"Hollanda bir düştür, bayım, gündüz daha
dumanlı, gece daha yaldızlı bir altın ve duman düşüdür ve gece gündüz bu düş
Lohengrin’le doludur, tıpkı, bütün ülkede denizlerin çevresinde kanallar
boyunca durmadan dönüp duran gömütlük kuğularını andıran yüksek gidonlu
bisikletleri üzerinde hülyalı hülyalı kayıp giden kimseler gibi. Onlar, başları
bakır rengi bulutları içinde, düş görürler, döne döne giderler, sisin altınsı
tütsüsü içinde uyurgezercesine dua edenler, artık orada değillerdir. Binlerce
kilometre öteye, uzak Cava adasına doğru uçup gitmişlerdir. Onlar, tüm vitrinlerini
süsledikleri o yüzünü buruşturan Endenozya tanrılarına dua ederler, o tanrılar
ki şu anda üzerimizde gezmektedirler, görkemli maymunlar gibi, dükkân
tabelalarına ve merdiven biçimindeki çatılara asılmadan önce, Hollanda’nın yalnız satıcılar Avrupa’sı olmayıp deniz olduğunu, Cipango’ya
ve insanların çılgın ve mutlu olarak öldükleri o adalara götüren deniz olduğunu
bu özlem dolu sömürgelilere anımsatmak için.
Ama kapıp koyverdim kendimi, savunmaya
giriştim! Bağışlayın. Alışkanlık, bayım, eğilim, üstelik bu kenti ve nesnelerin
özünü size anlatmak isteği! Çünkü nesnelerin özündeyiz. Dikkat ettiniz mi,
Amsterdam’ın ortak merkezli kanalları cehennemin dairelerine benzer? Elbette
kötü düşlerle dolu kentsoylu cehennemi. Dışarıdan geldiğiniz zaman, bu daireleri
geçtiğiniz ölçüde, yaşam ve dolayısıyla ondaki suçlar daha yoğun, daha karanlık
olur. Burada biz son dairedeyiz, şey dairesi… Oo! Biliyorsunuz demek? Hay
Allah, sizi sınıflandırmak daha zorlaşıyor. Ama, neden nesnelerin merkezinin burada olduğunu söyleyebileceğimi anlıyorsunuz demek; kıtanın bir ucunda olsak
bile. Duyarlı bir insan anlayabilir bu tuhaflıkları. Öyle ya da böyle, gazete
okuyanlar ve zina edenler daha ileri gidemezler. Onlar, Avrupa’nın her yerinden
gelir ve iç denizin çevresinde, renksiz kumsalda duraklar. Canavar düdüklerini
dinlerler, gemilerin siluetlerini sis içinde boşuna ararlar, sonra yeniden
kanalları geçerler ve yağmur altında geri dönerler. Soğuktan donmuş durumda
Mexico-City’ye ardıç rakısı istemeye gelirler, her dilde. Ben orada onları
beklerim.
Haydi yarına kadar hoŞçakalın, bayım ve
sevgili hemşehrim. Hayır, şimdi yolunuzu bulursunuz; bu köprünün yanında
bırakıyorum sizi. Geceleri bir köprüden hiç geçmem ben. Kendi kendime
ahdetmişim de ondan. Birinin kendini suya attığını varsayın. İki şeyden biri,
ya onu kurtarmak için arkasından suya atlayacaksınız ve soğuk mevsimde
sağlığınızı tehlikeye atacaksınız ya da bırakacaksınız gitsin, o zaman da suya
dalmaktan kaçınmanız bazen tuhaf kırıklıklar bırakacak sizde. İyi geceler!
Nasıl? Şu vitrinlerin arkasındaki bayanlar mı? Düş, bayım, ucuza düş! Hindistan’a
yolculuk! Bu kişiler baharat kokusu sürünürler. İçeri girersiniz, perdeleri
çekerler ve uçuş başlar. Tanrılar çıplak bedenlerin üzerine iner ve adalar,
rüzgâr altında kabarmış palmiyeden bir saçla taçlanmış olarak çılgınlar gibi
sapıtırlar. Deneyin."
Albert Camus, Düşüş, syf. 13,14,15
Çeviri:Hüseyin Demirhan
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder