Şiir, Edebiyat, Kültür, Sanat

25 Mayıs 2020 Pazartesi

vakitler ve incelikler


Taksinin içinde oturmuş müşteri bekliyorum. Hava soğuk. Kış güneşi havanın ayazını kırmıyor ancak güneşin gri bulutların arasından sarı saçlarını azıcık göstermesi bile taksinin içini ısıtmaya yetiyordu. Biraz evvel karşıdan geldim. Bitkisel çayımı yudumlarken, gözümün ucuyla da havalimanına bıraktığım müşterinin unuttuğu çantayı inceliyorum. Görünüşte basit bir evrak çantasına benziyor. Açıp açmamakta kararsızım. Hatırlayıp geri döner de çantayı sorarsa “açıp baktım” demek istemiyorum. Başkasının eşyasını kurcalamanın bizim kitabımızda yeri yok çünkü. Gelmezse çantayı karakola teslim ederim ama bir yandan da içimdeki merak böceği zihnimi kemirip duruyor. Belki çantada kartviziti, önemli evrakları, para, vs. şeyleri vardır. Eğer kartviziti varsa arayıp söylerim çantasını takside unuttuğunu. İyilik, iyiliktir diye düşünüyorum. Evet, en doğrusu bakmak. Bakıp rahatlamak. Hem, çantanın içinde para falan varsa eğer, götürüp teslim ederim karakola.

Çantayı açıp bakıyorum. Orta bölmede birkaç kitap, not defteri, kitap broşürleri, gözlük kutusu var. Kafka’dan “Milena’ya Mektuplar” dikkatimi çekiyor. Lisede okumuştum Kafka’yı. Diğer kitabın adı “Kırmızı.” Yazarı Uwe Tımm. Çantanın ön gözünde cd’ler var. Ön gözde siyah ve kırmızı iki tane dolmakalem, çakmak, yarım sigara paketi, arka gözde edebiyat dergilerinden başka bir şey yok. Çoğu fanzin türü dergiler bunlar. Gördüklerimle biraz rahatlıyorum. Çantadakiler üstünde durmaya değmez şeyler gibi görünüyor. Fakat yine de emanet emanettir. Bunları bir şekilde sahibine ya da karakola teslim etmek gerekiyor.

Not defterinde belki isim adres vardır diyerek umutlanıyorum. İlk sayfaya bakıyorum. Yok. Hiçbir isim, adres, telefon yok. Şöyle bir karıştırıyorum defteri. El yazısıyla alınmış kısa kısa notlar. Her nota birer başlık konulmuş. Merak böceğim beni dürtüklüyor. Rastgele bir sayfa çevirip okumaya başlıyorum.

Kâhin

“Yeni tanışan iki insan ne konuşursa biz de oturmuş, öylesine, oradan buradan, şehrin simgelerinden konuşuyorduk. Portakal bahçelerinden, şalgamın nasıl mayalandığından, Toros dağlarının serinliğinden. 

Sonra sustu. Fantastik film kahramanlarını andıran bir kâhin edasıyla yüzüme baktı. Fısıldayarak, "El falına bakmamı ister misin?" dedi. Gülümsedim. Karikatür çizen bi’arkadaşım anlatmıştı. Çalıştığı gazetede günlük burç köşesini hazırlayacak kimse kalmayınca kısa süreliğine sakız manisi yazar gibi burçları yazmış. "Atıyordum" dediğini anımsayınca fala inanmam diyecektim ki lafı ağzımdan aldı. "Yıllardır el falı bakıyorum. Aslında bırakmıştım. Ama senin aurandan yayılan ışıkta ruhunun derinliğini gördüm. İzin ver, lütfen söyleyeceklerimi dinle" diye ısrar etti. Merakımdan inadı bıraktım. Gözleri göğe açılan mavi bir kapıya benziyordu. Etkilenmemek mümkün değildi. Başımı evet mânâsında hafifçe salladım. Elini uç veren taze bir sarmaşık dalı gibi uzatıp alnımın tam ortasına işaret parmağıyla dokundu. Bir süre trans hâlinde bekledi. Parmağını omzumdan bileklerime doğru usul usul indirdi. Sağ elimi avuçlarının içine aldı. Uzun uzun inceledi. Sonunda eskil bir yazıtın kil tabletlerini okur gibi "Senin kalbinde şapkalı düşler sözlüğü var. Farkında mısın?" dedi.”

Âh Toroslar. Torosları iyi bilirim. Çok gittim. Babam kamyon şoförüydü. Yaz tatillerinde yanında götürürdü beni. Pozantı geçidi yamandı. Hiç aman vermezdi. Çık babam çık. Yol bitmezdi. Mola verirdik Pozantı’da. Yol kenarına kurulan Yörük çadırlarından yiyecek, içecek alırdık. Yörük kadınları gözleme yaparlardı. Yanında buz gibi ayran. Bir keresinde epeyce yaşlı bir nineye denk gelmiştik çadırda. Fal bakıyordu. Ben yola çıkmak için huysuzluk edip duruyordum o sıra. Adımı, nereden gelip nereye gittiğimizi, okula gidip gitmediğimi soranlara ters ters yanıtlar veriyordum habire. Huysuzlandığımı gören Yörük Nine beni çağırmış, yanına varınca aç ağzını diyerek, dilimin üstüne bir akide şekeri bırakmış: “Yavrucuğum, gayri bu şekeri unutma. Ne zaman birine öfkelenecek olsan bu ânı hatırla, acı değil tatlı konuş e mi” demişti.

Ben o günden sonra kimseye acı söz konuşmadım. Meslek icabı bazen kızdığım, trafikte öfkelendiğim oluyor ama hemen geçmişte, Toroslarda, dilimin üstüne şeker bırakan Yörük Nineyi anımsıyor, öfkemi silip atıyorum yüzümün aynasından.

Not defterine dönüyorum yeniden. Bir sayfa daha çeviriyorum.

Alternatif Zaman Arayışları

“Geçmişe dönüp, oradaki hatıralara belleğimizin parmak uçlarıyla dokunmak, insanın ruh eşinin tenindeki orkestraya sevgiyle dokunmaya benzer ve sonu düş kırıklığı ile biten ilişkilerde geçmişe dokunmak sizi hiçbir koşulda gülümsetmiyorsa, biliniz ki, geçmişte olup bitenler unutuşun muhteşem yağmurlarında külliyen eriyip gitmiş demektir.

Böyle bir eriyişin karşısında alınacak tek önlem vardır. O da, ruhumuzla kalbimizin arasına bir süre mesafe koyulmasından ibarettir. Bu mesafeyi ruh mu, yoksa kalp mi koymalıdır, artık orasını baskın gelen varlığın o ândaki modu belirler. Geçmiş, zamanın yuttuğu en büyük lokmadır. İnsanı yaşamaya susatır. Geçmişe baktıkça zihnindeki mutlu anları bıraktığı gibi bulanlar ve geçmişi gülümseyerek anımsayanlar için geçmiş, çölde görülen seraba dönüşür. Peşinden gidilen serap ne yazık ki artık zamanın dışındadır ve aynı geçmişi tekrar yaşamanın olanaksızlığı, onun yitip giden güzelliğine gelecek zamanın içinde eskisi gibi canlı kanlı, bir daha asla dokunamayacak oluşumuzun bilinci yaşamımızı acıtır, ağlatır, bazen de dejavu özlemiyle kavrulan ruhları çıldırtıp, mecnuna çevirir.

Düşüncelerimi deli saçması, inanılmaz bulanlar olabilir belki. Hattâ sen hangi gezegende yaşıyorsun diyenler de çıkabilir. Umursamam. Gerçek şu ki ben iki zaman tanıdım. Birbirinden farklı iki zamanı, birbirinin zıddı denilebilecek farklı kimliklerle yaşadım. Birincisi, bildiğimiz, herkesin yaşamını sürdürdüğü doğrusal zamandı ve kendi mecrasında akarak geçip gitmişti işte. Doğrusal zamandan bir şeyleri anımsamak istediğimde mum gibi eriyen mekânlar ve nesneler görüyordum. Ruhum beni hemen terk ediyordu. Orada bir tür bitkisel hayat sürdürdükten sonra, ikincisi ve çoğu insana nasip olmayan alternatif zamana dönüyordum. Ki alternatif zamanda bellek yoktu, beklenti yoktu. Sınırlar, yasaklar ve acı yoktu. Doğrusal zaman her şeye rağmen belki anımsanabilirdi. Fakat alternatif zaman geride hiçbir leke bırakmadan, yaşattığı her şeyi silerek ilerliyordu. Kayıtsızdı. 

Ben; kalbime zırh giymeyi alışkanlık hâline getirdiğimden olsa gerek, alternatif zamanda silinen her şeyi korumayı, geçmişimi o zırhın içinde saklamayı başarmıştım ve bu yüzdendi sanırım, kendimi bulmak için baktığım her fotoğraf karesinde karşıma çıkan yalnızlık imgeleminin, ruhumda, şimdiki zamana yakılmış bir işaret fişeği gibi sürekli patlamasının sebebi.”

Unutkan müşteri bir yazar olabilir mi? Çantada gördüklerim, not defterinde okuduğum cümleler zihnimde onun yazar olabileceği kanaatini oluşturdu. Yazdıklarına bakılırsa amatör fotoğrafçılığa da merakı olmalı. Zamana dair yazdıklarını düşünüyorum da zaman çayın içine bırakılan şeker gibi eriyip gidiyor fakat zamanın erime hızı frenlenemiyor. Zamanı durdurmak için onu kaydetmekten başka çare yok. Onu görüntülemek, zamanın hızına meydan okumanın tek alternatifi belki de. İnsanın zamanla yarışı böyle başlamıştır sanırım. Zamanı kaydetmekle. Zaten yazmak da zamana objektif tutmaya benziyor sanki. Yazarların yaptığı da bir nevi fotoğraf çekmek değil mi? Zamanı kelimelerin ışığıyla kaydetmek. Gözümü tekrar not defterine çevirip yeni bir sayfa açıyorum.

Simya

“Kova burcuydum. Gezgin, özgürlüğe düşkün bir ruhum vardı. Sık sık seyahat ediyordum işim gereği. Tren, otobüs, vapur, bazen de uçakla. Seyahat ettiğim yörenin coğrafi durumuna, ulaşım olanaklarına göre değişiyordu yol arkadaşlarım ve binit tercihlerim. Çıktığım yolculuklarda rüzgârın oğulları gibi hissediyordum kendimi. Kanımın Düden Şelalesi gibi aktığını bilmek, ruhumdaki aritminin iyileştiğini duyumsamak beni umutlandırıyor, zaman, serüven duygusuyla bileyliyordu yaşamak tutkumu.

En çok tren yolculuklarını seviyordum. Kıvrım kıvrım uzayan rayların üzerinde giden vagonları buz pistinde gösteri yapan artistik buz dansçılarıyla özdeşleştiriyordum. Mola verilen istasyonlarda fotoğraf çekiyordum fırsat buldukça. Yeni tanıştığım insanlar oluyordu. Seyahat bitiminden sonra, kurulan yeni dostlukları, kültürel ve mimari dokusundan etkilendiğim şehirleri, mistik yapıları ve bütün bunlara dair zihnime kaydettiğim en ince ayrıntıları anımsamak mutlandırıyordu beni. Özgürleşmeye tutkundum. Sabit yaşamaktan zevk almıyordum. Ve evet, trenle seyahati daha çok seviyordum. Çünkü tren yolculuğunu diğer yolculuk biçimlerinden ayıran en önemli ayrıntı, yoldaşınızın ezoterik sureti, zamanın kusursuz aynasında çıplak bir seraba dönüştüğü ân, sizin, o serapla nasıl bütünleştiğinizin ve o serabın içinde nasıl eriyip gittiğinizi formüle eden simyanın ateşinde gizliydi.”

Kova burcuymuş. Aynı burçtanız yani. Seni şimdi daha iyi anlıyorum kardeş. Çağından elli yıl ilerdedir kova burcu. Özgürlüğe tutkun. Seyahat dersen ben de severim. Sana da vallahi billahi kanım ısındı. Notların belki özel şeylerdi, izinsiz okuduk, bağışla. Fakat okuduklarımdan sonra seni sevdim arkadaş. Zaten defterin hepsini okumayı düşünmüyorum. Son bir sayfaya daha bakıp kapatacağım defteri.

Çiçek Tohumları

“Ağrılarından azat edilmek istiyorsan ruhuna çiçek tohumları serpmelisin" dedim. Şaşırdı. Yüzü deniz gibi dalgalandı kısa bir süre. Durulunca "Yaaaa! Demek öyle. Bilmiyordum," dedi muzipçe gülümseyerek. Biraz sonra “söylesene, ruhuma hangi çiçeğin tohumlarını serpmeliyim?" sorusunu yönelteceğinden kuşkum yoktu. İyimserliğini Pollyanna'ya benzetiyordum ve sezgilerimin beni asla yanıltmadığından emindim. Zaten beklediğim gibi de oldu. "Ne öneriyorsun" dedi fazla gecikmeden. Hiç düşünmeden pencere kenarındaki sardunyalara uzandım. Birkaç dal koparıp uzattım. Sardunyaları göğsüne bastırdı. İçini çekti derin derin. "Sadece bu kadar mı?" der gibi süzülerek yüzüme bakınca hafifçe eğildim. "Önce kırmızı sardunyaları dene. Fakat kesin bir çözüm istiyorsan bayram çiçekleri seni bütün ağrılarından azat edecektir, " diye fısıldadım kulağına.”

Not defterini kapattım. Taksinin ön camından karşıdaki kafeteryanın önünde bekleşen, çiçek gibi giyinmiş zarif gençlere baktım. Çiçek deyince, sahi eve en son ne zaman çiçek alıp götürdüm, unuttum. Oysa kadınlar çiçekleri sever, çiçeksiz yapamazlar değil mi? Sana bir teşekkür borçluyum sevgili burçdaşım. Adın her neyse bilmediğim için “burçdaşım” diyorum artık sen gerisini anla. Bu akşam eve mutlaka bir demet kasımpatıyla gidecek, bunca yıldır kahrımı çeken kadınıma çiçeklerle sarılacağım. 

Şaşıracaktır muhtemelen. Varsın şaşırsın, varsın yüzünde güller açsın. Bir buket çiçek demetiyle bu akşam nâr kırmızıya boyansın vakitler ve incelikler.

h@nna m.

Hiç yorum yok: