Şiir, Edebiyat, Kültür, Sanat

17 Şubat 2018 Cumartesi

Kukla


"Gözleri içine düşmüş kırık bir kukla gibiyim."
                                                        E.M. Cioran, Burukluk, syf.32

Dün sabah elbise dolabını açınca karşımda iplerinden asılmış vaziyette sallanan, gözleri oyuk bir kukla gördüm. Ürperdim. Şaşırdım. Kâbus görüyorum sandım. Gözlerimi ovuşturdum endişeyle. Sonra eğilip karşımdaki ahşap gövdeyi inceledim, ellerimle dokundum kuklanın oyuk gözlerine. Kâbus muydu? Hayır! Gördüğüm, dokunduğum gövde kâbus değil gerçekti ve asıl önemlisi kim, nereden bulmuş, hangi amaçla koymuştu onu buraya?

Kâbus görmediğimden emin olmama rağmen kukladan hızla uzaklaştım. Kullanmaya ara verdiğim halüsinasyon ilaçlarını aradım komodin çekmecelerinde. Zihnimde beliren soruların yanıtlarına odaklanmaya çalıştım pürtelaş gelişen bir iç itkiyle. Bir yandan relaks dedim. Relaks oğlum, kendine gel. Böyle mücadele edemezsin geçmişle.

Ben askerlik görevimi terör olaylarının en yoğun yaşandığı dönemde yapanlardanım. Sürekli tetikte yaşamanın, silahlı çatışmalara girmenin etkisini terhisimden sonra uzun süre üstümden atamamıştım. Sık sık kâbuslar görürdüm o zamanlar. Beynimin içinde uğuldayan silah sesleriyle uyanırdım bazen. Terlerdim. Göğsümden fışkırıp tenime yayılan terin ıslaklığını kan sızıntıları zannederdim çoğunlukla.

Terhis olunca küçük bir benzinlikte çalışmaya başlamış, evlenmiştim. Görücü usulü evliliğimin ilk günlerinde birbirini iyi tanımayan iki insan, aynı ipin üstünde yürüyen iki cambaz gibi birbirimizin gölgesine tutunarak yürüyorduk. İpin dışında var olacağımız başka bir dünya yoktu. Farkındaydık. Gösteri bittiğinde zamanı soyutlayarak sığınabileceğimiz herhangi bir ada,  üstünde uçarak mekân ve boyut değiştirebileceğimiz sihirli bir halımız da yoktu. Böyle nefes aldığımız sürece üzerime çöken kâbuslar sirkine mahkûmduk. O ne hissediyordu bilmiyorum ama benim için bu gerçeği bütün çıplaklığıyla kabullenmek bildiğim bütün keskin yanlarımı şiddetle bileyleyen ve görünmeden çalışan düş öğütücü bir alete dönüşmüştü sanki. Hayat; tıpatıp, gözyaşları içinde izlediğimiz “Acı Hayat” filmi gibi içimizi acıtarak ilerliyordu. Final yakındı. Filmin sonu da bizim sonumuz da belliydi ve mevcut koşullara bakıldığında ikimizi bekleyen final sahnesi gayet olağan görünüyordu. Çünkü her şeyin, herkesin bir yerlerden güç aldığı dünyada acı, insanın hayatın içine işleyen imkânsızlığından, imkânsızlığın sönmek nedir bilmeyen nârından alıyordu bütün gücünü. 

Bizse zayıftık. Parasız, pulsuz, yoksulduk. Sürekli aynı yoksulluğun üstünde kâbuslarla yürümekten yorgun, güçsüz, finişe doğru koşar adım sürükleniyorduk. Mutsuzduk. Mutsuz, mutsuz, mutsuz...

Olması gereken şey birbirimizi daha fazla kırmadan dökmeden yolları ayırmaktı. Ve nihayet olması beklenen, yaşanılması gereken o kaçınılmaz ayrılık sahnesini gerçekleştirdik günün birinde. Peşimi bırakmayan kâbuslarımın şiddetine dayanamayan eşim, çocukları da yanına alarak evi terk etti. Boşanmıştık en sonunda.

Vietnam Sendromu diye bir hastalık olduğunu öğrendiğimde her şey için çok geçti. Yaşadığım kâbuslara son vermek amacıyla daha fazla gecikmeden tedavi görmeye başlamıştım. Tedavi iyi gelmişti. Bu arada talihim de dönmüş, çalıştığım benzinliğin işletme hakkını başka işlere yöneleceğini söyleyen patronumdan kâr ortaklığıyla kiralamış, kendi işimi kurmuştum.

Zaman geçtikçe işler büyüdü. Allah yürü ya kulum der hani. Öyle işte. Benzinlik birken iki oldu. Üç, beş derken orta ölçekli bir benzinlik zinciri kurmuştum kendime. Yüzlerce insan çalışıyor, binlerce araç konaklıyordu GNZ Petrol ve Dinlenme Tesislerinde.

“Hey” dedi bir ses. “Dalıp gittin. Uyan artık! Yüzüme bak?”

Yanlış duymuyordum. Dönüp baktım. Ses kukladan geliyordu. Onun gerçek olduğu fikrinde yanılıyor muydum? Bunca yıl sonra kâbuslarım geri mi dönüyordu. Gördüğüm kukla, Vietnam Sendromunda yeni atakların işareti miydi yoksa? Kuklaya doğru yürüdüm. “Sen de kimsin” dedim hışımla. “Buraya nasıl geldin? Kim getirdi seni? Hem gözlerin, senin gözlerin niçin yok?”

Bir kahkaha sesi yükseldi kukladan.  “Korkma” dedi. “Ben senin ruhunun sûretiyim. Ruhunun dönüştüğü en son noktayım. Bakıyorum da paranın ışığı ruhunla birlikte gönül gözlerini de körleştirmiş. Seni iyilikle uyarmak istedim. Beni ne hâle getirdiğini, güç hırsıyla yanıp tutuşan dünyevî gözlerinle açık seçik görmeni istedim sadece.”

Kolay gelmemiştim bulunduğum noktaya. Tırnaklarımla, acımasız hayatın dikenli köklerine tutunarak çıkmıştım zirveye. Bu saatten sonra oradan inmem için bir sebep yoktu. Çocukların yurtdışındaki eğitimine dünya kadar para ödüyordum. Eski eşime dayalı döşeli bir ev almıştım. Emrine amade araba, bir de şoför vermiştim. Evinin masraflarını ben karşılıyordum. Kredi kartlarını ben ödüyordum. Ayrılmış olsam da çocuklarımın anasıydı sonuçta. Lüks restoranlara gidiyor, en iyi otellerde tatil yapıyor, canımın istediği kadınla birlikte yaşıyor, sıkılınca bir başkasını buluyordum. Son model pahalı arabaları seviyordum. Beğenmediğimi anında değiştiriyor, yoksul geçen günlerimin intikamını alıyordum hayattan. 

“Farkında mısın? Bütün bunları kurduğun sömürü düzeniyle yapıyor; kendini kandırıyorsun” dedi kukla. İşçileri bir tam gün çalıştırıp yalnızca bir tam gün dinlendiriyorsun. Oysa bir tam gün çalışmanın yasal karşılığı üç tam gün dinlenmedir. Fazla çalıştırmanın karşılığında fazla mesai de ödemiyorsun. Üç vardiya kurmaksa işine gelmiyor. Çünkü sana göre üç vardiya demek fazladan çalışacak adam ve kârdan eksilecek para demek. Üstelik yanında çalıştırdığın adamların ne yıllık izinleri ne de iş güvenceleri var. Doğru düzgün tedbir almıyor, onların hayatlarını önemsemiyorsun. Kurduğun düzene azıcık itiraz edeni kulağından tuttuğun gibi kapının önüne koyuyorsun. En kötüsü de ne biliyor musun? Kimseye tazminat vermiyorsun. Daha geçen gün işten çıkardığın pompacıya tazminat vermemek için sahte hırsızlık raporu düzenletip adama üstüne üstlük bir de iftira attın. Rüşvet ve kirli işlerse vazgeçilmez alışkanlığın oldu. Gözlerimi soruyorsun. Bu gözleri sen oydun sen, başkası değil!”

Kukla çok fazla konuşuyordu. Ezmezsen ezilirsin. Acırsan, acınacak duruma düşersin. Hele bir sendelemeye gör, anında yıkılırsın. Yıkılırsan bir daha ayağa kalkamaz köpek gibi sürünürsün. Benim bu yaştan sonra ezilmeye de sürünmeye de niyetim yoktu. Kalktım. Kuklayı asıldığı yerden aldığım gibi salona götürdüm. Şöminenin közünü karıştırdım. Birkaç odunla ateşi canlandırdım. Kuklayı ateşin ortasına bıraktım. O çıtır çıtır yanarken ben yatak odasına geçtim. Sevgilim duştan çıkmış giyiniyordu. “Biriyle mi konuşuyordun” dedi. “Sanki konuşma sesleri duydum.”

Güldüm. Söylenen yalanlar gerçeğin delillerini kaygan sözcüklerin içinde saklar. “Kulakların hayâli sesler mi duymaya başladı ne? Bir doktora görün istersen” dedim. Üstümü giyinip evden çıktım. Günüm keyifsiz geçti. Gazeteler, televizyonlar, sosyal medya hepsi de son günlerde artan iş kazalarını gündemde tutmaya devam ediyordu. Canım sıkılmıştı. Yapılacak en iyi şey kısa süreliğine bu gündemden uzaklaşmaktı. Ege’de Mykonos Adası geldi aklıma. Gidenlerden duymuştum methini. Sekreteri arayıp beş yıldızlı bir otelde ertesi gün gidilecek şekilde on günlük rezervasyon yaptırttım.

Akşam erkenden yattım. Bu sabah; dün elbise dolabında iplerinden asılmış vaziyette gördüğüm kuklayı, hem gözleri, hem de kalp tarafı genişçe oyulmuş bir hâlde tekrar karşımda buldum.

Usulca kalktım. Hiç konuşmadan kuklanın sol göğsündeki boşluktan içeri baktım. Gözlerimin sanki kırmızıbiber sosuna batırılmış gibi acıyla yandığını hissettim.

Çığlık çığlığa haykırdım. Ellerimi gözlerime götürüp aynayı aradım.

Görmüyordum.

fy


1 yorum:

Blog World dedi ki...

Merhaba, yazınız için teşekkürler. Bloggerların sosyal paylaşım ve buluşma noktasına sizleri de bekleriz.