Onu ilk gördüğümde elindeki çakısıyla kavak
ağaçlarının kabuklarını yontuyor, eski evlerine birkaç oda daha eklemek için
çatıyı onaran babasına yardım ediyordu. Yaşı yaşıma denk sayılırdı ama boyunun
benden uzun olduğu belliydi. Evet, boylu posluydu. Gürbüz, güçlü kuvvetli ve kendinden
emin görünüyordu. Uzaktan seyrettim bir
süre. Hemen yaklaşmadım yanına. Kabuğunu soymayı bitirdiği kavağı önce bir
ucundan, sonra diğer ucundan kaldırıyor, sonra yığılmış ağaçların arka tarafına
doğru ustaca yuvarlıyordu tek başına. Onu izlediğimi anlamıştı aslında.
Umursamaz davranıyordu. Soymayı yeni bitirdiği bir kavağı arka tarafa yuvarlamak
için hazırlanırken gidip ağacın diğer ucundan ben de tuttum. Sesini çıkarmadı. Bakışıyla
yardımıma onay verdi. Ağacı, soyulan kavakların arasına birlikte yuvarladık. Başka bir kavağa yöneldiğinde “Çakırların
torunu musun?” sorusuyla sessizliğini bozdu. “Evet” dedim. “Artık her yaz
geleceğim. Benim adım Mehmet” diyerek elimi uzattım. “Ben de Aslan” dedi
gözleri ışıldayarak. El sıkıştık. Kavakları soyarken ben ona yaşadığım şehri
anlattım, okulumu, denizi. O bana ağaçları, kuşları, yaban çiçeklerini, yer
altı mağaralarını.
İş bitmeye yakın, sert bir
kabuğun arasına sıkışan çakıyı çıkarmak isterken çizilen parmağından akan kanı
silmek istedi. Engelledim. “Kan kardeş olalım mı Aslan?” dedim. Başını salladı.
Çakısıyla parmağımın ucunu hafifçe çizdi. Eliyle bastırıp kanın dışarı
çıkmasını sağladı. Kanlı parmaklarımızı birbirine bastırdık. Tanışıklığımız böyle başlamıştı. O gün; Aslan’la
hem arkadaş, hem kan kardeş olmuştuk.
Her yaz tatilinde okullar
kapanır kapanmaz köye gidiyordum. Bütün vaktimiz dağda, bayırda geçiyordu. Bir gün
koyunları meraya götüren çobanlardan kaval çalmayı öğreniyorduk. Başka bir gün
Maruf denilen tepeye kadar gidip Helenistik Roma döneminden kalma uygarlığın
izlerini keşfetmeye çalışıyorduk. Aslan ortaokuldan sonra liseye gitmemişti.
Civar köylerde inşaat işleri yapan babasına yardım ediyordu. Bu yüzden de yöreyi
çok iyi tanıyordu. Cin gibi derler hani. Öyle bir çocuktu. Zekiydi. Uyanık,
meraklı ve her şeyi çabucak öğrenen.
Dere tepe dolaşırken, ben İngilizce
dersinde öğrendiğimiz sözcükleri, cümle kalıplarını anlatıyordum, okuduğum
kitapların kahramanlarını. Jim Hawkins’i, Raskolnikov,Julien Sorel, Küçük Ağa
ve İnce Memed’i. Aslan bana doğayı anlatıyordu. Üzüm asması nasıl budanır, budama
esnasında kaç göz bırakılırsa üzüm olur, kaç gözde asmanın çubuğu güçlenir,
ağaçlara aşı nasıl yapılır, hangi bitki hangi hastalığa iyi gelir, hepsini
Aslan’dan öğreniyordum.
Liseyi bitirdiğim yıl, Define
Adası’nın kahramanı Jim Hawkins’in öyküsünden müthiş etkilendiğini söylemişti.
Sebebini sorduğumda “gel benimle” demiş, Gökdere’ye, dedeme ait kara söğütlerin
bulunduğu araziye götürmüştü beni. Dere boyunca ilerledikten sonra söğütlerin
etrafını saran yabani kuşburnu dikenleriyle
örtülü kayaların altından Maruf’a uzanan gizli bir geçit bulmuştu. Köyde
herkesin dilindeydi Maruf. “Maruf’un altı Roma altınıyla dolu” efsanesini sık sık
duyuyordum amcamdan. Define bulan var
mıydı? Bilinmez. Fakat bulan olsa duyulurdu, mutlaka belli ederdi kendini
hazine peşindekiler.
Aslan’la birlikte köydeki
yeraltı mağaralarının bir çoğunu gezmiştik. Gökdere’deki geçidi bilen yoktu.
Kuşburnuların altına giren bir tilkiyi izlerken oradaki oyuğu tesadüfen
keşfetmişti Aslan. “Başka kimse biliyor mu?” dedim. Parmağıyla sus işareti
yaptı. “Sır” dedi. “İkimizden başka bilen yok. Kimseye anlatmadım.” O zamanlar,
Aslan iyi bir inşaat kalfasıydı artık. Kuşburnuların altında keşfettiği oyuğu
bir kişi sığabilecek ölçüde genişletmişti. Meraklanmıştım. “Hadi” dedim.
“Durmayalım.”
Önce etrafı kolaçan ettik.
Ardından sürünerek oyuktan içeri girdik. Karanlıktı. El fenerini yakarak yüz
metre kadar dizlerimizin üzerinde V harfine benzeyen dehlizde ilerledik. Nefes
nefese kalmıştım. “Çıkışı var mı?” dedim Aslan’a. “Az ilerde geniş bir mağaraya
çıkılıyor. Oradan ilerisine daha bakmadım Memo” dedi. İlerlemeyi sürdürdük.
Mağaraya vardık. Duvarda çeşitli kabartmalar vardı. Yerde mezar taşlarına
benzeyen yekpare kaya parçaları dikkat çekiyordu. Korktum birden. “Burası
mezarlık olmasın, hadi geri dönelim” dedim. İtiraz etmedi Aslan. Çıktık.
Gördüğümüzü başka kimseye anlatmamaya yemin ettik.
Ertesi yıl üniversiteye
başlamıştım. Okul bitene kadar Aslan’ı bir daha görme fırsatım olmamıştı. Yaz
tatillerinde eskisi gibi köye de gidemiyordum. Stajlar, yeni çevre, yeni bir şehir derken
Aslan’la olan maddi bağım neredeyse kopma noktasına gelmişti. O askerliğini
yapmış, evlenmiş, çoluk çocuğa karışmış, köyümüzün kadrolu bekçisi de olmuştu.
Yabancıların sık sık köyün bulunduğu yörede dolaştığını işitiyordum aile
büyüklerimden. Nüfusun giderek azaldığı Maruf’ta, bekçilik için Aslan’ın tercih
edilmesi en isabetli karar diyordu amcam.
Üniversiteyi bitirince
teklifleri değerlendirip yurt dışına gittim. Çalışma hayatı sürprizlerle
doludur. Orada tanıştığım bir yayıncının önerisiyle yaratıcı yazarlık
eğitimlerine kaydoldum. Yabancı bir
ülkede konuşacağınız, ilişki kuracağınız kişi sayısı sınırlıdır. Siz orada ne
kadar kalırsanız kalın, ait olduğunuz yer başka bir yerdir. Başka bir toprak.
Başka bir dil. Başka bir kültür. Bu gerçeği ne yaparsanız yapın değiştiremezsiniz.
Oraya kök salamazsınız. Günler geçtikçe yalnızlaşır, bazen bulunduğunuz şehre,
insanlara yabancılaşırsınız. Bu durum
herkeste böyle midir? Elbette kişiden kişiye değişebilir. Benim açımdan sorun olmadı
diyenlere itirazım yok fakat günler böyle geçiyordu ve ben yeni arkadaşlıklar
kurmakta sıkıntı çekiyordum. Giderek içime kapanıyordum. Başlayan her yeni
arkadaşlıkta Aslan’ı arıyordum sanırım.
Sorun buydu. Beni en iyi anlayacak kişiyi yakınımda istiyor, onun
doğallığını özlüyordum. Mektuplaşıyorduk onunla. Defineciliğe, tarihi sikkelere
merak sarmıştı. Roma dönemine ait resimli kataloglar istemişti benden. Göndermiştim.
Ara sıra deniz manzaralı renkli kartpostallar yollamayı da ihmal etmemiştim. Zor
günlerdi. Ve o zor günlerde düştüğüm kuyudaki bitkisel hayattan kendimi yazmaya
vererek çıkmıştım.
Yazmak, derdini başkalarıyla
konuşarak anlatmakta zorlanan insanların ruhunda bitip tükenmek nedir bilmeyen
anlaşılma açlığını bastıran zihinsel bir eylemdir. Kelimeler, hayatın yalnızlık
vadisinde sıkışıp kaybolmuş ve orada açlıktan, susuzluktan kıvranan yazarı
besleyebilecek tek gıdadır belki de. İpil ipil yağan bir yağmurun güzelliğini
andıran tümceler birikip azgın bir sele dönüştüğünde, önüne kattığı her şeyi tâ
ki bir nehir, ya da deniz buluncaya kadar sürüklemeye başlar. Yazarın aradığı
deniz, kendisini anlayacak okurdur aslında. Çünkü kelimelerin muhatabını
büyüleyen, onu esir alan güçlü bir hükümranlığı vardır. Bu öyle bir
hükümranlıktır ki yeri geldiğinde tesir gücü yüksek bir ilaca dönüşür. Serum
gibidir. Zihinleri sarsan, kana karışan ve düşünme yetisini hızla ayağa
kaldıran bir serum.
Beni o serum ayağa
kaldırmıştı. Ailemin “dön artık” sitemine direnmedim. Döndüm. Çeviriler yapmak
için bir yayıneviyle anlaştıktan sonra Aslan’ı görmek istedim. Hâlâ köyde yaşıyordu.
Bir hafta sonunu Maruf’ta geçirdim. Kan kardeşimle hasret giderdim. Aramızdaki
bağ yıllar önce bıraktığımız yerdeydi sanki. Omzuna attığı tüfekle köyü
dolaşırken o bana neler yaptığını anlattı. Ben ona yurtdışında geçen günlerimi.
Aslan’dan duyduklarım beni çok şaşırtmamıştı. Jim Hawkins’i unutmamıştı çünkü.
Helenistik Roma Dönemine ait para ve sikke kataloglarına bakarak define aramaya
başladığını, yetmiş iki parçalık bir seriyi tamamlamaya tek sikkenin kaldığını,
bütün sikkeleri yıllar evvel Gökdere’deki girdiğimiz oyuktan geçerek ulaştığımız
mağaralarda bulduğunu anlatırken “Sözünün eriymişsin,” dedi. “Maruf’un altını ikimizden
başka fetheden bir babayiğit henüz çıkmadı.”
Güldüm. Seriyi tamamlarsa
ne yapacağını sordum. Satacağını söyledi. Hazine avcıları köyde yıllardır cirit
atıyormuş zaten. Elindeki mevcut sikkeleri müzeye bağışlamasını önerdim. Oradan
ödül alacağını. Emeklerinin karşılıksız bırakılmayacağını. Tedirgindi biraz.
Son günlerde izlendiğinden şüpheleniyordu. Sikkeler haricinde bulduğu ufak
tefek parçaları zaman zaman antikacılara sattığını açıkladı. Elindeki antik sikkelerin
çalınacağından, gözü dönmüş mezar soyguncularından çekiniyordu. “En iyisi
katalogdaki serinin peşini bırakmak. Elimdeki sikkeleri müzeye verelim,” dedi.
Aslan kardeşim benim. Uyanıktı. Hep öyle kalmıştı. “Ben seni müzeye götürürüm”
dedim. “Yanında olurum.”
“Memo, bak ne yapalım.
Elimdeki sikkeleri sana vereyim. Köyde saklamak tehlikeli. Sikkeler bir süre
sende kalsın. Belki eksik kalan parçayı da bulurum. O zaman beraber müzeye
gideriz” dedi. Bakıştık sadece. Anlaşmıştık. Parmaklarımızı birbirine sürttük.
Tıpkı çakısıyla parmağını kestiği gün yaptığımız gibi sarıldık.
Aslan’ın evinde
çaylarımızı yudumlarken sikkeleri katalogdaki resimlerin üzerine yerleştirdi
tek tek. Sonra küçük bir keseye
yerleştirip bana uzattı. “Seni ararım” dedi. Vedalaştık. Eve döndüm. Emanetini güvenli
bir yere sakladım.
İlk çeviriye başlamanın
heyecanı bana sikkeleri unutturmuştu. Okumak, yazmak iyileştiriyordu beni. Canıma
can katıyordu. Bir sabah “Maruf’un muhtarı seni arıyor” dedi evdekiler.
“Hayırdır” dedim içimden. “Muhtarın benimle ne işi olabilir?” Telefona baktım.
“Mehmet evladım, köye gelebilir misin?”
dedi muhtar. “Hayırdır” dedim tekrar. Gece hazine arayanlarla Jandarma’nın
çatıştığını, Jandarmaya yardım etmeye
çalışan Aslan’ın vurulduğunu, hastaneye kaldırıldığını, Aslan’ı vuranların
bizim uzaktan akrabalarımız olduğunu, Aslan’la dostluğumuzu herkesin bildiğini,
köyde kan davası güdülmesin diye Aslan’ın akrabalarıyla konuşmamı, iki aile
arasında arabuluculuk yapmamı istiyordu. Ne söyleyebilirdim. Aslan… Benim
ahretliğim, kan kardeşimdi. Korktuğu başına gelmişti nihayet. Soğukkanlı olmaya
çalıştım. Tereddütsüz, geliyorum dedim muhtara.
Şehir hastanesine gittim, Aslan’ı
ziyaret ettim önce. Göz kırptı beni görünce. Sağ omzuna saplanan kurşunu
çıkarmışlardı. Durumu iyiydi. Konuştuk eskilerden, yenilerden. Kuzeyde,
İskoçya’da katılacağım kitap fuarından. Yazmak istediğim öykülerden konuştuk. Muhtarın
endişelerini anlattım. Sakin sakin dinledi. Bakıştık. Ne söylemek istediğimi anlamıştı. “İçini ferah tut” dedi. Ayrılırken:
“Belki bizi de yazarsın günün birinde” dedi. Bakıştık. Bakışmamız yetiyordu
bize.
Belki hiç söylemeye fırsatım
olmadı. Aslan ilk çocuğunun adını “Mehmet” olarak kaydettirmişti nüfusa. Ben bu
yaştan sonra evlenip çoluk çocuğa karışabilir miyim? Çocuklarım olursa onun
yaptığı gibi evladıma “Aslan” adını verir miyim? Bilemiyorum. Bilmemek, geleceği
yazma, geleceği belirleme kabiliyetimin olmamasıyla ilintilidir sanırım.
Bildiğim, benim “Aslan”
adını vereceğim bir öyküm vardı. “Onu ilk gördüğümde elindeki çakısıyla kavak
ağaçlarının kabuklarını yontuyor” cümlesiyle başlayan bir öykü olacaktı bu. Sıcak,
insancıl ve yüreğin diliyle konuşan.
Fatih Yavuz Çiçek
Can Öykü Gazetesi, Mart 2018, Sayı:18
2 yorum:
Zaman içinde akan öyküleri çok seviyorum. Başı ortası sonu olduğu için değil, insandaki değişimi göz önüne serdiği için.
Zamanın sırrı ya da ruhu oradadır belki de. değişen insanın değişmeyen yörüngesinde.
Okuyarak kattığınız değer için teşekkür ederim.
Yorum Gönder