“Düşünmüyoruz, düşünülüyoruz. Kendimizin
olan bir şeyimiz yok.
Bakmıyoruz, şeyler tarafından bakılıyoruz.
Bakışlarımız yönetiliyor.
Düşüncelerimiz de belki.”
Jean-Luc Godard
Kulak verip dinlediğim sıradan bir muhabbetin kahramanlarından olacağımı bilseydim orada bi'dakka bile durmaz; hesabı öder, hemen kalkıp giderdim oturduğum masadan. Nerden bilecektim ruhsatlı silahımla günün birinde, üstelik herkesin içinde bir dobermanı öldüreceğimi. Bilemezdim tabiî ki. Çünkü yazgı yaşayarak öğrenilir. Geleceği bilmek, gelecekle ilgili tahminler yapmak falcıların işidir, hayatı yaşayarak öğrenenlerin değil.
Oysa gün nasıl da pozitif başlamıştı. Güneşin yeryüzüne
uzattığı sarı saçları pırıl pırıl parlıyordu. Gök masmavi, hava dışarda
kahvaltı yapılacak kadar mükemmeldi. Börekçideydim. Tatar böreği ısmarlamıştım.
Kendime dört başı mâmur bir börek ziyafeti çekmeye karar vermiştim o sabah.
Yan masada oturan iki genç kızdan biri diğerine -yüksek sesle- evlerinde besledikleri
dobermanı anlatıyordu. Abisi ilgileniyormuş köpeğin bakımıyla. Kuyruğunu,
kulaklarını kestirmişler. “Çok kıskanç” diyordu. “Abimin yanına kimseyi
yaklaştırmıyor. En ufak bir tehditte hemen saldırıyor. Birine zarar verecek
diye ödüm kopuyor ayyy korkuyorum” diyordu üstüne basa basa. “Kor-ku-yo-rum.”
“Korkunun ecele faydası yoktur” deyimini düşündüğümü anımsadım.
İçimden: “İnsan gerektiğinde sevgilisiyle mezarlıkta sevişmeyi göze alacak
kadar cesur olmayı bilmeli” dediğimi. Sonra, hay Allah, amma da okkalı söz
ettim diye gülümseyip, işaret parmağımı çay karıştırıyor gibi çevirerek bir çay
daha istemiştim uzaktaki garsondan.
Gün hakikaten güzeldi. Börekçinin önündeki küçük masalardan
birine oturan genç çifte kaymıştı gözlerim. Yanlarında çocuklarıyla
gelmişlerdi. Herhalde “çocuk da, ben de evde sıkıldık” demişti kadın. “Kalk
bi'yerlere gidelim.” Kalkıp börekçiye gelmişlerdi. Çocuksa bildiğimiz çocuktu
işte. Dört beş yaşlarındaydı. Kırmızı topunu zıplatarak, ezberlediği çocuk
şarkılarını mırıldanarak kendi kendine koşup oynuyordu kimseye zarar
vermeden.
Tavırları zibidiyi andıran iki erkeğin dobermanla börekçiye
gelmesinin ardından olup bitti her şey. Birinin üzerinde akrep baskılı t-shirt
vardı. Diğerinde satanist tarzı dikkat çekiyordu. Gelenler önce kızların yanına
oturdular, sonra dışarı, börekçinin önündeki masalardan birine geçtiler.
Erkeklerin sırtı çocuklu aileye dönüktü. Karşılıklı gülüşerek konuşuyorlardı,
çıkardıkları gürültüyü umursamadan. Çocuk topuyla şut çekiyordu ellerini
çırparak. Hani olacağı var denilir ya, o esnada çektiği şutlardan birinde top
erkeklerden birinin -sanırım kızın
abisiydi- kafasına çarptı. Ne olduysa o anda oldu. Doberman sahibinin boş
bulunmasından da faydalanarak şimşek gibi fırladı ve çocuğa saldırdı.
Dobermanların saldırgan köpekler olduğunu biliyordum. Müdahale edilmezse çocuğa zarar vereceğini, hatta onu paramparça ederek öldürebileceğini de.
Dobermanın saldırısıyla oturduğum masadan ben de ok gibi
fırladım. Bağırış, çağırış ve yardım edin sesleri arasında köpek çocuğu altına
almış, kolunu dişlerinin arasına çoktan geçirmişti bile. Köpeğin sahibi: “Kathy
Kathy! Buraya gel kızım! Yanıma gel” diye bağırıyordu ama faydasızdı. Acil
müdahale edilmezse doberman çocuğu oracıkta parçalayacaktı.
Bir köpeğin en zayıf yeri ağzıdır.
Evet, dişleri, çenesi güçlüdür ama ağzından darbe alan bir köpek o darbeyi
kendisine vuran insana bir daha asla saldırmaz. Çocuğu kurtarmak için
koşarken gözlerimle bir sopa, ya da süpürge sapı aradım. Yoktu. Çaresiz,
silahımı çıkardım ve iki el ardı ardına ateşledim. Doberman acı acı uludu ve
geriye düştü. Titredi, kasıldı, birkaç kez inledi. Sonra olduğu yerde kıvrıldı
kaldı. Boynundan kan sızıyordu. Dili dışarı sarkmıştı. Serinkanlılığımı
yitirmeden çocuğu kaptığım gibi aileye verdim. Yoldan geçen taksiyi çevirip
hemen hastaneye gittiler. Silah sesini duyan mahalle sakinleri polisi aramıştı.
Siren seslerini duymamız gecikmedi.
Köpeğin sahibi üzerime yürümüştü. “Kâtil”
diye bağırıyordu. “Kathy'i öldürdün. Kâtilsin
sen, kâtil! Bunun hesabını soracağım senden!”
Çevrede biriken vatandaşlarla
polisler ayırdı bizi. Doberman'ın sahibi hem suçlu hem güçlüydü. Şikâyetçi
olmuştu. Polisler karakola davet ettiler. Börekçide çalışanlar, olayı gören
tanıklarla birlikte gidip yaşananları anlattık, ifademizi verdik. Tutanakları
imzaladım. Adres bilgilerimi, telefon numaramı kaydettirip oradan ayrıldım.
Dobermanı öldürmüştüm öldürmesine de,
çocuğu da dobermanın ağzında parçalanmaktan kurtarmıştım. Hiç tanımadığım bir
duyguyla karşı karşıyaydım. Çaresizlik değildi. Korku, kargaşa değildi. Karakoldan
çıkınca bir delinin iyimserliğini, dünyayı umursamayan bakışlarını takınmıştım
yüzüme ama hüzünlüydüm. Vicdanımı sorguluyor, ağır ağır yürüyordum üzüntüden
içim ezilerek.
Hüzün nedir? Buz kesmektir. Gönlü
kaplayan kar fırtınasıdır. Kimbilir, belki de senden nefret eden, sana kırgın
birinin, gıyabında: "buz kesil e
mi" diye ettiği bedduanın tutmasıdır. Durdum. Akrep baskılı t-shirt
gözlerimin önüne geldi. Sıkışınca iğnesini kendine yönelten akrebi düşündüm
birdenbire. Akrep burcuydum. Sıkışmıştım ve iğneyi kendime değil dobermana
batırmak zorunda kalmıştım. Hem, bir köpeğin kaç yıllık ömrü vardır ki? Üstelik
köpeğin ömrüyle insanın, hele bir çocuğun hayatı aynı değerde midir? Aslında yetmişiki
millet, onsekizbin âlem bütün canlılar yeryüzü denen ormana düşmüş ağaç
tohumlarına benziyorduk. Doğup büyüyor, yaşlanıyor, nihayetinde hepimiz kesilecek
çam ağaçları gibi vakit dolduruyor, gövdemizi köklerimizden ayıracak testerenin
ağzıyla yüzleşmek için dünyada sıramızı beklemiyor muyduk?
İlerledikçe Kaleiçi tarafındaki
evlerden birinden sokağa yayılan keman sesini duyumsadım ruhumda. Yürüdükçe
açıldım. Derinlerden, tâ çocukluğumda abdallardan dinlediğim, sokak aralarında
yapılan düğünlerde sık sık çalınan müziğin nağmelerini işittim kulaklarımda. Durup
dinledim. Dinledikçe rahatladım. Etrafta turist kafileleri yoğunlaşmıştı.
Seyyar satıcılar turistlere hediyelik eşya satma derdindeydiler. Kalabalığı izledim
bir süre. Hayat herkesin bir şeylerin peşinde koşturmakla geçirdiği uzun bir
maratondan farksızdı. Otele dönmeliydim. Sel gibi akan insan kalabalığının
arasından geçerek tenhâ sokaklardan birine saptım.
İlk girdiğim sokakta yirmi veya yirmi beş
kişilik kalabalığı karşımda görünce şaşırdım. Dikkatli bakınca beni süzen bakışlarının kesinlikle
tekin olmadığını anlamakta gecikmedim. Düşmanca bir tavır takınmış, ellerinde
sopa ve baltalarla üzerime yürüyorlardı. Gizli şaka programlarında görmüştüm
böyle bir sahneyi. Bir grup, tek başına dar bir sokakta sıkıştırdıkları şakazedenin
üzerine yürüyor, şakalanan kişi korkup kaçmaya başlayınca da onu kovalamaya
başlıyorlardı. Sevimsiz bir şakaydı doğrusu. “Kameraya gülümseyin” denildiğinde
çoğu kişi olumsuz tepki gösteriyordu. “Acaba” dedim. Şaka olabilir mi? Öyle
zannettim. Fakat üzerime yürüyen grubun içinden “kâtil” diye bağıran öfkeli ses
şaka değil ciddi bir durumun sinyalini veriyordu. “Kathy'i öldürdün. Kâtilsin sen, kâtil! Bunun hesabını
soracağım senden!”
Elleri sopalı grup dobermanın
sahibinin işaretiyle hızla üzerime yürüdüler. Cesur biriydim. Yanımda silahım
vardı. Gerektiğinde gözümü budaktan sakınmazdım. Silahı çıkarıp birkaç el uyarı
atışı yapmayı düşündüm. Vazgeçtim. Dobermandan sonra bir de insanlara zarar
vermek istemiyordum. Küçükken sofraya oturmakta nazlandığım zamanlarda
babaannem “yemek bulunca yanaş, kavga görünce sıvış” derdi. Şimdi tam
zamanıydı. Sıvışmalıydım. Ama nasıl sıvışacaktım? “28 Hafta Sonra” filmini
defalarca izlemiştim. “Don” rolündeki Robert Carlyle’ın o müthiş koşusunu ben
de yapmalıydım. Geriye döndüm. Var gücümle koşmaya başladım. Grup peşimden
geliyordu. Ben önde, onlar arkada, zemini Arnavut taşlarıyla döşeli dar
sokakları, kemerli geçitleri altın madalya için koşan atletler gibi süratle
koşarak geçtik.
Koşuyordum. Seyyar satıcıların
tezgâhlarını devirerek, dükkânların önünde elime gelen her şeyi yerlere saçarak
koşuyordum. Kaleiçinde havai fişekler patlıyordu. Yorulmuştum. Silahımı da
düşürmüştüm. Can havliyle koşmaya devam ettim. Küçük bir dörtgeni andıran
meydanlığa gelmiştim. Sapabileceğim dört sokak vardı önümde. En sağdakine
daldım ve koşmayı sürdürdüm. Talihsizdim. Çıkmaz bir sokağa girmiştim. Sokağı
çevreleyen yüksek duvarlara tırmanmak olanaksız görünüyordu. Çıkmazın bitimine
kadar koştum. Ahşap bir bank vardı. Üstüne çıkıp “İmdat! Kimse yok mu?” diye
bağırdım. Kimsecikler yoktu. Köpeğin sahibi ve öfkeli arkadaşları tam
karşımdaydı. Banktan inip sırtımı duvara dayadım. Vuruşacaktım. Kolay teslim
olmaya niyetim yoktu ancak hepsi birden üstüme geldiler. Yukarı kalkan kolların
birinde baltanın ışıltısını gördüm. Gözlerimi kapayıp “hayır” diye haykırdım.
“Hayırrrr!”
Tak! Tak! Tak!
Üç el silah sesi duyuldu.
“Tamam!
Kestik, kestik” dedi yönetmen. “Yarım saat mola veriyoruz arkadaşlar! Sonra
kaldığımız sahneden çekime devam edeceğiz. Lütfen kimse yerinden ayrılmasın.
Çaylar şirkettennnnnn!”
Kollarını hayranlıkla açarak yanıma
geldi. Elimi sıktı. “Çok iyiydin. Büyük, çok büyük oyuncusun vesselam. Böyle
koşmayı nerde öğrendin be oğlum. Sen değil sanki Usain Bolt koşuyor zannettim”
dedi gülümseyerek. Omzuma vurdu dostça. Sonra “çaaakkkk” yaptık çocuklar gibi.
Gövdemi zemine bıraktım. Derinlerden tâ derinlerden gelen keman sesine kulak
kabarttım tekrar. Sevdiğim işi yapmanın keyfiyle yüzlerce ateşböceği şarkı
mırıldanarak dans ediyordu içimde ve yüksek duvarların gölgesi altında sanki
bin watlık dev bir ışıldak gibi parlıyordu gövdem.
Fatih Yavuz Çiçek
Can Öykü Gazetesi, Ağustos 2017, Sayı:11
3 yorum:
Nefes nefese kalmıştım ki yönetmen araya girdi:)
Yazarken okurun belleğinde sinematografik görüntüler oluşturmayı düşünmüştüm :) Öykü, roman ve sinemada sürpriz finalleri seviyorum.
güzel bilgiler https://giz.li/petokulu
Yorum Gönder