Gözlerini kıstı. Yerde sürünerek yaklaşan
gölgelere baktı. Gerilmişti. Gayri ihtiyari bir hamleyle elini tabancasına
götürdü. Bir fabrikada özel güvenlikçiydi uzun yıllardır. Silah kullanma
yetkisi de vardı. Gerektiğinde hiç çekinmezdi silah kullanmaktan. At, avrat,
silah kültürüyle büyümüştü çünkü. Gittiği eş dost düğünlerinde şan şöhret uğruna bir
şarjör mermi sıkmaya bayılırdı ama şimdi korkmuştu gölgelerden.
Önce yaşlılığa verdi korkusunu, sonra gölgelerden biri başını kaldırıp hırlayınca: “Hay aksi! Hırsız sandıydım. Köpekmiş meğer” dedi. Rahatlamıştı. Biraz evvelki gerginliğinden eser kalmamıştı üzerinde. Nöbet kulesinden dışarı çıkıp projektörün ışığını görüş açısını daha net aydınlatacak şekilde ayarlamaya çalıştı. Zifiri karanlığı ışığı emen ve emdikçe doymak nedir bilmeyen aç bir canavara benzetti.
İçeri girip döner koltuğa oturdu. Masanın üzerinde duran gazeteye uzandı. Büyük puntolu haberleri inceledi. Spor sayfasındaki tahminleri dikkate alarak küçük hacimli bir “iddaa” kuponu doldurdu hevesle. Arka sayfa güzelini uzun uzun süzdü. Bulmaca hastasıydı. Çengel bulmaca sayfasını özenle katlayıp gazeteyi biraz daha önüne çekti. Boynunda asılı duran yakın gözlüğünü takarak ilk soruyu okudu. “Bir Japon giysisi.” “Kimono” sözcüğünü yazdı ilk kutuya. “Tıp Dilinde Kuyruk Sokumu Kemiği.” Altı harfli. Bilmiyordu. Geçti. “Avrupa'da Bir Ülke.” Yedi harfli. Başını kaşıdı. “Almanya da olabilir, Belçika da.” Yazmadı. Diğer kutuya odaklandı. “Sanatta yöntem, akım.” Dört harfli. Gözünü kısıp düşündü. “Yok, çözülmeyecek, yahu amma da zor bulmaca hazırlamışlar” dedi öfkeyle. Gazeteyi masanın ortasına doğru savurdu.
Önce yaşlılığa verdi korkusunu, sonra gölgelerden biri başını kaldırıp hırlayınca: “Hay aksi! Hırsız sandıydım. Köpekmiş meğer” dedi. Rahatlamıştı. Biraz evvelki gerginliğinden eser kalmamıştı üzerinde. Nöbet kulesinden dışarı çıkıp projektörün ışığını görüş açısını daha net aydınlatacak şekilde ayarlamaya çalıştı. Zifiri karanlığı ışığı emen ve emdikçe doymak nedir bilmeyen aç bir canavara benzetti.
İçeri girip döner koltuğa oturdu. Masanın üzerinde duran gazeteye uzandı. Büyük puntolu haberleri inceledi. Spor sayfasındaki tahminleri dikkate alarak küçük hacimli bir “iddaa” kuponu doldurdu hevesle. Arka sayfa güzelini uzun uzun süzdü. Bulmaca hastasıydı. Çengel bulmaca sayfasını özenle katlayıp gazeteyi biraz daha önüne çekti. Boynunda asılı duran yakın gözlüğünü takarak ilk soruyu okudu. “Bir Japon giysisi.” “Kimono” sözcüğünü yazdı ilk kutuya. “Tıp Dilinde Kuyruk Sokumu Kemiği.” Altı harfli. Bilmiyordu. Geçti. “Avrupa'da Bir Ülke.” Yedi harfli. Başını kaşıdı. “Almanya da olabilir, Belçika da.” Yazmadı. Diğer kutuya odaklandı. “Sanatta yöntem, akım.” Dört harfli. Gözünü kısıp düşündü. “Yok, çözülmeyecek, yahu amma da zor bulmaca hazırlamışlar” dedi öfkeyle. Gazeteyi masanın ortasına doğru savurdu.
Kalktı. Görev başında yasak olmasına rağmen
dışarı çıkıp sigara yaktı. Nöbet kulesinin etrafında bir tur attı esneyerek.
