“Hiç akıl edip de düşünen var mı?
Gün kimin hesabına tutar akşamı,
Rahmetinden kim demlenir bulutun”
Ahmed Arif
Sıcak
çayını yudumladı. Elindeki zarları avucunda çalkalayıp oyun tahtasının ortasına
salladı. Tahtanın köşesine çarpan zarlar güvercin gibi takla atarak pulların üstüne
düştüler. Zarların düşeş geldiğini görünce gevrek gevrek güldü. “İki mars bir
ters” olur demiştim muhtar, bu köyde beni tavlada yenecek yiğit daha anasından
doğmadı” dedi Emin Aga.
“Haklısın”
dedi muhtar. “Haklısın, Sezarın hakkı Sezara. Tavlada senden el almak zor amma gün ola, devran döne, gün ola, umut yetişe.”
Karşılıklı
gülüştüler. Gözünün önünde uçuşup duran sineği eliyle kovaladıktan sonra: “Var
mısın yeni bi’oyun daha oynamaya?” diye sordu Emin Aga.
“Oynarım
oynamasına da ziraattan mühendis gelecekmiş. Onu bekliyorum. Eli kulağındadır.
Misafiri kahvede karşılamak istemiyorum, muhtarlığa gideceğim.”
“Hayrola!
Mühendis ne için geliyormuş?”
“Biliyorsun,
iki yıldır bahar girmeden sebze meyveyi soğuklar pek fena vuruyor. Köylü çok
zarar etti. Ahali, bıldırki soğuklar bu sene de olursa hâlimiz hepten duman
olur diye dertlenip duruyordu. Ben de Kaymakama gidip durumu anlattım. O da
Tarım Müdürünü arayıp köye bi’ziraat mühendisi gönderilmesini istedi. Mühendis
meyve ağaçlarının ilkbahardan önce bakımı nasıl yapılır onu anlatacakmış. Senin
anlayacağın bugün dışarlıklı misafirimiz var.”
Sözünü
bitiren muhtar elini dizine vurdu. “Bana müsaade” dedi. Ayağa kalktı. Şapkasını
düzeltti. “Kelle başı çayları benim hesaba yaz Nâzım” diye ocakçıya seslendi.
Emin
Aga kahvede yalnız kalınca gürüldeyen sobanın kenarındaki sandalyelerden birine
ilişti. Soğuğa yiğitlik olmaz sözünü kim bilir kaç kere duymuştu büyüklerinden.
Kuru ayaza insan dayanamıyordu ki ağaçlar dayansın. İki yıl önce elma
bahçelerini don vurunca kıyıda köşede sakladığı hazırdan yemişti köylünün
birçoğu. Köylü için tersine giden zaman acı, yokluk ölüm demekti. Bu yüzden
alacak vereceklerini hattâ köyde düğünleri bile ertelemek zorunda kalmışlardı
mahsulün düşüklüğünden.
Kendi
zararı da büyük olunca eniştesinin anlata anlata bitiremediği Fransa’ya,
görmeyi çok arzuladığı Dijon’a gitmişti üç aylığına. Bastırılmış arzular her
insanın kalbinde taşıdığı gizli bir kamburdur. Sonunda kararını verip içindeki
kamburu söküp atmış, turist vizesiyle girdiği Burgonya Bölgesi’ndeki üzüm
bağlarında eniştesinin de yardımıyla kaçak işçi olarak çalışmaya başlamıştı.
Niyeti üç beş kuruş para biriktirmekti ama kazandığı para tatlı gelince vizesi
dolmasına rağmen köye dönmemiş, risk alarak bu sefer de bir şarap fabrikasında
kaçak çalışmaya devam etmişti.
Sonra
nasıl olduğunu anlamadan göçmen polisinin karşısında bulmuştu kendisini.
Eniştesinin çok önceden verdiği akılla hemen “sığınma hakkı” istemişti
Fransa’dan. Başvurusu kabul edilirse çoluk çocuğunu da getirtip yerleşecekti
Fransa’ya. Planı buydu. Sorgu odasında vatanı aleyhinde yalan yanlış uydurduğu
hikâyeler içine oturmuş, yerleştirildiği mülteci kampında çok acı çekmişti.
Dilini bilmediği insanların yurdunda acının girdiği yürekte ne kimlik ne
pasaport sormadığını yaşayarak öğrenmişti. Yalnızdı mülteci kampında.
Yapayalnız. Günleri iç karartan duvarlar arasında geçiyor, gece olunca
karanlığı bir mızrak gibi kalbine saplayarak uyumaya çalışıyordu. Genci,
yaşlısı, esmeri, sarışını yüzlerce insan yaşıyordu kampta. En çokta
Afrikalılar. Yüzleri, saçları, gözleri, giyim kuşamları birbirine benzeyen,
yoksul ama göçmenlik başvurusuna umutla, sıkı sıkıya tutunmuş Afrikalılar sanki
başka bir dünyadan gelmiş gibi nasıl da rahattılar. Şarkı söylüyor, dans
ediyor, hep birlikte eğleniyorlardı akşamları. Emin Aga’nınsa her şey üstüne
üstüne geliyordu. Yapacak bir iş bulamayınca tavla oynamaya vermişti kendini.
Beden dili ve işaret diliyle konuşarak anlaşmaya çalıştığı Asya’lı bir
mülteciyle tavla oynuyordu günaşırı.
Mülteci
kampında iyice anlamıştı ki insan köksüz bir bitki değildi. Emin Aga’nın
kökleri köyündeydi. Sığınma talebinin sonucunu beklerken, köye dönüş isteği de
gizliden gizliye kanayan bir yaraya dönüşmüştü. Uçak biletinin eline
tutuşturulup sınır dışı kararının bildirilmesini müjdeli haber bekler gibi dört
gözle bekliyordu ancak kimsenin onun yarasını tez zamanda müjdelerle sarmak
gibi düşüncesi yoktu.
Üç
ay geçirmişti mülteci kampında. Birbirinin aynısı günler her sabah dallarına
konan ve akşam olunca yakalanmadan uçup giden kuş sürüleri gibi geçip gitmişti.
Ara sıra ziyaretine gelen eniştesi de olmasa çıldıracaktı neredeyse. Köyünün
kekik kokan, iğde kokan yamaçlarını, geride bıraktığı karısını, çocuklarını özlemiş,
Fransa’da yeni bir hayat kuramayacağını geç de olsa anlamıştı.
Umudunu
yitirdiği günlerden birinde “talebin reddedildi gidiyorsun” demişlerdi ona.
Geri dönüş haberini duyunca sevinçten havalara uçmuştu. İyice içine çöken
gözleri ışıldamış, ruhunu ıslak bir keçe gibi ağırlaştıran sıkıntıları akıp
gitmişti üzerinden. Sağ salim varırsam toprağını öpeceğim memleketimin diye
ahdetmişti. Uçaktan iner inmez yere kapaklanmış beton zemini öpmüştü.
“Hey
gidinin Fransa’sı” diye iç geçirdi. Bi’çay daha istedi ocaktan. Mühendisin
geleceği haberine sevinmişti. Şarap fabrikasında çalışırken sirke yapımını da
öğrenmişti. Elma bahçesinin yarısını üzüm bağına dönüştürmek istiyordu
çoktandır. Planı hazırdı. Bir kez daha risk alacaktı. “Mühendisle konuşur bağ
için teşvik alırım. Hem üzüm hem de elmadan sirke yapar satarım. Elin Fransız’ı
üzümden neler neler yapıyor biz niye yapmayalım” diye düşünüyordu epey
zamandır.
Kahveden
dışarı baktı. Muhtar yanında yabancı biriyle yaklaşıyordu. Mühendis olmalıydı
yanındaki adam. Selam verip oturdular. Hoş beşten sonra yan masada tavla
oynayanları gören mühendis: “Arkadaşlar, bu oyun basit gibi görünür ama derin bir
strateji ve taktik gerektirir” dedi. “Oooo mühendis bey, burada tavlanın pirî
Emin Aga var. Tâ Fransa’da bile tavla oynamışlığı vardır. Köyde onu kimse
yenemiyor” dedi muhtar.
“Ya,
demek öyle. Ben de tavla oynarım az buçuk. İsterse bi’oyun kurarız Emin
Aga’yla.”
“Kelle
başı çay ısmarlamayı kabul edersen olur, oynarız, seni kırmayız be mühendis bey.”
Başını
olur mânasında salladı mühendis. “Getirin tavlayı” dedi. Emin Aga bir yandan
oynuyor bir yandan da: “Bu yörede tavlayı bir ben oynarım bir de Efe Mehmet”
diyordu şen şakrak lâtifelerle. Mühendis ise gülümsüyordu anlatılanlara. Oyunu
kazanınca: “Hafif geldin mühendis bey” diye takıldı Emin Aga. “Misafirimiz
olmasaydın, vallahi billahi tavlayı koltuğunun altına sıkıştırır seni öyle
gönderirdik şehre.”
Hep
birlikte gülüştüler. Gülüşme sesleri kesilince mühendis: “Tavla oynarken bahsettiğin
Efe Mehmet’i tanır mısın? Kimdir? Kimin nesidir? Nerde yaşar? Onunla hiç tavla
oynadın mı?” diye sordu. “Yok” dedi Emin Aga. Namını duydum sadece. Şehirde
yaşarmış. Tavla oynarken önce pulları oynar sonra zarları atarmış. Tavlada o
derece ustaymış senin anlayacağın.”
“Bak
sen” dedi mühendis. Eliyle kahvenin kenarındaki cızbız köfteciyi işaret ederek:
“Karnımız acıktı Emin Aga. İstersen bi’oyun daha oynayalım. Yenilen kahvedekilere
kelle başı köfte ısmarlasın, karnımızı doyursun, olur mu?” diye sordu.
Bir
kahkaha attı Emin Aga. “Yenilen pehlivan güreşe doymaz derler mühendis bey.
Peki, oynayalım ama yenilince sözünden caymak yok, tamam mı?”
Pulları
dizip yeniden oynamaya başladılar. Oyun başlayınca Emin Aga’nın rengi atıverdi.
Çünkü mühendis ilk oyundaki gibi acemice değil tıpkı Efe Mehmet gibi önce
pulları oynuyor, ardından zarları atıyordu. “Ne oldu Emin Aga, şaşırdın mı?”
“Bizi
oyuna getirdin getirmesine de, meraklanırım, sormadan edemem. Efe Mehmet gibi tavla
oynamayı nerde öğrendin mühendis bey?”
“Efe
Mehmet benim” dedi mühendis. Tavlada senin bileğinin kolay kolay bükülmediğini yolda
gelirken muhtar anlatınca biz de sana küçük bi’oyun oynayalım dedik Emin Aga.”
Gülüştüler
karşılıklı. Ekmek arası köfteleri yerken, meyve bahçelerini vuran soğuklardan,
Fransa’dan, oradaki üzüm bağlarından ve sirke yapımından konuştular. “Gün ola, devran döne,” dedi muhtar.
“Haydin, buradan doğru Emin Aga’nın bahçesine eğitime gidiyoruz arkadaşlar. “Gün ola, umut yetişe.”
Zengin
kalkışıyla ayaklandılar.
Fatih
Yavuz Çiçek
Ayna İnsan 2016, Sayı:18
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder