İnsan doğadaki haliyle özgür değildir;
özgür olmak, kendisine yabancılaşmasıyla mümkün olur. Kendisine dışsal
bir küre edinmesi, yani semboller dünyasına dâhil olup eyleme, ifade
etme imkânına kavuşmasıyla. Ancak bu, burada iki cümlede tarif ettiğimiz
kadar kolay değildir; hele bir kadın için güç ilişkileri üzerine
kurulmuş, onu kısıtlayıp kontrol eden erkek egemen bir dilin içinde bir
yer edinmek iki kat daha zorludur.
La Spettatrice (İzleyici) de tam olarak
bu konuyla ilgilenen bir film. Ana karakter Valeria (Barbora Bobulova)
için bir role girmek, bir karakter edinmek imkânsız; bu sebepten ötürü
izlemeyi ve iki belirlenim arasında aracı olmayı benimseyebiliyor ancak:
Mesleği çevirmenlik. Onun için yeni bir
cümle kurmak, kendi hislerini açığa vurmak korkulacak şeyler. Sırtındaki
‘Yin’ ile ‘Yang’ dövmesinin çizgileri üzerinde yaşayan bir karakter,
yani ne içinde siyahı bulunduran beyaza ne de tersine doğru ilerleyip
konutlayacak bir sembole yerleşebiliyor. Ve bu karşıtlarını kapsayan
zıtlıkların arasındaki sınırda iki yanını umarsızca seyrediyor.
Ta ki Massimo’yu (Andrea Renzi) izlemeye
başlayana dek. Massimo bir farmakolog. Öyle ki ‘pharmakon’ antik
Yunancada hem ilaç hem de zehir anlamına geliyor. Valeria’nın oturduğu
evin karşı penceresinde yaşayan Massimo’yu takıntılı bir şekilde takip
etmeye başlaması, onun bir maskeden bağımsız, kendi olmaktan çıkmadan da
var olabilen biri olduğunu ummasından kaynaklanmaktadır. Massimo’nun
filmde ilk karşımıza çıkışı, köpeğine yardım etmek için telaşla sokakta
taksi aramasıyla olur: ‘Ne kadar da hayvansever bir erkek’ diye düşünür
kız; ona âşık olur (?)
Şaka bir yana, film de kendine dışsal
olan küreyi ‘aşk’ olarak belirler. Herkesin bir beklentisi olduğunun
farkındadır kadın. Bu bir sır değildir onun için; soru hangi
beklentilerin ne kadarını karşılayabileceğidir. Aralarına katılmayı,
yalancı döngülerinin bir dişlisi olmak diye düşünmektedir. Onların
inandıklarına inanıyormuş gibi davranmak, elinden geldiğince susmak ya
da duyulması istenenleri dile getirmek, Valeria’yı giderek daha da içine
kapanık biri haline getirmektedir ve narsistik kırılmanın gerçekleşmesi
her geçen gün daha da zorlaşmaktadır. Asıl etkileşim bir başka tesadüf
sayesinde gerçekleşen ikinci karşılaşma ile olur. Simültane çevirmenimiz
psiko-farmakologun bir seminerdeki konuşmasını bir başka dile taşımakla
yükümlüdür; sanki onun hastalıklarından bahsediyordur, kulaklarındaki
tanıdık gelen ama hiç tanımadığına emin olduğu ses. Sanki onu
araştırıyor, onu açıklıyor ve bir bakıma onu içeriyormuş gibi gözüken bu
adamın karşısında, aynanın karşısına geçtiğinde bile sohbeti başlatmayı
yansımasından bekleyen kadın afallayıp kalır, nefesi kesilir ve çeviri,
yani aradalığı sekteye uğrar.
Ve artık bu yapayalnızlığını, içinde
olanı dışarıda gösterememeyi aşmak için tek çaredir ‘aşk’, yani kendinde
bulduğunu bir başkası için de temsil edebilme ve hatta buna tüm
kalbiyle güvenebilme imkânı. Peki, nasıl olur da aşk onu bu çıkmazdan
kurtaracaktır? İki uçtan birini ev arkadaşının erkek arkadaşından
yaptığı ve hepimize çok tanıdık gelen bir alıntıyla yakalarız: “Gözden
ırak olan gönülden de ırak olur.” Massimo’nun Torino’dan Roma’ya
taşındığını öğrenen Valeria’nın asıl sıkıntısının kendine erişmek,
tekrar tam olmak olduğunu ana karakterimizin annesine koşmasıyla
anlarız. Anne tabii ki evde yoktur; çünkü tekrar tam olmak demek,
‘ölmek’ ile eşdeğerdedir ve anne himayesine geri dönmek, bu semboller
sistemine bir kere dâhil olduktan sonra mümkün değildir. Ev arkadaşının,
sevgilisiyle tren garında yeniden buluşmalarına tanık olduktan sonra
hiç düşünmeden aşkın peşinden Roma’ya gidecektir.
Roma’da Massimo’nun ‘müsait’(!)
olmadığını, evli olduğunu öğrenir. Adamın çalıştığı yerden ayrılmakta
olan karısının (Brigitte Catillon) arabasının önüne atar kendini
Valeria; burada amacı ölmek mi yoksa bu ikili ilişkiye eklemlenmek mi
bilemiyoruz. Ancak rastgele Balthazar ister istemez kendini Flavia ve
Massimo’nun arasında bulur ve yazı ile söylevin, kötü bilgelik ile iyi
felsefenin arasındaki Platon gibi bu noktadan itibaren içeridedir.
Ceza hukuku profesörü olan Flavia ile
Valeria yakınlaşırlar. Massimo’nun karısı izleyicimize yeni bir rol
verir. Bir nevi çevirmenlik yapacaktır Valeria; ancak bu kez iki dil
arasında taşıyıcılık yapmak yerine sözü yazıya dökecektir. Kitap ise
Flavia’nın beş sene önce kaybettiği kocasıyla ilgilidir. Burada da aşkın
diğer ucuna işaret eder film: “Gözden uzak olana duyulan aşk ile
karşılaştırıldığında, gözünün önünde sürekli değişmekte olanın aşkı hiç
kalır.” Artık elimizde erkek egemen dili içselleştirmeyi başarmış,
Apollon’un mükemmel düzenine bir ideali kendine referans alarak erişmiş,
ifade etmekte başarılı ama duygularını bir kenara bırakmış kadın, ne
cevap alacağını iyi hesap edebilen ve duygularını deneyimlerine alet
etmekten çekinmeyen, sonuca yönelik yaşayan, hayatını ilaçlar bularak
kazanıp ditiramp söyleyen adam ve başından beri olduğu gibi bu iki uç
arasında mekik dokuyan izleyici var.
Ardından üçüncü küreye açılıyor ve
skalanın iki yanına yerleştirdiğimiz sabitlerin değişkenliklerini
gözlemlemeye başlıyoruz ana karakterimizle birlikte. Kendine değişmez
bir dil edindiğini düşünerek ‘huzur’ içinde yaşayan Flavia’nın
kırılganlığı ile yüzleştiriyor film bizi ve onun kendi önüne koyduğu
amaca ulaşmasıyla yavaş yavaş parçalanmaya başlamasına tanık oluyoruz.
Karl Marx’ın da doktora tezini onun doğa felsefesi üzerine yazdığı
Demokritos’un; mutluluğu, hazzın ölçüsü olarak tasvir etmesine ölmüş
kocası seveceğinden ötürü gülümserken orta yaş bunalımında buluveriyor
kendini, Massimo’ya veda etmesinin hemen öncesinde. Diğer taraftan
Massimo ise karmaşanın içinde kafasındakileri bir düzene oturtmak
iddiasından sıyrılıp yerleşik birimlerin olduğu yana doğru eğiliyor.
Flavia’nın ikiyüzlülüğündense Valeria’nın suskunluğuna ve kararsızlığına
meyledip bir başkasının düzeninde karmaşasını muhafaza etmek yerine,
birlikte ortak bir yapı oluşturmaları daha kolay gözüken boş kümeyi
tercih ediyor.
Birinin sevgilisi, ötekinin arkadaşı,
berikinin evladı olamayan Valeria ise bir başkası üzerinde anlayabiliyor
ve onlarda görebiliyor ancak kendini. Yabancılaşmak ve başka birisi
olmak arasında kaldığından Massimo’ya karşı hissettikleri de ancak
Flavia’ya bir aracı olarak sahip olduğunda anlam buluyor. Tıpkı
farmakologun seminerde bahsetmeye başladığı patolojik üzüntü ve
depresyon arasındaki fark gibi; tutkularından kaynaklanan duygulanımlar
ve kendisine verdiği değerle ilişkili ruhsal durum arasındaki git-gele
karşı bir zırh gibi siper ediyor kendine yeni patronunu ve sözde
arkadaşını. Massimo’yla arasındaki platonik ilişkiyi korumak için
Flavia’yı kullanıyor ve kadının aradan çekilmesiyle büyü bozuluyor. Ve
film belirsizliğe olan aşkı galip getiriyor.
Sonuç mu? Sonucun olmadığı tabii ki!
Biraz daha yalancı ve açıklamalardan bir adım daha uzakta buluyor
‘izleyici’ kendini, Valeria’nın Flavia’ya bıraktığı veda mektubunda
kullandığı kelimelerle su yüzüne çıkmaktan da derinlere dalmaktan da
eşit derecede uzakta. Var olabilmek bize antik düşüncenin dayattığı Gaia
kuyusu; varoluş, var olmaya yeltendiği her seferde kendini çırılçıplak
buluyor. Derridacı deyişle sözün iktidara gelişi, sesle yazının zorunlu
tersine çevrilişi, ifadenin ardında bıraktığı izlerinin peşinde her
seferinde ‘Logos’a varıp ifadesiz kalmayı emrediyor. İtalyan yönetmen
Paolo Franchi de ilk uzun metraj film denemesinde bunu gayet açık
betimliyor. Var olamamanın, anlatamamanın sancısı ete kemiğe bürünüyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder