Taksinin
içinde oturmuş müşteri bekliyorum. Hava soğuk. Kış güneşi havanın ayazını
kırmıyor ancak güneşin gri bulutların arasından sarı saçlarını azıcık
göstermesi bile taksinin içini ısıtmaya yetiyordu. Biraz evvel karşıdan geldim. Bitkisel
çayımı yudumlarken, gözümün ucuyla da havalimanına bıraktığım müşterinin
unuttuğu çantayı inceliyorum. Görünüşte basit bir evrak çantasına benziyor.
Açıp açmamakta kararsızım. Hatırlayıp geri döner de çantayı sorarsa “açıp
baktım” demek istemiyorum. Başkasının eşyasını kurcalamanın bizim kitabımızda
yeri yok çünkü. Gelmezse çantayı karakola teslim ederim ama bir yandan da içimdeki
merak böceği zihnimi kemirip duruyor. Belki çantada kartviziti, önemli evrakları,
para, vs. şeyleri vardır. Eğer kartviziti varsa arayıp söylerim çantasını
takside unuttuğunu. İyilik, iyiliktir diye düşünüyorum. Evet, en doğrusu bakmak.
Bakıp rahatlamak. Hem, çantanın içinde para falan varsa eğer, götürüp teslim
ederim karakola.
Çantayı
açıp bakıyorum. Orta bölmede birkaç kitap, not defteri, kitap broşürleri, gözlük
kutusu var. Kafka’dan “Milena’ya Mektuplar” dikkatimi çekiyor. Lisede okumuştum
Kafka’yı. Diğer kitabın adı “Kırmızı.” Yazarı Uwe Tımm. Çantanın ön gözünde cd’ler
var. Ön gözde siyah ve kırmızı iki tane dolmakalem, çakmak, yarım sigara paketi, arka
gözde edebiyat dergilerinden başka bir şey yok. Çoğu fanzin türü dergiler
bunlar. Gördüklerimle biraz rahatlıyorum. Çantadakiler üstünde durmaya değmez
şeyler gibi görünüyor. Fakat yine de emanet emanettir. Bunları bir şekilde
sahibine ya da karakola teslim etmek gerekiyor.
Not
defterinde belki isim adres vardır diyerek umutlanıyorum. İlk sayfaya
bakıyorum. Yok. Hiçbir isim, adres, telefon yok. Şöyle bir karıştırıyorum
defteri. El yazısıyla alınmış kısa kısa notlar. Her nota birer başlık konulmuş.
Merak böceğim beni dürtüklüyor. Rastgele bir sayfa çevirip okumaya başlıyorum.
Kâhin
“Yeni
tanışan iki insan ne konuşursa biz de oturmuş, öylesine, oradan buradan, şehrin
simgelerinden konuşuyorduk. Portakal bahçelerinden, şalgamın nasıl
mayalandığından, Toros dağlarının serinliğinden.
Sonra
sustu. Fantastik film kahramanlarını andıran bir kâhin edasıyla yüzüme baktı.
Fısıldayarak, "El falına bakmamı ister misin?" dedi. Gülümsedim.
Karikatür çizen bi’arkadaşım anlatmıştı. Çalıştığı gazetede günlük burç
köşesini hazırlayacak kimse kalmayınca kısa süreliğine sakız manisi yazar gibi
burçları yazmış. "Atıyordum" dediğini anımsayınca fala inanmam
diyecektim ki lafı ağzımdan aldı. "Yıllardır el falı bakıyorum. Aslında
bırakmıştım. Ama senin aurandan yayılan ışıkta ruhunun derinliğini gördüm. İzin
ver, lütfen söyleyeceklerimi dinle" diye ısrar etti. Merakımdan inadı
bıraktım. Gözleri göğe açılan mavi bir kapıya benziyordu. Etkilenmemek mümkün
değildi. Başımı evet mânâsında hafifçe salladım. Elini uç veren taze bir
sarmaşık dalı gibi uzatıp alnımın tam ortasına işaret parmağıyla dokundu. Bir
süre trans hâlinde bekledi. Parmağını omzumdan bileklerime doğru usul usul
indirdi. Sağ elimi avuçlarının içine aldı. Uzun uzun inceledi. Sonunda eskil
bir yazıtın kil tabletlerini okur gibi "Senin kalbinde şapkalı düşler
sözlüğü var. Farkında mısın?" dedi.”
Âh
Toroslar. Torosları iyi bilirim. Çok gittim. Babam kamyon şoförüydü. Yaz
tatillerinde yanında götürürdü beni. Pozantı geçidi yamandı. Hiç aman vermezdi.
Çık babam çık. Yol bitmezdi. Mola verirdik Pozantı’da. Yol kenarına kurulan Yörük
çadırlarından yiyecek, içecek alırdık. Yörük kadınları gözleme yaparlardı.
Yanında buz gibi ayran. Bir keresinde epeyce yaşlı bir nineye denk gelmiştik
çadırda. Fal bakıyordu. Ben yola çıkmak için huysuzluk edip duruyordum o sıra.
Adımı, nereden gelip nereye gittiğimizi, okula gidip gitmediğimi soranlara ters
ters yanıtlar veriyordum habire. Huysuzlandığımı gören Yörük Nine beni çağırmış,
yanına varınca aç ağzını diyerek, dilimin üstüne bir akide şekeri bırakmış:
“Yavrucuğum, gayri bu şekeri unutma. Ne zaman birine öfkelenecek olsan bu ânı
hatırla, acı değil tatlı konuş e mi” demişti.
Ben
o günden sonra kimseye acı söz konuşmadım. Meslek icabı bazen kızdığım,
trafikte öfkelendiğim oluyor ama hemen geçmişte, Toroslarda, dilimin üstüne
şeker bırakan Yörük Nineyi anımsıyor, öfkemi silip atıyorum yüzümün aynasından.
Not
defterine dönüyorum yeniden. Bir sayfa daha çeviriyorum.
Alternatif
Zaman Arayışları
“Geçmişe
dönüp, oradaki hatıralara belleğimizin parmak uçlarıyla dokunmak, insanın ruh
eşinin tenindeki orkestraya sevgiyle dokunmaya benzer ve sonu düş kırıklığı ile
biten ilişkilerde geçmişe dokunmak sizi hiçbir koşulda gülümsetmiyorsa, biliniz
ki, geçmişte olup bitenler unutuşun muhteşem yağmurlarında külliyen eriyip
gitmiş demektir.
Böyle
bir eriyişin karşısında alınacak tek önlem vardır. O da, ruhumuzla kalbimizin
arasına bir süre mesafe koyulmasından ibarettir. Bu mesafeyi ruh mu, yoksa kalp
mi koymalıdır, artık orasını baskın gelen varlığın o ândaki modu belirler.
Geçmiş, zamanın yuttuğu en büyük lokmadır. İnsanı yaşamaya susatır. Geçmişe
baktıkça zihnindeki mutlu anları bıraktığı gibi bulanlar ve geçmişi
gülümseyerek anımsayanlar için geçmiş, çölde görülen seraba dönüşür. Peşinden
gidilen serap ne yazık ki artık zamanın dışındadır ve aynı geçmişi tekrar
yaşamanın olanaksızlığı, onun yitip giden güzelliğine gelecek zamanın içinde
eskisi gibi canlı kanlı, bir daha asla dokunamayacak oluşumuzun bilinci yaşamımızı acıtır, ağlatır, bazen de dejavu özlemiyle kavrulan ruhları çıldırtıp, mecnuna
çevirir.
Düşüncelerimi
deli saçması, inanılmaz bulanlar olabilir belki. Hattâ sen hangi gezegende
yaşıyorsun diyenler de çıkabilir. Umursamam. Gerçek şu ki ben iki zaman
tanıdım. Birbirinden farklı iki zamanı, birbirinin zıddı denilebilecek farklı
kimliklerle yaşadım. Birincisi, bildiğimiz, herkesin yaşamını sürdürdüğü
doğrusal zamandı ve kendi mecrasında akarak geçip gitmişti işte. Doğrusal
zamandan bir şeyleri anımsamak istediğimde mum gibi eriyen mekânlar ve nesneler
görüyordum. Ruhum beni hemen terk ediyordu. Orada bir tür bitkisel hayat sürdürdükten
sonra, ikincisi ve çoğu insana nasip olmayan alternatif zamana dönüyordum. Ki
alternatif zamanda bellek yoktu, beklenti yoktu. Sınırlar, yasaklar ve acı
yoktu. Doğrusal zaman her şeye rağmen belki anımsanabilirdi. Fakat alternatif
zaman geride hiçbir leke bırakmadan, yaşattığı her şeyi silerek ilerliyordu.
Kayıtsızdı.
Ben;
kalbime zırh giymeyi alışkanlık hâline getirdiğimden olsa gerek, alternatif
zamanda silinen her şeyi korumayı, geçmişimi o zırhın içinde saklamayı
başarmıştım ve bu yüzdendi sanırım, kendimi bulmak için baktığım her fotoğraf
karesinde karşıma çıkan yalnızlık imgeleminin, ruhumda, şimdiki zamana yakılmış
bir işaret fişeği gibi sürekli patlamasının sebebi.”
Unutkan
müşteri bir yazar olabilir mi? Çantada gördüklerim, not defterinde okuduğum
cümleler zihnimde onun yazar olabileceği kanaatini oluşturdu. Yazdıklarına
bakılırsa amatör fotoğrafçılığa da merakı olmalı. Zamana dair yazdıklarını
düşünüyorum da zaman çayın içine bırakılan şeker gibi eriyip gidiyor fakat zamanın
erime hızı frenlenemiyor. Zamanı durdurmak için onu kaydetmekten başka çare yok.
Onu görüntülemek, zamanın hızına meydan okumanın tek alternatifi belki de. İnsanın
zamanla yarışı böyle başlamıştır sanırım. Zamanı kaydetmekle. Zaten yazmak da zamana
objektif tutmaya benziyor sanki. Yazarların yaptığı da bir nevi fotoğraf çekmek
değil mi? Zamanı kelimelerin ışığıyla kaydetmek. Gözümü tekrar not defterine
çevirip yeni bir sayfa açıyorum.
Simya
“Kova
burcuydum. Gezgin, özgürlüğe düşkün bir ruhum vardı. Sık sık seyahat ediyordum
işim gereği. Tren, otobüs, vapur, bazen de uçakla. Seyahat ettiğim yörenin
coğrafi durumuna, ulaşım olanaklarına göre değişiyordu yol arkadaşlarım ve
binit tercihlerim. Çıktığım yolculuklarda rüzgârın oğulları gibi
hissediyordum kendimi. Kanımın Düden Şelalesi gibi aktığını bilmek,
ruhumdaki aritminin iyileştiğini duyumsamak beni umutlandırıyor, zaman, serüven
duygusuyla bileyliyordu yaşamak tutkumu.
En
çok tren yolculuklarını seviyordum. Kıvrım kıvrım uzayan rayların üzerinde
giden vagonları buz pistinde gösteri yapan artistik buz dansçılarıyla
özdeşleştiriyordum. Mola verilen istasyonlarda fotoğraf çekiyordum fırsat
buldukça. Yeni tanıştığım insanlar oluyordu. Seyahat bitiminden sonra, kurulan
yeni dostlukları, kültürel ve mimari dokusundan etkilendiğim şehirleri, mistik
yapıları ve bütün bunlara dair zihnime kaydettiğim en ince ayrıntıları
anımsamak mutlandırıyordu beni. Özgürleşmeye tutkundum. Sabit yaşamaktan zevk
almıyordum. Ve evet, trenle seyahati daha çok seviyordum. Çünkü tren yolculuğunu
diğer yolculuk biçimlerinden ayıran en önemli ayrıntı, yoldaşınızın ezoterik
sureti, zamanın kusursuz aynasında çıplak bir seraba dönüştüğü ân, sizin, o
serapla nasıl bütünleştiğinizin ve o serabın içinde nasıl eriyip gittiğinizi
formüle eden simyanın ateşinde gizliydi.”
Kova
burcuymuş. Aynı burçtanız yani. Seni şimdi daha iyi anlıyorum kardeş. Çağından
elli yıl ilerdedir kova burcu. Özgürlüğe tutkun. Seyahat dersen ben de severim.
Sana da vallahi billahi kanım ısındı. Notların belki özel şeylerdi, izinsiz okuduk, bağışla. Fakat
okuduklarımdan sonra seni sevdim arkadaş. Zaten defterin hepsini okumayı
düşünmüyorum. Son bir sayfaya daha bakıp kapatacağım defteri.
Çiçek
Tohumları
“Ağrılarından
azat edilmek istiyorsan ruhuna çiçek tohumları serpmelisin" dedim.
Şaşırdı. Yüzü deniz gibi dalgalandı kısa bir süre. Durulunca "Yaaaa! Demek
öyle. Bilmiyordum," dedi muzipçe gülümseyerek. Biraz sonra “söylesene,
ruhuma hangi çiçeğin tohumlarını serpmeliyim?" sorusunu yönelteceğinden
kuşkum yoktu. İyimserliğini Pollyanna'ya benzetiyordum ve sezgilerimin beni
asla yanıltmadığından emindim. Zaten beklediğim gibi de oldu. "Ne
öneriyorsun" dedi fazla gecikmeden. Hiç düşünmeden pencere kenarındaki
sardunyalara uzandım. Birkaç dal koparıp uzattım. Sardunyaları göğsüne
bastırdı. İçini çekti derin derin. "Sadece bu kadar mı?" der gibi
süzülerek yüzüme bakınca hafifçe eğildim. "Önce kırmızı sardunyaları dene.
Fakat kesin bir çözüm istiyorsan bayram çiçekleri seni bütün ağrılarından azat
edecektir, " diye fısıldadım kulağına.”
Not
defterini kapattım. Taksinin ön camından karşıdaki kafeteryanın önünde bekleşen,
çiçek gibi giyinmiş zarif gençlere baktım. Çiçek deyince, sahi eve en son ne
zaman çiçek alıp götürdüm, unuttum. Oysa kadınlar çiçekleri sever, çiçeksiz yapamazlar değil mi? Sana bir teşekkür borçluyum sevgili burçdaşım. Adın her neyse
bilmediğim için “burçdaşım” diyorum artık sen gerisini anla. Bu akşam eve
mutlaka bir demet kasımpatıyla gidecek, bunca yıldır kahrımı çeken kadınıma çiçeklerle sarılacağım.
Şaşıracaktır
muhtemelen. Varsın şaşırsın, varsın yüzünde güller açsın. Bir buket çiçek demetiyle bu
akşam nâr kırmızıya boyansın vakitler ve incelikler.
h@nna m.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder