Şiir, Edebiyat, Kültür, Sanat

28 Ekim 2019 Pazartesi

Doberman



“Düşünmüyoruz, düşünülüyoruz. Kendimizin olan bir şeyimiz yok.
Bakmıyoruz, şeyler tarafından bakılıyoruz. Bakışlarımız yönetiliyor.
Düşüncelerimiz de belki.”

Jean-Luc Godard

Kulak verip dinlediğim sıradan bir muhabbetin  kahramanlarından olacağımı bilseydim orada bi'dakka bile durmaz; hesabı öder, hemen kalkıp giderdim oturduğum masadan. Nerden bilecektim ruhsatlı silahımla günün birinde, üstelik herkesin içinde bir dobermanı öldüreceğimi. Bilemezdim tabiî ki. Çünkü yazgı yaşayarak öğrenilir. Geleceği bilmek, gelecekle ilgili tahminler yapmak falcıların işidir, hayatı yaşayarak öğrenenlerin değil. 

Oysa gün nasıl da pozitif başlamıştı. Güneşin yeryüzüne uzattığı sarı saçları pırıl pırıl parlıyordu. Gök masmavi, hava dışarda kahvaltı yapılacak kadar mükemmeldi. Börekçideydim. Tatar böreği ısmarlamıştım. Kendime dört başı mâmur bir börek ziyafeti çekmeye karar vermiştim o sabah.

Yan masada oturan iki genç kızdan biri diğerine -yüksek sesle- evlerinde besledikleri dobermanı anlatıyordu. Abisi ilgileniyormuş köpeğin bakımıyla. Kuyruğunu, kulaklarını kestirmişler. “Çok kıskanç” diyordu. “Abimin yanına kimseyi yaklaştırmıyor. En ufak bir tehditte hemen saldırıyor. Birine zarar verecek diye ödüm kopuyor ayyy korkuyorum” diyordu üstüne basa basa. “Kor-ku-yo-rum.”

“Korkunun ecele faydası yoktur” deyimini düşündüğümü anımsadım. İçimden: “İnsan gerektiğinde sevgilisiyle mezarlıkta sevişmeyi göze alacak kadar cesur olmayı bilmeli” dediğimi. Sonra, hay Allah, amma da okkalı söz ettim diye gülümseyip, işaret parmağımı çay karıştırıyor gibi çevirerek bir çay daha istemiştim uzaktaki garsondan.

Gün hakikaten güzeldi. Börekçinin önündeki küçük masalardan birine oturan genç çifte kaymıştı gözlerim. Yanlarında çocuklarıyla gelmişlerdi. Herhalde “çocuk da, ben de evde sıkıldık” demişti  kadın. “Kalk bi'yerlere gidelim.” Kalkıp börekçiye gelmişlerdi. Çocuksa bildiğimiz çocuktu işte. Dört beş yaşlarındaydı. Kırmızı topunu zıplatarak, ezberlediği çocuk şarkılarını mırıldanarak kendi kendine koşup oynuyordu kimseye zarar vermeden. 

Tavırları zibidiyi andıran iki erkeğin dobermanla börekçiye gelmesinin ardından olup bitti her şey. Birinin üzerinde akrep baskılı t-shirt vardı. Diğerinde satanist tarzı dikkat çekiyordu. Gelenler önce kızların yanına oturdular, sonra dışarı, börekçinin önündeki masalardan birine geçtiler. Erkeklerin sırtı çocuklu aileye dönüktü. Karşılıklı gülüşerek konuşuyorlardı, çıkardıkları gürültüyü umursamadan. Çocuk topuyla şut çekiyordu ellerini çırparak. Hani olacağı var denilir ya, o esnada çektiği şutlardan birinde top erkeklerden birinin -sanırım kızın abisiydi- kafasına çarptı. Ne olduysa o anda oldu. Doberman sahibinin boş bulunmasından da faydalanarak şimşek gibi fırladı ve çocuğa saldırdı. 

Dobermanların saldırgan köpekler olduğunu biliyordum. Müdahale edilmezse çocuğa zarar vereceğini, hatta onu paramparça ederek öldürebileceğini de. 

Dobermanın saldırısıyla  oturduğum masadan ben de ok gibi fırladım. Bağırış, çağırış ve yardım edin sesleri arasında köpek çocuğu altına almış, kolunu dişlerinin arasına çoktan geçirmişti bile. Köpeğin sahibi: “Kathy Kathy! Buraya gel kızım! Yanıma gel” diye bağırıyordu ama faydasızdı. Acil müdahale edilmezse doberman çocuğu oracıkta parçalayacaktı.

Bir köpeğin en zayıf yeri ağzıdır. Evet, dişleri, çenesi güçlüdür ama ağzından darbe alan bir köpek o darbeyi kendisine vuran insana bir daha asla saldırmaz. Çocuğu kurtarmak için koşarken gözlerimle bir sopa, ya da süpürge sapı aradım. Yoktu. Çaresiz, silahımı çıkardım ve iki el ardı ardına ateşledim. Doberman acı acı uludu ve geriye düştü. Titredi, kasıldı, birkaç kez inledi. Sonra olduğu yerde kıvrıldı kaldı. Boynundan kan sızıyordu. Dili dışarı sarkmıştı. Serinkanlılığımı yitirmeden çocuğu kaptığım gibi aileye verdim. Yoldan geçen taksiyi çevirip hemen hastaneye gittiler. Silah sesini duyan mahalle sakinleri polisi aramıştı. Siren seslerini duymamız gecikmedi. 

Köpeğin sahibi üzerime yürümüştü. “Kâtil” diye bağırıyordu. “Kathy'i öldürdün. Kâtilsin sen, kâtil! Bunun hesabını soracağım senden!”

Çevrede biriken vatandaşlarla polisler ayırdı bizi. Doberman'ın sahibi hem suçlu hem güçlüydü. Şikâyetçi olmuştu. Polisler karakola davet ettiler. Börekçide çalışanlar, olayı gören tanıklarla birlikte gidip yaşananları anlattık, ifademizi verdik. Tutanakları imzaladım. Adres bilgilerimi, telefon numaramı kaydettirip oradan ayrıldım.

Dobermanı öldürmüştüm öldürmesine de, çocuğu da dobermanın ağzında parçalanmaktan kurtarmıştım. Hiç tanımadığım bir duyguyla karşı karşıyaydım. Çaresizlik değildi. Korku, kargaşa değildi. Karakoldan çıkınca bir delinin iyimserliğini, dünyayı umursamayan bakışlarını takınmıştım yüzüme ama hüzünlüydüm. Vicdanımı sorguluyor, ağır ağır yürüyordum üzüntüden içim ezilerek. 

Hüzün nedir? Buz kesmektir. Gönlü kaplayan kar fırtınasıdır. Kimbilir, belki de senden nefret eden, sana kırgın birinin, gıyabında: "buz kesil e mi" diye ettiği bedduanın tutmasıdır. Durdum. Akrep baskılı t-shirt gözlerimin önüne geldi. Sıkışınca iğnesini kendine yönelten akrebi düşündüm birdenbire. Akrep burcuydum. Sıkışmıştım ve iğneyi kendime değil dobermana batırmak zorunda kalmıştım. Hem, bir köpeğin kaç yıllık ömrü vardır ki? Üstelik köpeğin ömrüyle insanın, hele bir çocuğun hayatı aynı değerde midir? Aslında yetmişiki millet, onsekizbin âlem bütün canlılar yeryüzü denen ormana düşmüş ağaç tohumlarına benziyorduk. Doğup büyüyor, yaşlanıyor, nihayetinde hepimiz kesilecek çam ağaçları gibi vakit dolduruyor, gövdemizi köklerimizden ayıracak testerenin ağzıyla yüzleşmek için dünyada sıramızı beklemiyor muyduk?

İlerledikçe Kaleiçi tarafındaki evlerden birinden sokağa yayılan keman sesini duyumsadım ruhumda. Yürüdükçe açıldım. Derinlerden, tâ çocukluğumda abdallardan dinlediğim, sokak aralarında yapılan düğünlerde sık sık çalınan müziğin nağmelerini işittim kulaklarımda. Durup dinledim. Dinledikçe rahatladım. Etrafta turist kafileleri yoğunlaşmıştı. Seyyar satıcılar turistlere hediyelik eşya satma derdindeydiler. Kalabalığı izledim bir süre. Hayat herkesin bir şeylerin peşinde koşturmakla geçirdiği uzun bir maratondan farksızdı. Otele dönmeliydim. Sel gibi akan insan kalabalığının arasından geçerek tenhâ sokaklardan birine saptım.

İlk girdiğim sokakta yirmi veya yirmi beş kişilik kalabalığı karşımda görünce şaşırdım. Dikkatli bakınca beni süzen bakışlarının kesinlikle tekin olmadığını anlamakta gecikmedim. Düşmanca bir tavır takınmış, ellerinde sopa ve baltalarla üzerime yürüyorlardı. Gizli şaka programlarında görmüştüm böyle bir sahneyi. Bir grup, tek başına dar bir sokakta sıkıştırdıkları şakazedenin üzerine yürüyor, şakalanan kişi korkup kaçmaya başlayınca da onu kovalamaya başlıyorlardı. Sevimsiz bir şakaydı doğrusu. “Kameraya gülümseyin” denildiğinde çoğu kişi olumsuz tepki gösteriyordu. “Acaba” dedim. Şaka olabilir mi? Öyle zannettim. Fakat üzerime yürüyen grubun içinden “kâtil” diye bağıran öfkeli ses şaka değil ciddi bir durumun sinyalini veriyordu. “Kathy'i öldürdün. Kâtilsin sen, kâtil! Bunun hesabını soracağım senden!”

Elleri sopalı grup dobermanın sahibinin işaretiyle hızla üzerime yürüdüler. Cesur biriydim. Yanımda silahım vardı. Gerektiğinde gözümü budaktan sakınmazdım. Silahı çıkarıp birkaç el uyarı atışı yapmayı düşündüm. Vazgeçtim. Dobermandan sonra bir de insanlara zarar vermek istemiyordum. Küçükken sofraya oturmakta nazlandığım zamanlarda babaannem “yemek bulunca yanaş, kavga görünce sıvış” derdi. Şimdi tam zamanıydı. Sıvışmalıydım. Ama nasıl sıvışacaktım? “28 Hafta Sonra” filmini defalarca izlemiştim. “Don” rolündeki Robert Carlyle’ın o müthiş koşusunu ben de yapmalıydım. Geriye döndüm. Var gücümle koşmaya başladım. Grup peşimden geliyordu. Ben önde, onlar arkada, zemini Arnavut taşlarıyla döşeli dar sokakları, kemerli geçitleri altın madalya için koşan atletler gibi süratle koşarak geçtik.

Koşuyordum. Seyyar satıcıların tezgâhlarını devirerek, dükkânların önünde elime gelen her şeyi yerlere saçarak koşuyordum. Kaleiçinde havai fişekler patlıyordu. Yorulmuştum. Silahımı da düşürmüştüm. Can havliyle koşmaya devam ettim. Küçük bir dörtgeni andıran meydanlığa gelmiştim. Sapabileceğim dört sokak vardı önümde. En sağdakine daldım ve koşmayı sürdürdüm. Talihsizdim. Çıkmaz bir sokağa girmiştim. Sokağı çevreleyen yüksek duvarlara tırmanmak olanaksız görünüyordu. Çıkmazın bitimine kadar koştum. Ahşap bir bank vardı. Üstüne çıkıp “İmdat! Kimse yok mu?” diye bağırdım. Kimsecikler yoktu. Köpeğin sahibi ve öfkeli arkadaşları tam karşımdaydı. Banktan inip sırtımı duvara dayadım. Vuruşacaktım. Kolay teslim olmaya niyetim yoktu ancak hepsi birden üstüme geldiler. Yukarı kalkan kolların birinde baltanın ışıltısını gördüm. Gözlerimi kapayıp “hayır” diye haykırdım. “Hayırrrr!”

Tak! Tak! Tak!

Üç el silah sesi duyuldu. 

“Tamam! Kestik, kestik” dedi yönetmen. “Yarım saat mola veriyoruz arkadaşlar! Sonra kaldığımız sahneden çekime devam edeceğiz. Lütfen kimse yerinden ayrılmasın. Çaylar şirkettennnnnn!”

Kollarını hayranlıkla açarak yanıma geldi. Elimi sıktı. “Çok iyiydin. Büyük, çok büyük oyuncusun vesselam. Böyle koşmayı nerde öğrendin be oğlum. Sen değil sanki Usain Bolt koşuyor zannettim” dedi gülümseyerek. Omzuma vurdu dostça. Sonra “çaaakkkk” yaptık çocuklar gibi. Gövdemi zemine bıraktım. Derinlerden tâ derinlerden gelen keman sesine kulak kabarttım tekrar. Sevdiğim işi yapmanın keyfiyle yüzlerce ateşböceği şarkı mırıldanarak dans ediyordu içimde ve yüksek duvarların gölgesi altında sanki bin watlık dev bir ışıldak gibi parlıyordu gövdem.

Fatih Yavuz Çiçek
Can Öykü Gazetesi, Ağustos 2017, Sayı:11

3 yorum:

N.Narda dedi ki...

Nefes nefese kalmıştım ki yönetmen araya girdi:)

mabelard dedi ki...

Yazarken okurun belleğinde sinematografik görüntüler oluşturmayı düşünmüştüm :) Öykü, roman ve sinemada sürpriz finalleri seviyorum.

ko53 dedi ki...

güzel bilgiler https://giz.li/petokulu