı̇k Araştırmalar
    Dergı̇si, 2014, Sayı: 16 (Özel Sayı II)
9-Dilek Bulut, Çevre Ve Edebiyat: Yeni Bir Yazın Kuramı Olarak Ekoeleştiri, Littera, 2005, Sayı: 17
10- Arda Arıkan, Edebi Metinlerin Çözümlenmesi Ve Ekoeleştiri, MJH Akdeniz.edu.tr, 2011
11-Yrd.Dç.Dr.Meliz Ergin, Yrd.Dç.Dr. Özen Nergis Dolcerecca, Edebiyatta Ekoeleştirel Yaklaşımlar: Ekoşiir
      Ve Elif Sofya, Sefad, 2016, Sayı: 36

2 yorum:

drifter dedi ki...

Sevgili Mabelard makale pek güzel olmuş. Geçenlerde sanırım bir podcastte buna paralel bi konudan bahsediliyordu.
Konuşmacı şöyle bir şey dedi; “doğaya şöyle bi durup bakacak olursanız, hani denize, bulutlara, balta girmemiş ormana, bataklıkta yaşayan timsaha falan…kısacası doğaya göre insan sanat yapmakta çok geç kalmıştır. Sanat insanın geçikmiş halidir!”
Benim çok hoşuma gitti bu ve epey düşündüm üzerine. İlk şairleri ilk ressamları düşündüm. Hani hep nature vs culture karşılaştırmasıyla eleştirilir ya sanat. Kültür yani öğrenilmişliğin en zayıf olduğu yaratıcılık bile bir imitasyon aslında. Doğadan yansıyan insana…
Ne düşünürsünüz?
Bir de söylemeden edemeyeceğim
Birşeyin başına ekolojik geldi mi bu şiir de olsa uyuz oluyorum :D
Selamlar sevgiler…

mabelard dedi ki...

"Doğaya göre insan sanat yapmakta çok geç kalmıştır. Sanat insanın gecikmiş halidir" "Önce söz vardı" der Ahd-i Atik. Doğa ve insan tanrının figüratif kudretinin yansımasıdır belki de. Ya da kültürel güzelleşmenin sahmesi. Kültürün bir anlamının da "işlemek"tir der Bozkurt Güvenç."Yeryüzünde akla gelebilecek her şeyi, dili, güzel sanatları, notayı, edebiyatı, mimarıyı ve insanı işlemektir" Evet, galiba doğayı, kültürü işlerken geldiği/bulduğu her yeni yapıt Tanrıya özenen insanın bir tür imitasyonu.

Bu sebepledir ki aşkla yaratılan insan yaşadığı zamanda ve uzamda ne yaparsa yapsın mukallidlikten öteye hiçbir şekilde geçemiyor sevgili Drifter.

İyilik ve güzellikle kalın. Selamlar.