Gözlerinin soluk ferinden uyku damlıyordu. Yorgundu. Bitkin
ve hâlsiz. Ağır vasıta şoförüydü on yıldır. Uzun yoldan dönmüştü.
Dakikti. Duş alıp hemen yatmak istiyordu. Yıllardır toptancı haline mevsimlik
sebze meyve taşıyordu hiç durmaksızın. “Uzun yol şoförlüğü uykusuzluğu
kaldırmaz. Tek başına gitme. Yanına muavin al. Dinlenmeden yola çıkma”
diyenleri haklı buluyordu. Yorulduğunu hissettikçe yatıp dinlenmek istiyor
fakat yeterince uyumaya fırsat bulamıyordu, aralıksız yollara düşmekten. Tarladan
kamyona sardığı malı gün doğmadan önce toptancı haline getirmek zorundaydı
çünkü. Getiremezse kabzımalın kendisini pirelenmiş bir kedi yavrusu gibi
kapının önüne koyacağının farkındaydı. Çok istemesine rağmen patronları ücretini
iyileştirmiyor, muavin diye ısrar edince de kapıyı gösteriyorlardı. Yevmiyesini
kendi cebinden karşılayıp muavin tutmayı denemişti birkaç kez. Masraflar
artınca vazgeçmişti. Alışmıştı idare etmeye. Yüksünmüyordu. Soranlara: “İşsizlik
mi? Rabbim düşmanımın başına vermesin?” diyordu, içini çekerek. Esasında,
zamanla ölümüne yarışmaktı onun yaptığı iş. Tehlikeli, meşakkatli ve
direksiyonda uyuklamayı affetmeyen.
Duştan çıkınca yatağa uzandı. Bir an evvel uyumak
istiyordu. Uyumak ve ölümün kardeşi uykunun koynuna çoban yıldızı gibi düşmek. "Bir ayrılık, bir yoksulluk,
bir ölüm" dedi, yüzünü ekşiterek. Kendini bildi bileli bunların üçü
de peşindeydi. Yıllardır evde yoksulluğu, yollarda ölümü kokluyordu zaten. Öyle
ya gidip de dönememek vardı. Dönüp de görememek. Gerçi her seferinde sağ salim
geri dönmüştü dönmesine de, gerçek ölümden geri dönüş yoktu ki. Ölüm girişi
açık, çıkışı kilitli bir kapıydı. Uykudan sonra açılan bilincini ölümün sırlı kapısından
geriye dönüşün tek anahtarı olarak düşünmesi bundandı belki de.
Ayrılıksa yollardan beterdi. İlk eşinden ayrılma sebebiydi uzayan
yollar. Kocasının yüzünü doğru düzgün göremeyen, iki çift laf edemeyen
kadıncağız çareyi baba evine dönmekte bulmuştu. Tek celsede boşanmıştı ilk
eşinden. Tecrübesizdi. Hazır değildi ayrılığa. Kanatları kopmuştu sanki.
Üzülmüştü. Ayrılıklar hakkında saymakla tükenmeyecek sözler duymuştu yakın
çevresinden. Helâllik diledikten sonra da susmuştu. Çünkü ayrılıklar ruhun kara
kutusuydu. Vedalaşma zamanı kanatlarından ayrılan her erkek gibi pahalı bir
yalnızlığı satın aldığını düşünmüş, ancak, eşinin içine düştüğü hayâl
kırıklığından ibaret kara deliğe, boşanarak son verdikleri duygusuyla
rahatlamıştı.
Zihinsel rahatlık her insana geçmişin yaralarına sünger
çekmeyi öğretir. Bu süreç kabuk bağlarken acıtır, yıpratır ama eninde sonunda iyileşerek
geleceğe umutla bakmayı öğretir. Güneye gidiyordu sık sık. Orada turunç
bahçesinde portakal toplayan bir Yörük kızına tutulunca yüzünü geleceğe
çevirmişti. Umutluydu. Tutkuları gibi karşılıklıydı sevdaları. Yeniden evlenmişti.
Tutkulu kadınları, yalnızca tutkulu erkeklerin gönül bahçesine dikilince
çiçeklenen ağaçlara benzetirdi. Evlendikten sonra tutkuları çiçeklenmiş, iki de
çocukları olmuştu. Mutluydu. Kaza yapmaktan, çocukları yetim, Güllü kızı dul
bırakmaktan ödü kopuyordu artık. Bu yüzden yollarda oyalanmazdı korkusundan. Verilen
adrese varınca kamyonu uygun bir yere çeker, işçiler malı sarana kadar şoför
mahallinde kestirebildiği kadar kestirirdi çoğu zaman. "Kuzuyu güden kurdu
görür" derler hani.
Trafik kazası da onun kurduydu ve o karşılaşmaktan hep çekindiği kurtla birkaç
kez burun buruna geldiğinde "kader" demişti. Yalnızca kader.
Talihliydi. Hepsinde de ucuz kurtulmuştu aslında. Hele bir gün kirpikleri
uykunun ağırlığına dayanamayınca Niğde yakınlarında bir tarlada, patates
çuvallarının arasında inlerken dünyaya açabilmişti gözlerini.
O gün ne kamyonda ne de kendisinde büyük bir hasar yoktu
çok şükür. Ezdiği patates çuvallarının sahibi şikâyetçi olunca tutuklamışlardı.
Cezaevinde tam bir hafta dipsiz deliksiz uyumuştu. Koğuşta kendisini uyandırmak
isteyenlere yanıtı “dokunmayın” demek olmuştu sadece. “Dokunmayın benim
cennetime.”
Öyleydi. Uyku onun cennetiydi, uykusuzluk cehennemi. Ezilen
patateslerin ücretini yanında çalıştığı kabzımal ödeyince kurtulmuştu hapisten.
Kurtulduğuna sevinememişti. Mesleği boşluk kaldırmadığı için işine son
verilmişti çoktan. Bir müddet işsiz kalmayı ilaç niyetine kabullenmişti
doğrusu. Dinlenmiş, toparlanmış, arkadaşlarının araya girmesiyle eski işyerine
geri dönmüştü rica minnet. Antalya'ya gidip geliyordu her gün. Şeftali
taşıyordu tonlarca. İkindi olunca yola koyulacaktı. Bir an evvel uyuması
lâzımdı. Gözlerindeki kurşun gibi ağırlıktan kurtulması gerekiyordu daha fazla
gecikmeden.
Dışarıda oynayan çocukların, karşı sokakta kurulan davullu
zurnalı, sazlı çalgılı düğünün gürültüsüne kulak kabarttı. Sağa sola döndü.
Uyuyamadı. Arka taraftaki odaya geçti. Saati kurdu. Kulağına pamuk tıkadı.
Uyudu en sonunda esneyerek.
Saatin zili çaldığında kalktı. Ankara havalarının oynak
ezgileri duyuluyordu çalgıcının hoparlöründen. Yüzünü yıkadı. Evin içinde
dolandı gönülsüz adımlarla. Giyinip hazırlandı. Turunç bahçelerinde amele çavuşluğu
yapan kayınbiraderinin sözlerini anımsadı. “Topla gel çoluk çocuğu. Burada da
bir düzen kurarsın elbette” demişti. “Böyle köle gibi çalıştıktan sonra sana iş
mi yok?”
Balkona çıktı. Avlu kapısından giren Güllü kıza ve
çocuklara el salladı. Sigarasını yaktı. İçine çektiği dumanı hırsla üfledi
burnundan. Gitmek istemiyordu. Aklına yatmıştı. Kayınbiraderini dinleyecekti.
“Dönüşte paramı alıp kamyonun anahtarını teslim ederim. Kralı gelse gayri
durmam” dedi içinden. Yanına oturan Güllü kıza baktı şefkatle. Elini tuttu.
“Gidiyorum. Bu son olur inşallah” dedi. Ağabeyinin
sözlerini kelimesi kelimesine anlattı Güllü kıza.
“Eneee! Essah mı ülen. Korkma valla! Orda da geçinip
durruz. Ben de çalışırım gari. Çalışmak ayıp mı? Eskisi gibin portukal, ilimon
toplayıverrim gene. Çapaya da gidiverrim. Üç beş kuruş ne alırsam sırtından
dayanıverrim sana.”
“Yiğitsin Güllü gız. Hay çok yaşa e mi? De bakem hazırladın
mı yol azığını.”
“Hazırlamaz olmam mı? Kömbe yapıverdim. Kıymalı. Bol
biberli. Senin sevdiğinden.”
“Essah mı gız. Hadi ıcık getir de tadına bakem.”
“Böğn zabaalan ekmek sacında, meşe közünde bişiriverdim
kömbeyi. Soona düğüne vardıydım. Ordan geliyom şimdi. Okuntuyu verdim. Selâmını
deyiverdim Fatiş bacıya. Oğlanlar durmadı. Kaat helva, balun istediler.
Alıverdim sevinsinler diye.”
“Eline sağlık. Eyi yapmışsın” dedi. Neşesi yerine gelmişti.
Sigaranın dumanını keyifle üfledi. Bir dilim kömbe yedi. Ayran içti koca bir
tas. Çocukları sevdi. Güllü kıza sarıldı. “Kalın sağlıcakla” deyip evden çıktı.
Güllü kız, ardından su döktü maşrapayla. Diline doladığı türküyü umutla söyleyerek
avludan içeri girdi.
“Karşıki yayla ne
güzel yayla
Bir dem süremedim
kalırım böyle
Ela gözlü pîrim
sen himmet eyle
Ben de bu yayladan
Şah’a giderim.”
Fatih
Yavuz Çiçek