Şiir, Edebiyat, Kültür, Sanat

10 Nisan 2016 Pazar

La Spettatrice (izleyici)


İnsan doğadaki haliyle özgür değildir; özgür olmak, kendisine yabancılaşmasıyla mümkün olur. Kendisine dışsal bir küre edinmesi, yani semboller dünyasına dâhil olup eyleme, ifade etme imkânına kavuşmasıyla. Ancak bu, burada iki cümlede tarif ettiğimiz kadar kolay değildir; hele bir kadın için güç ilişkileri üzerine kurulmuş, onu kısıtlayıp kontrol eden erkek egemen bir dilin içinde bir yer edinmek iki kat daha zorludur.

La Spettatrice (İzleyici) de tam olarak bu konuyla ilgilenen bir film. Ana karakter Valeria (Barbora Bobulova) için bir role girmek, bir karakter edinmek imkânsız; bu sebepten ötürü izlemeyi ve iki belirlenim arasında aracı olmayı benimseyebiliyor ancak: Mesleği çevirmenlik. Onun için yeni bir cümle kurmak, kendi hislerini açığa vurmak korkulacak şeyler. Sırtındaki ‘Yin’ ile ‘Yang’ dövmesinin çizgileri üzerinde yaşayan bir karakter, yani ne içinde siyahı bulunduran beyaza ne de tersine doğru ilerleyip konutlayacak bir sembole yerleşebiliyor. Ve bu karşıtlarını kapsayan zıtlıkların arasındaki sınırda iki yanını umarsızca seyrediyor.

Ta ki Massimo’yu (Andrea Renzi) izlemeye başlayana dek. Massimo bir farmakolog. Öyle ki ‘pharmakon’ antik Yunancada hem ilaç hem de zehir anlamına geliyor. Valeria’nın oturduğu evin karşı penceresinde yaşayan Massimo’yu takıntılı bir şekilde takip etmeye başlaması, onun bir maskeden bağımsız, kendi olmaktan çıkmadan da var olabilen biri olduğunu ummasından kaynaklanmaktadır. Massimo’nun filmde ilk karşımıza çıkışı, köpeğine yardım etmek için telaşla sokakta taksi aramasıyla olur: ‘Ne kadar da hayvansever bir erkek’ diye düşünür kız; ona âşık olur (?)

Şaka bir yana, film de kendine dışsal olan küreyi ‘aşk’ olarak belirler. Herkesin bir beklentisi olduğunun farkındadır kadın. Bu bir sır değildir onun için; soru hangi beklentilerin ne kadarını karşılayabileceğidir. Aralarına katılmayı, yalancı döngülerinin bir dişlisi olmak diye düşünmektedir. Onların inandıklarına inanıyormuş gibi davranmak, elinden geldiğince susmak ya da duyulması istenenleri dile getirmek, Valeria’yı giderek daha da içine kapanık biri haline getirmektedir ve narsistik kırılmanın gerçekleşmesi her geçen gün daha da zorlaşmaktadır. Asıl etkileşim bir başka tesadüf sayesinde gerçekleşen ikinci karşılaşma ile olur. Simültane çevirmenimiz psiko-farmakologun bir seminerdeki konuşmasını bir başka dile taşımakla yükümlüdür; sanki onun hastalıklarından bahsediyordur, kulaklarındaki tanıdık gelen ama hiç tanımadığına emin olduğu ses. Sanki onu araştırıyor, onu açıklıyor ve bir bakıma onu içeriyormuş gibi gözüken bu adamın karşısında, aynanın karşısına geçtiğinde bile sohbeti başlatmayı yansımasından bekleyen kadın afallayıp kalır, nefesi kesilir ve çeviri, yani aradalığı sekteye uğrar.

Ve artık bu yapayalnızlığını, içinde olanı dışarıda gösterememeyi aşmak için tek çaredir ‘aşk’, yani kendinde bulduğunu bir başkası için de temsil edebilme ve hatta buna tüm kalbiyle güvenebilme imkânı. Peki, nasıl olur da aşk onu bu çıkmazdan kurtaracaktır? İki uçtan birini ev arkadaşının erkek arkadaşından yaptığı ve hepimize çok tanıdık gelen bir alıntıyla yakalarız: “Gözden ırak olan gönülden de ırak olur.” Massimo’nun Torino’dan Roma’ya taşındığını öğrenen Valeria’nın asıl sıkıntısının kendine erişmek, tekrar tam olmak olduğunu ana karakterimizin annesine koşmasıyla anlarız. Anne tabii ki evde yoktur; çünkü tekrar tam olmak demek, ‘ölmek’ ile eşdeğerdedir ve anne himayesine geri dönmek, bu semboller sistemine bir kere dâhil olduktan sonra mümkün değildir. Ev arkadaşının, sevgilisiyle tren garında yeniden buluşmalarına tanık olduktan sonra hiç düşünmeden aşkın peşinden Roma’ya gidecektir.

Roma’da Massimo’nun ‘müsait’(!) olmadığını, evli olduğunu öğrenir. Adamın çalıştığı yerden ayrılmakta olan karısının (Brigitte Catillon) arabasının önüne atar kendini Valeria; burada amacı ölmek mi yoksa bu ikili ilişkiye eklemlenmek mi bilemiyoruz. Ancak rastgele Balthazar ister istemez kendini Flavia ve Massimo’nun arasında bulur ve yazı ile söylevin, kötü bilgelik ile iyi felsefenin arasındaki Platon gibi bu noktadan itibaren içeridedir.

Ceza hukuku profesörü olan Flavia ile Valeria yakınlaşırlar. Massimo’nun karısı izleyicimize yeni bir rol verir. Bir nevi çevirmenlik yapacaktır Valeria; ancak bu kez iki dil arasında taşıyıcılık yapmak yerine sözü yazıya dökecektir. Kitap ise Flavia’nın beş sene önce kaybettiği kocasıyla ilgilidir. Burada da aşkın diğer ucuna işaret eder film: “Gözden uzak olana duyulan aşk ile karşılaştırıldığında, gözünün önünde sürekli değişmekte olanın aşkı hiç kalır.” Artık elimizde erkek egemen dili içselleştirmeyi başarmış, Apollon’un mükemmel düzenine bir ideali kendine referans alarak erişmiş, ifade etmekte başarılı ama duygularını bir kenara bırakmış kadın, ne cevap alacağını iyi hesap edebilen ve duygularını deneyimlerine alet etmekten çekinmeyen, sonuca yönelik yaşayan, hayatını ilaçlar bularak kazanıp ditiramp söyleyen adam ve başından beri olduğu gibi bu iki uç arasında mekik dokuyan izleyici var.

Ardından üçüncü küreye açılıyor ve skalanın iki yanına yerleştirdiğimiz sabitlerin değişkenliklerini gözlemlemeye başlıyoruz ana karakterimizle birlikte. Kendine değişmez bir dil edindiğini düşünerek ‘huzur’ içinde yaşayan Flavia’nın kırılganlığı ile yüzleştiriyor film bizi ve onun kendi önüne koyduğu amaca ulaşmasıyla yavaş yavaş parçalanmaya başlamasına tanık oluyoruz. Karl Marx’ın da doktora tezini onun doğa felsefesi üzerine yazdığı Demokritos’un; mutluluğu, hazzın ölçüsü olarak tasvir etmesine ölmüş kocası seveceğinden ötürü gülümserken orta yaş bunalımında buluveriyor kendini, Massimo’ya veda etmesinin hemen öncesinde. Diğer taraftan Massimo ise karmaşanın içinde kafasındakileri bir düzene oturtmak iddiasından sıyrılıp yerleşik birimlerin olduğu yana doğru eğiliyor. Flavia’nın ikiyüzlülüğündense Valeria’nın suskunluğuna ve kararsızlığına meyledip bir başkasının düzeninde karmaşasını muhafaza etmek yerine, birlikte ortak bir yapı oluşturmaları daha kolay gözüken boş kümeyi tercih ediyor.

Birinin sevgilisi, ötekinin arkadaşı, berikinin evladı olamayan Valeria ise bir başkası üzerinde anlayabiliyor ve onlarda görebiliyor ancak kendini. Yabancılaşmak ve başka birisi olmak arasında kaldığından Massimo’ya karşı hissettikleri de ancak Flavia’ya bir aracı olarak sahip olduğunda anlam buluyor. Tıpkı farmakologun seminerde bahsetmeye başladığı patolojik üzüntü ve depresyon arasındaki fark gibi; tutkularından kaynaklanan duygulanımlar ve kendisine verdiği değerle ilişkili ruhsal durum arasındaki git-gele karşı bir zırh gibi siper ediyor kendine yeni patronunu ve sözde arkadaşını. Massimo’yla arasındaki platonik ilişkiyi korumak için Flavia’yı kullanıyor ve kadının aradan çekilmesiyle büyü bozuluyor. Ve film belirsizliğe olan aşkı galip getiriyor.

Sonuç mu? Sonucun olmadığı tabii ki! Biraz daha yalancı ve açıklamalardan bir adım daha uzakta buluyor ‘izleyici’ kendini, Valeria’nın Flavia’ya bıraktığı veda mektubunda kullandığı kelimelerle su yüzüne çıkmaktan da derinlere dalmaktan da eşit derecede uzakta. Var olabilmek bize antik düşüncenin dayattığı Gaia kuyusu; varoluş, var olmaya yeltendiği her seferde kendini çırılçıplak buluyor. Derridacı deyişle sözün iktidara gelişi, sesle yazının zorunlu tersine çevrilişi, ifadenin ardında bıraktığı izlerinin peşinde her seferinde ‘Logos’a varıp ifadesiz kalmayı emrediyor. İtalyan yönetmen Paolo Franchi de ilk uzun metraj film denemesinde bunu gayet açık betimliyor. Var olamamanın, anlatamamanın sancısı ete kemiğe bürünüyor.

Onur Tüfekci

Hiç yorum yok: