"Gözleri içine düşmüş kırık bir kukla gibiyim."
E.M. Cioran, Burukluk, syf.32
Dün sabah elbise dolabını açınca karşımda iplerinden asılmış vaziyette sallanan, gözleri oyuk bir kukla gördüm. Ürperdim. Şaşırdım. Kâbus görüyorum sandım. Gözlerimi ovuşturdum endişeyle. Sonra eğilip karşımdaki ahşap gövdeyi inceledim, ellerimle dokundum kuklanın oyuk gözlerine. Kâbus muydu? Hayır! Gördüğüm, dokunduğum gövde kâbus değil gerçekti ve asıl önemlisi kim, nereden bulmuş, hangi amaçla koymuştu onu buraya?
Kâbus görmediğimden emin olmama rağmen kukladan hızla uzaklaştım. Kullanmaya ara verdiğim halüsinasyon ilaçlarını aradım komodin çekmecelerinde. Zihnimde beliren
soruların yanıtlarına odaklanmaya çalıştım pürtelaş gelişen bir iç itkiyle. Bir yandan relaks dedim. Relaks oğlum, kendine gel. Böyle mücadele edemezsin geçmişle.
Ben askerlik görevimi terör olaylarının
en yoğun yaşandığı dönemde yapanlardanım. Sürekli tetikte yaşamanın, silahlı
çatışmalara girmenin etkisini terhisimden sonra uzun süre üstümden atamamıştım.
Sık sık kâbuslar görürdüm o zamanlar. Beynimin içinde uğuldayan silah
sesleriyle uyanırdım bazen. Terlerdim. Göğsümden fışkırıp tenime yayılan terin
ıslaklığını kan sızıntıları zannederdim çoğunlukla.
Terhis olunca küçük bir benzinlikte
çalışmaya başlamış, evlenmiştim. Görücü usulü evliliğimin
ilk günlerinde birbirini iyi tanımayan iki insan, aynı ipin üstünde yürüyen iki
cambaz gibi birbirimizin gölgesine tutunarak yürüyorduk. İpin dışında var
olacağımız başka bir dünya yoktu. Farkındaydık. Gösteri bittiğinde zamanı
soyutlayarak sığınabileceğimiz herhangi bir ada, üstünde uçarak mekân ve boyut
değiştirebileceğimiz sihirli bir halımız da yoktu. Böyle nefes aldığımız sürece
üzerime çöken kâbuslar sirkine mahkûmduk. O ne hissediyordu bilmiyorum ama benim için bu
gerçeği bütün çıplaklığıyla kabullenmek bildiğim bütün keskin yanlarımı şiddetle
bileyleyen ve görünmeden çalışan düş öğütücü bir alete dönüşmüştü sanki. Hayat;
tıpatıp, gözyaşları içinde izlediğimiz “Acı Hayat” filmi gibi içimizi acıtarak ilerliyordu. Final yakındı. Filmin sonu da bizim sonumuz da belliydi ve mevcut koşullara bakıldığında
ikimizi bekleyen final sahnesi gayet olağan görünüyordu. Çünkü her şeyin, herkesin
bir yerlerden güç aldığı dünyada acı, insanın hayatın içine işleyen
imkânsızlığından, imkânsızlığın sönmek nedir bilmeyen nârından alıyordu
bütün gücünü.
Bizse zayıftık. Parasız, pulsuz, yoksulduk. Sürekli aynı yoksulluğun üstünde kâbuslarla yürümekten yorgun, güçsüz, finişe doğru koşar adım sürükleniyorduk. Mutsuzduk. Mutsuz, mutsuz, mutsuz...
Olması gereken şey birbirimizi daha
fazla kırmadan dökmeden yolları ayırmaktı. Ve nihayet olması beklenen,
yaşanılması gereken o kaçınılmaz ayrılık sahnesini gerçekleştirdik günün
birinde. Peşimi bırakmayan kâbuslarımın şiddetine dayanamayan eşim, çocukları
da yanına alarak evi terk etti. Boşanmıştık en sonunda.
Vietnam Sendromu diye bir hastalık olduğunu
öğrendiğimde her şey için çok geçti. Yaşadığım kâbuslara son vermek amacıyla daha
fazla gecikmeden tedavi görmeye başlamıştım. Tedavi iyi gelmişti. Bu arada
talihim de dönmüş, çalıştığım benzinliğin işletme hakkını başka işlere
yöneleceğini söyleyen patronumdan kâr ortaklığıyla kiralamış, kendi işimi
kurmuştum.
Zaman geçtikçe işler büyüdü. Allah yürü
ya kulum der hani. Öyle işte. Benzinlik birken iki oldu. Üç, beş derken orta
ölçekli bir benzinlik zinciri kurmuştum kendime. Yüzlerce insan çalışıyor, binlerce
araç konaklıyordu GNZ Petrol ve Dinlenme Tesislerinde.
“Hey” dedi bir ses. “Dalıp gittin. Uyan
artık! Yüzüme bak?”
Yanlış duymuyordum. Dönüp baktım. Ses kukladan
geliyordu. Onun gerçek olduğu fikrinde yanılıyor muydum? Bunca yıl sonra
kâbuslarım geri mi dönüyordu. Gördüğüm kukla, Vietnam Sendromunda yeni
atakların işareti miydi yoksa? Kuklaya doğru yürüdüm. “Sen de kimsin” dedim hışımla.
“Buraya nasıl geldin? Kim getirdi seni? Hem gözlerin, senin gözlerin niçin yok?”
Bir kahkaha sesi yükseldi kukladan. “Korkma” dedi. “Ben senin ruhunun sûretiyim.
Ruhunun dönüştüğü en son noktayım. Bakıyorum da paranın ışığı ruhunla birlikte
gönül gözlerini de körleştirmiş. Seni iyilikle uyarmak istedim. Beni ne hâle
getirdiğini, güç hırsıyla yanıp tutuşan dünyevî gözlerinle açık seçik görmeni istedim
sadece.”
Kolay gelmemiştim bulunduğum noktaya.
Tırnaklarımla, acımasız hayatın dikenli köklerine tutunarak çıkmıştım zirveye.
Bu saatten sonra oradan inmem için bir sebep yoktu. Çocukların yurtdışındaki eğitimine
dünya kadar para ödüyordum. Eski eşime dayalı döşeli bir ev almıştım. Emrine
amade araba, bir de şoför vermiştim. Evinin masraflarını ben karşılıyordum.
Kredi kartlarını ben ödüyordum. Ayrılmış olsam da çocuklarımın anasıydı
sonuçta. Lüks restoranlara gidiyor, en iyi otellerde tatil yapıyor, canımın
istediği kadınla birlikte yaşıyor, sıkılınca bir başkasını buluyordum. Son
model pahalı arabaları seviyordum. Beğenmediğimi anında değiştiriyor, yoksul
geçen günlerimin intikamını alıyordum hayattan.
“Farkında mısın? Bütün bunları kurduğun
sömürü düzeniyle yapıyor; kendini kandırıyorsun” dedi kukla. İşçileri bir tam
gün çalıştırıp yalnızca bir tam gün dinlendiriyorsun. Oysa bir tam gün
çalışmanın yasal karşılığı üç tam gün dinlenmedir. Fazla çalıştırmanın
karşılığında fazla mesai de ödemiyorsun. Üç vardiya kurmaksa işine gelmiyor.
Çünkü sana göre üç vardiya demek fazladan çalışacak adam ve kârdan eksilecek
para demek. Üstelik yanında çalıştırdığın adamların ne yıllık izinleri ne de iş
güvenceleri var. Doğru düzgün tedbir almıyor, onların hayatlarını
önemsemiyorsun. Kurduğun düzene azıcık itiraz edeni kulağından tuttuğun gibi
kapının önüne koyuyorsun. En kötüsü de ne biliyor musun? Kimseye tazminat vermiyorsun. Daha geçen gün
işten çıkardığın pompacıya tazminat vermemek için sahte hırsızlık raporu
düzenletip adama üstüne üstlük bir de iftira attın. Rüşvet ve kirli işlerse vazgeçilmez
alışkanlığın oldu. Gözlerimi soruyorsun. Bu gözleri sen oydun sen, başkası
değil!”
Kukla çok fazla konuşuyordu. Ezmezsen
ezilirsin. Acırsan, acınacak duruma düşersin. Hele bir sendelemeye gör, anında
yıkılırsın. Yıkılırsan bir daha ayağa kalkamaz köpek gibi sürünürsün. Benim bu
yaştan sonra ezilmeye de sürünmeye de niyetim yoktu. Kalktım. Kuklayı asıldığı yerden
aldığım gibi salona götürdüm. Şöminenin közünü karıştırdım. Birkaç odunla ateşi
canlandırdım. Kuklayı ateşin ortasına bıraktım. O çıtır çıtır yanarken ben yatak
odasına geçtim. Sevgilim duştan çıkmış giyiniyordu. “Biriyle mi konuşuyordun”
dedi. “Sanki konuşma sesleri duydum.”
Güldüm. Söylenen yalanlar gerçeğin
delillerini kaygan sözcüklerin içinde saklar. “Kulakların hayâli sesler mi duymaya
başladı ne? Bir doktora görün istersen” dedim. Üstümü giyinip evden çıktım.
Günüm keyifsiz geçti. Gazeteler, televizyonlar, sosyal medya hepsi de son
günlerde artan iş kazalarını gündemde tutmaya devam ediyordu. Canım sıkılmıştı.
Yapılacak en iyi şey kısa süreliğine bu gündemden uzaklaşmaktı. Ege’de Mykonos
Adası geldi aklıma. Gidenlerden duymuştum methini. Sekreteri arayıp beş
yıldızlı bir otelde ertesi gün gidilecek şekilde on günlük rezervasyon
yaptırttım.
Akşam erkenden yattım. Bu sabah; dün elbise
dolabında iplerinden asılmış vaziyette gördüğüm kuklayı, hem gözleri, hem de
kalp tarafı genişçe oyulmuş bir hâlde tekrar karşımda buldum.
Usulca kalktım. Hiç konuşmadan kuklanın sol göğsündeki boşluktan içeri baktım. Gözlerimin sanki kırmızıbiber sosuna batırılmış
gibi acıyla yandığını hissettim.
Çığlık çığlığa haykırdım. Ellerimi
gözlerime götürüp aynayı aradım.
Görmüyordum.
fy
1 yorum:
Merhaba, yazınız için teşekkürler. Bloggerların sosyal paylaşım ve buluşma noktasına sizleri de bekleriz.
Yorum Gönder