Kıran kırana geçen her futbol maçından sonra terden sırılsıklam olmuş gövdemi yemyeşil çimlere bırakırdım. Sonra güvercinlerin masmavi gökyüzünde takla atarak savruluşlarını izler, bir süre “göğe bakarak” öylece kalırdım. Göğün maviliğine dalmak, çocuk yetiştirme yurdunun ön bahçesindeki parkta salıncağa bindiğim, kendimi kuş gibi hissettiğim günlerimi anımsatırdı. Salıncakta yükseğe, daha yükseğe çıktıkça göğe dokunacağımı sanırdım. Tutunduğum zincirleri bırakıp korkusuzca öne doğru uzattığım ellerimle her seferinde kocaman bir boşluğu avuçlamak, yıllarca en çok keyif aldığım oyunlardan biri olmuştu.
Ulu ağaçlarla çevrili İdman
Yurdunun kenarındaki eski ve kullanılmayan “İtfaiye Kulesini” kendilerine barınak
olarak seçen yaban güvercinleri, aynı zamanda bizim takımın simgesiydi. Yıllar
önce kurulan Askeri Fabrikalarda çıkabilecek yangınları gözetlemek amacıyla inşa
edilen kule, kaderine terk edildikten sonra güvercinlerin sığınağına
dönüşmüştü.
Bizim sığınağımızsa, benim
yaşıtım çocuklarla birlikte yaşadığımız A-Bloktu. Belki güvercinler gibi özgür
değildik ama en az onlar kadar kalabalık ve masumduk. Güvercinlerden tek
farkımız belki de annesiz, babasız büyüyor olmamızdı. Bakıcı annelerimiz, müdür
babamız vardı. Fakat kokusunu içime çektiğim bir çiçeğin doğallığını, saçlarıma
değen meltemin yumuşaklığını onlara yaklaştığım hiçbir ortamda duyumsayamazdım. Kurallara
uymadığım zamanlarda bakıcı annelerin kulaklarımı çeken, tenime değen ellerini gürgen
bir sopaya, bakışlarını buzları hiç çözülmeyen kutuplara benzetir, üşür, içimdeki tarif edilmez boşluğu güneşle dolduramadığım için bir türlü de ısınamazdım. Yüreğimin buzlarını
ısıtmaya çabaladığım tek ateş kaynağım düşlerimdi. Bunalınca o düş denizine
eğilir, dilek tutup taş sektirirdim. Öğretmenimiz, taşın üç kez suyun üstünde
sekmesi hâlinde dileğimizin kabul olacağını söylerdi.
Eylül doğumluydum. Yetiştirme yurdunda
eskittiğim her Eylülde dış kabuğum biraz daha sertleşirken, içimde çocuksu bir bölgenin yumuşaklığını koruyarak büyümüştüm. Büyüdükçe ağa takılan balıklara benziyordum. Kendi
eksenimde çırpınıyor, etrafımı saran ağları yırtmak için çabalıyor, asıl var olmam
gerektiğini düşündüğüm engin sulara, rengârenk çiçeklerin açtığı büyük
şehirlerin, "derin saat"lerine yüzmek istiyordum.
Başka balıklar seyrettim. Başka balıklar
keşfettim suyun ağır, ısrarlı kütlesi altında.
Başka balıklar.. mor, lâcivert, kuzgûni, sarı..
Mühürlenmiş solungaçları ve şişirilmiş göz kapakları..
Sedef melânkoliler, kehribar yüzgeçler,
dipte gizlenen kalın
kumlu yaralar..
Kalpte kıvranan çığlığın nasıl
ilerlediğini gördüm, yol bulduğu anda mercan
çubuklara çarpa çarpa. Yüzüme çarpa çarpa
keskinleşen acı ıslık
ılık bir nefese dönüştü, fark ettim,
taşıracaktı neredeyse denizi titreşimleri.
Orada büyük, kovulmuş ıssızlıktı balıklar..
Hissettim.
Muazzep bir ruh neden iyileşmez, anladım, derin
oyuklara kendi tozunu kazısa da. İflâh olmaz,
bildim, sağır mağaralarda ikizini arar gibi balık
dilini sayıklasa da..
...
Nafile, hiç silinmeyecek hayâl
akıntılarına sinmiş köpüren kabahati.
Suyu evi sanmak
ve balıklara adanmak gafleti
peşini hiç bırakmayacak.*
Başka balıklar seyrettim. Başka balıklar
keşfettim suyun ağır, ısrarlı kütlesi altında.
Başka balıklar.. mor, lâcivert, kuzgûni, sarı..
Mühürlenmiş solungaçları ve şişirilmiş göz kapakları..
Sedef melânkoliler, kehribar yüzgeçler,
dipte gizlenen kalın
kumlu yaralar..
Kalpte kıvranan çığlığın nasıl
ilerlediğini gördüm, yol bulduğu anda mercan
çubuklara çarpa çarpa. Yüzüme çarpa çarpa
keskinleşen acı ıslık
ılık bir nefese dönüştü, fark ettim,
taşıracaktı neredeyse denizi titreşimleri.
Orada büyük, kovulmuş ıssızlıktı balıklar..
Hissettim.
Muazzep bir ruh neden iyileşmez, anladım, derin
oyuklara kendi tozunu kazısa da. İflâh olmaz,
bildim, sağır mağaralarda ikizini arar gibi balık
dilini sayıklasa da..
...
Nafile, hiç silinmeyecek hayâl
akıntılarına sinmiş köpüren kabahati.
Suyu evi sanmak
ve balıklara adanmak gafleti
peşini hiç bırakmayacak.*
Denizi, denizin beni kendine çeken kokusunu bu sebeple
hep sevmişimdir. Şöyle etrafıma bakındım. Her taraf erguvanların eşsiz
güzelliğiyle kuşatılmıştı. İki çocuk, dalgaların üzerinde taş sektirmeye çalışıyordu.
Gözlerim oturduğum bankın etrafına serilen beyaz mozaik çakıllara kaydı. O anda
içimde çırpınan balığın peşimi hiç bırakmayan deniz tutkusuna dayanamadım. Avucuma aldığım küçük taşları,
belleğimde, denizin ortasındaymış gibi duran “İtfaiye Kulesi”ne doğru savurup
sektirmeye başladım.
“Nüfus cüzdanını düşürdün!”
Birkaç kez yinelenen bu sesi duyduğumda
İdman Yurdu ve İtfaiye Kulesi sanki Titanic gibi hızla suya battı. Dalıp
gittiğim denizden gözlerimi ayırıp ardıma döndüm.
Tıpkı o gün, maçtan sonra, soyunma
odasında giyinirken de nüfus cüzdanımı düşürmüştüm. Yetiştirme yurtları arasında
düzenlenen bölgesel futbol turnuvasına katılmıştık. Komşu İl’den gelen rakip takımın
öğretmeni düşürdüğüm nüfus cüzdanımı fark edip ardımdan seslenmişti.
“Nüfus cüzdanını düşürdün!”
“Fark etmedim öğretmenim”
“Senin soyadın “Akçalı” mı ?”
“Evet”
“Berdan’lısın; anne adın Melek, baba adın Ali Kemal, doğru mu?”
“Evet öğretmenim. Niçin sordunuz ?”
“Bizim kız yurdunda bir öğrencimiz var, adı Feride. O da senin gibi Berdan nüfusuna kayıtlı, onun da anne adı Melek,
baba adı Ali Kemal biliyor musun? Senin başka kardeşin var mı?”
Şaşırmıştım. Dilim tutulmuştu. Ne
söyleyeceğimi bilemeden, öylece donup kalakalmıştım. Öğretmen, yüzümün
şeklinden anlamış olmalı ki: “Anlaşılan kardeşin olduğunu bilmiyorsun, sizi görüştürelim
ister misin?” Demişti.
Konuşamıyordum. Başımı evet mânasında sallamıştım.
“Peki, ben yarın Feride’yi de alır gelirim” deyip gitmişti.
Sevinçliydim. Bedenime gömdüğüm
umut çekirdeği yıllar sonra nihayet uç vermiş, hayatın toprağına saldığım ilk yumru
bir kız kardeşimin var olduğu bilgisiyle canlanarak, nefes almaya başlamıştı. Yaşam
sadece bir umuda sarılarak nefes almaktan ibaret değildi elbette. Yaşam aynı
zamanda et’ti. Damarlarımızdaki kan’dı. Kendi kanımdan canımdan başka bir bedenin varlığını öğrenmekse benim için âdeta yeniden doğmaktı.
Heyecanlıydım. Bütün gece yatakta
bir sağa bir sola dönüp durmuştum. Ne yapsam heyecanımı yenemiyordum. Göğsüm
ökseye tutulan serçeler gibi çırpınıyordu. Oysa bir an önce uyumak, uykumu kardeşime
dair düşlerle süslemek istiyordum.
Yanımdaki pencereden yeryüzüne
göz kırpan yıldızların ışıltısını izledim bir süre. Buz pateni yapıyor gibi kayan
yıldız dikkatimi çekti. Kartopu gibi minnacık o yıldız dans ederek yaklaştı
yaklaştı, yaklaştıkça kocaman, ışıl ışıl parlayan yusyuvarlak kristal bir küreye
dönüştü. Yıldız küresi yatakhaneye yöneldiğinde üzerinde rengârenk açılan
paraşütle birdenbire yavaşladı. Cam kenarına geldiğinde kürenin ortası açıldı.
Gülümseyen melek yüzlü biri ışık harmonisinin arasından uçarak başucuma geldi.
Üstüme eğildi. “İyi uykular bebeğim” diyerek gözlerimden öptü. Bu öyle sıcak
bir öpüştü ki o zamana değin kapanmayan kirpiklerim ağırlaştı. Bindiğim hayâl
gemisinde uykuya dalmıştım.
Ertesi gün kardeşimle müdür
babamızın odasında karşılaştık. Ferideyle birbirimize sarıldığımızda gönül
tellerimiz kopmuştu artık. Ağlıyor, konuşamıyor fakat dökülen gözyaşlarımın
acı değil, sevinç veren güzellikte bir duygu sağanağına dönüştüğünü, ağlamanın da
coşkulu bir tadı olabileceğini ilk defa keşfediyordum. İnsanın sesi, soluğu,
ağzındaki dili sustuğunda meğer yaraları konuşmaya başlarmış. Ben yaralarımla
konuşmayı böyle öğrenmiştim. Böyle de sürdürdüm. Şimdi ne zaman gözlerimden bir
damla yaş düşse yüzüm bulutlanır, geçmişim yağmur olur da kimsesiz geçirdiğim
günlerin üstüne ince ince yağar, kanadı kırık bütün kuşlarım kalbimdeki çınar
dallarına sığınıp yaşama sevincime yaralarıyla konuşarak tutunur.
Öğretmen her ikimizin de nüfus
kayıtlarını çıkarmıştı. Doğrusu, bizi bekleyen başka bir sürpriz daha vardı.
İki değil, üç kardeştik. Nüfus kayıtlarına göre en küçüğümüz de yaşıyordu ama
onun nerede yaşadığına ve kime verildiğine ilişkin en ufak bir bilgi kırıntısı bile yoktu. O
ân sevineyim mi üzüleyim mi bilmiyordum ancak bu haberle birlikte yüreğimde yıllarca solmayacak yeni
bir tomurcuğun daha uç verdiğini duyumsuyordum. Kararım netti. Feride’yi düşürdüğüm nüfus cüzdanımla tesadüfen bulmuştum. Diğer kardeşimi de arayacak, bu yüzden bulunduğum
her ortamda nüfus cüzdanımı bilerek düşürmekten, en küçüğümüzü de bulmak, ona kavuşmak uğraşından
artık hiç vazgeçmeyecektim.
“Nüfus cüzdanını düşürdün!”
Yüzümü döndüğüm ses yanımdaki
bankın az ilerisindeki simitçiydi. Gülümsedim. Teşekkür ederek uzattığı nüfus
cüzdanımı aldım. İçimden bir dilek daha tuttum. Avucumda kalan son taşı denize
doğru savurup sektirdim.
Taşın üç kez sektiğini görünce, az
ötede, çocuk parkında bıraktığım eşim ve kızıma doğru keyifli bir ıslık çalarak
yürüdüm.
fy
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder