Ayfer Tunç’un “Dünya
Ağrısı” isimli kitabının okunma sürecinde bir yandan adı sanı bilinmeyen bir şehre
sıkışmış sıradan insanların hayatlarının “taşra” imgesinde somutlaştırılarak
anlatıldığı diğer yandan da yaşadığımız toplumun en hassas konularından biri
olan “Alevilik” olgusunun roman kurgusuna bir puzzle parçası gibi yerleştirildiği
görülür.
Tunç; kitabında sadece “Alevilik” olgusunu değil anlatmaya çabaladığı diğer ayrımcılık örneklerini de, kimi insanların muhtemelen kulaktan dolma bilgilerle zihinlerine çizilmiş köktenci sınırları ve o sınırların kaba sofulukla kesişen dar’alan boyutlarını âdeta göstere göstere imlemekten geri durmamış. Dünya Ağrısı; bu imlemeyle, önyargılarla oluşturulmuş, sürekli kanayan, kabuk bağlamayan toplumsal bir yarayı, bir tabu'yu, sessizce ve herhangi bir suçlu gösterme, birilerini mimleme derdinden uzak bir yaklaşımla inceden inceye deşerken, kendini toplumdan soyutlamış, hayata, taşraya tutunamayan insanların trajik yaşamlarını okurların içini burkutacak bir kurguyla hissettirmeyi başarmış.
Tunç; kitabında sadece “Alevilik” olgusunu değil anlatmaya çabaladığı diğer ayrımcılık örneklerini de, kimi insanların muhtemelen kulaktan dolma bilgilerle zihinlerine çizilmiş köktenci sınırları ve o sınırların kaba sofulukla kesişen dar’alan boyutlarını âdeta göstere göstere imlemekten geri durmamış. Dünya Ağrısı; bu imlemeyle, önyargılarla oluşturulmuş, sürekli kanayan, kabuk bağlamayan toplumsal bir yarayı, bir tabu'yu, sessizce ve herhangi bir suçlu gösterme, birilerini mimleme derdinden uzak bir yaklaşımla inceden inceye deşerken, kendini toplumdan soyutlamış, hayata, taşraya tutunamayan insanların trajik yaşamlarını okurların içini burkutacak bir kurguyla hissettirmeyi başarmış.
Taşra’da, babadan
miras kalan oteli işleten Mürşit’in, ailesinin, çevresindeki insanların, otele
konaklamak için gelen kişilerin etrafında gelişen olayların anlatıldığı roman
kurgusunda, iki ana karakter, Mürşit ve Madenci, Dünya Ağrısı’nı finale kadar
ayakta tutan taşıyıcı, iki ana kolon işlevi görüyor.
Mürşit; felsefe
eğitimi için gittiği İstanbul’dan, annesinin ısrarıyla işleri devralmak, babasının
hastalığı sürecinde ailenin başına geçmek üzere eve dönmek zorunda kalmıştır. Klasik
taşra alışkanlıklarına, taşra yaşamına uyum sağlayamayan, otel işletmeciliğinde
dikiş tutturamamış, geçmişindeki sırrın etkisiyle sık sık gördüğü kâbuslar
yüzünden kendisiyle yüzleşmekten sürekli kaçınan, her şeye boş vermiş, çektiği ‘dünya
ağrısı’nı akşamları kurduğu çilingir sofrasında Madenci’yle (Uzay) unutmaya
çalışan biridir. Mürşit için hayat, âdeta anlamını yitirme noktasına gelmiştir.
Madenci ise, şehrin
dışındaki arazide altın arayan şirketin sorumlusudur ve onun geçmişi Mürşit’le
yaptığı sohbetler esnasında aydınlanır. Madenci çocukluk döneminde ‘Maraş Olayları’
diye bilinen katliamda çekilmiş bir fotoğrafı görüp etkilenmiş, büyüyüp iş güç
sahibi olduktan, hatta evlendikten sonra bile baktığı o fotoğrafın ruhunda
bıraktığı izleri silememiş, ağrılı kişilik yapısına sahip birisidir.
Kitabın kurgusunda
iki ana kolondan biri olan Mürşit’in, babasıyla iletişim kurmada yaşadığı
sorunlar, birçok okurun belleğinde yönetmenliğini Çağan Irmak’ın yaptığı,
“Babam ve Oğlum” filmindeki ‘Sadık’ karakterini canlandırabilir.
Madenci’nin
konuştukça ortaya çıkan dramı, o’nun ağrılarına merhem olarak sürmeyi seçtiği
hayattan kaçış ve kendini gizleme düşüncesi, Plinus’un Latince deyişini doğrular
gibi. “in vino venitas, in aqua sanitas” yani, “su’da sağlık, şarapta hakikat
gizlidir.” Çünkü kitap boyunca ortaya çıkan gerçekler genellikle iki
kahramanın birlikte rakı içtiği zamanlara denk gelir.
Ayfer Tunç’un “Dünya
Ağrısı”ında anlattığı taşra yaşamındaki kesitlerde yazılmayan, ya da belki
bilinçli olarak atlanmış eksik parçalar bıraktığını düşünüyorum. Şöyle ki,
kavramsal anlamıyla bir merkezin dışı olarak tanımlanan taşra’da, özellikle
erkekler, hayatlarını genellikle kahve, cemaat, tutunamayan kümelerinden
birinin içinde sürdürürler.
Dünya
Ağrısı’nda taşra’da yaşayan insanların yaşamlarından duyduğu eksiklik, bu eksiklikten
kaynaklanan hayatla bütünleşememe, sürekli yarım kalma hâllerinin vermiş olduğu
hüzün duygusu, merkezde bulunan ancak taşrada bulunmayan imkânlardan mahrum
kalmak, örneğin arızalanan bir araç yedek parçasını, okunmak istenen gazeteyi,
kitabı dahi bulamamak gibi mahrumiyetler, günlük dedikodular, insan ruhunu kara
bulutlar gibi kaplayan sıkıntılar ve bu sıkıntıların her gün yaşandığı, soluk
alındığı mekânların yeknesaklığı, tekdüzeliğe alışmış insanların çeşitli
sebeplerle şehre gelen kadın ve erkeklere farklı bir canlıymış, farklı bir
gezegenden gelmiş gibi takındıkları yabanıl tavırlar yetkin bir üslupla
imlenmesine rağmen, taşranın olmazsa olmazı “cemaat” olgusuna yeterince
değinilmemesini, kitabın eksik kalan en önemli puzzle parçası olarak düşünmek
gerekir.
Cemaatlere
yardım toplayan gönüllüler, cemaatlerin faaliyetlerine katılan insan karakterleri
bir şekilde kitabın içinde yer almalıydı. Örneğin, yardım toplamak için komşu
ilçeden gelen birkaç kişilik grup ve gruba mihmandarlık eden şehir yerlisinin
yolu otele düşecek şekilde kurgu yapılabilir, taşradaki cemaat olgusunun öyküsü
mihmandar karakteri üzerinden anlatılabilirdi.
Ayfer
Tunç’un, “Dünya Ağrısı”ında bir tabu’ya, yaşadığımız toplumun en hassas olduğu konulardan biri
olan Alevilik olgusuna da değindiğini
söylemiştik. Doğrudur. Ülkemizde birçok aile, ya da çeşitli etnik kimliğe mensup
gruplar, kendinden farklı mezhep sahibi birine kız vermeme geleneğini hâlâ
sürdürüyor. Ve bu tabu, toplumun
zihinsel kodları yenilenmediği sürece kısa vadede çok kolay yıkılacak gibi de
görünmüyor. Peki, gelecek için hiç mi umut yok? Toplum; sevgiye, aşka saygı
gösteren ve mezhep ayrımcılığını takmayan ailelere bakarak, bu mânâsız ayrışmayı
günün birinde sonlandırabilir mi? Doğrusu toplumdaki ayrışmanın iyice
belirginleştiği şu dönemde yıllardır sürüp giden yerleşik aktöreler için hemen,
bir çırpıda sonlanır demek, gerçekten zor.
Bunca
sözden sonra biz; kitabı okumak isteyen
meraklı okurlar için “Dünya Ağrısı”ından kısa bir alıntı yapalım ve soruların
yanıtlarını okura bırakırken, herkese, Yunus Emre’nin “yaratılanı severim, yaratandan ötürü” deyişini gerçek mânâda içselleştirmek
gerektiğini bir kez daha anımsatalım.
Yoksa
bu dünya’nın ağrısı bitmez.
“Ben de onu adam sanırdım," dedi. "Sevdiği
kızı almaktan aciz, korkağın tekiymiş meğer.” Mürşit'e döndü, sesi öğüt verir
gibi yumuşadı. “Oğlum bir erkek bir kızı sevdiyse,” dedi “bütün dünyayı
karşısına alacak icabında. Aşkın kitabı bunu emreder.”
Romantik vecizelerine devam edecekti daha. Ama annesi
duyulur duyulmaz bir sesle sözünü kesti.
“Kız aleviymiş.”
Babası duraksadı. “Haa...” dedi. “O zaman başka..”
Sustular. Babasının aşka dair cümleleri uçtu gitti. Tartışılacak
bir şey kalmamıştı.” (Tunç, 2014:138
Fatih Yavuz Çiçek
Adalya Kültür Edebiyat Dergisi, Ocak-Şubat 2016 Sayı:1
Kaynaklar
Tunç Ayfer, Dünyanın Ağrısı (2014) Can Yayınları, İstanbul
2 yorum:
Oldukça detaylı anlatmışsınız.Gördüğüm fakat üzerinde durmadığım detaylar. İlginç geldi şimdi.
Ben de yazmıştım hakkında okuyunca. http://www.buyulugerceklik.com/2016/02/kelimelerle-sklms-bir-yumruk-dunya-agrs.html
Çok sevmiştim kitabı. Odaklandığımız yerler, her kitabın okuyucu ile ne kadar subjektifleşebildiğini gösteriyor şimdi bana.
Selamlar,
Mürşit karakteri daha derinlemesine incelenebilirdi belki. Mürşit'in oğlu Özgür'ü ve diğer karakterlerde kısa kısa analiz edilebilir miydi? Elbette, edilebilirdi ama ben kitabın iki ana kolonu üzerinden yürümeyi tercih ettim.
Okuyarak kattığınız değer için teşekkür ederim. İyilikle kalın.
Yorum Gönder