Uykusu gelmişti. Saate baktı. Onikiyi geçiyordu. Yüzünü göğe çevirdi. Bir süre
öyle kaldı. “Bizimki de yaşamak mı? Ömrümüzü nöbet kulesinde çürüttük” diye
hayıflandı. İlk nöbet tuttuğu günleri düşündü. Karşı köyde oturan köylülerin
koyun ve keçileriyle uğraşmaktan bıkmıştı o yıllarda. Köylüler geceleri tel
çitleri kesiyor, gündüzleri çiti kestikleri yerden boş araziye bırakıyorlardı sürülerini. Fabrikanın etrafı beton duvarla çevrilince koyun, keçi peşinde
koşmaktan kurtulmuşlardı. Duvarın örülmediği günlerden birinde sık
böğürtlenlerin arasına kaçan bir tekeyi vardiya arkadaşlarıyla uzun süren
uğraşıdan sonra yakalamış, tekenin sahibine öfkelendiklerinden midir nedir o
hırsla kesip, öğle yemeğinde bir güzel pişirip yemişlerdi keçiyi. Akşam sürüsündeki eksiği
fark ederek keçisini soran köylüye yalan söylemiş, “görmedik” demişlerdi hep
bir ağızdan. Köylünün şikâyeti üzerine yapılan soruşturmayı yalan yanlış
ifadeler vererek atlatmışlardı. “Gençlik işte” dedi pişmanlıkla. “Cahillik.”
“Şimdi olsa yapar mıydım? Yapmazdım
elbette. İnsanı yanılgılarıyla yüzleştiren pişmanlıkları vardır. Keçi olayı
da, güvenlik elemanı olmak da benim pişmanlığım. Şu saatten sonra ne yapsam
nafile. Zamanı tersine akıtmam, işimi değiştirmem mümkün değil. Burada çakılıp
kaldım, şanssızlık işte şanssızlık” diye yakınarak elini salladı.
Tanrı ona seçme özgürlüğü verseydi içinde
bir şans meleği yaşatmasını isterdi. İhtiyacı olduğunda cin ya da peri gibi
çıksın ortaya. Ne söylerse anında yerine getirsin. Olacak şey miydi bu? Değildi
tabiî. Aklından geçenlere güldü. Onun hayâllerini gerçekleştirecek bir şans
meleği hiç olmamıştı bu güne değin. Sahip olamadığı hayâllerle değil, sahip
olduğu gerçeklerle yaşamayı tâ çocuk yaşlarından itibaren öğrenmişti aslında.
Üzülmüyordu ruhunu acıtan gerçeklere. Kabullenmişti. Gerçek ona göre
değişmeyendi. Sabit kalandı. Bir yük gibi taşınması, yürekte saklanması gereken
acıydı. Bu yüzdendi belki de, insanların sabit kalan yaşamlarının
renksizliğini, yenilgilerinin tekrarını şanssızlık olarak niteleyerek,
acılarını gizlemelerinin sebebi.
“Anne babanı değiştiremezsin. Ulusunu,
tutkularını, tuttuğun futbol takımını, berberini, belli bir yaştan sonra işini
değiştiremezsin oğlum,” dedi kendi kendine. Omzunu silkti. İçeri girdi tekrar.
Defalarca okuduğu, ezberlediği kule talimatına göz gezdirdi. Pilli el
radyosunun sesini kıstı. Saat başı kurulması gereken elektronik güvenlik
sistemine kalemini okuttu. Telsiz telefonu alıp diğer kulelerdeki vaziyeti
sordu arkadaşlarına. Asayiş berkemaldi. Her zaman yaptığı gibi saat üçe kadar
biraz yatıp uyuyabilirdi artık.
Önce ayakkabılarını çıkardı. Omzundaki MP-5
tabanca ağırlık yapıyordu. Tabancayı çıkarıp girişteki çelik askılığa taktı.
İyice hafiflemişti. Koltuğu yana çekip oturdu. Ayaklarını masaya uzatıp uykuya
daldı.
Sabaha karşı gözlerini kırpıştırarak
uyandı. Her tarafı uyuşmuştu. Kollarını koltuğun arkasına atarak gerindi. Saate
baktı. Güvenlik sistemini kurma vaktini neredeyse üç saatten fazla kaçırmıştı.
Vardiya şefi sistemi niçin kurmadığını soracaktı mutlaka. “Boş ver. Ucunda ölüm
yok ya. Uydururum bir mazeret” dedi. Ayakkabılarını giydi. Çekmeceden nöbet
defterini, silah ve mühimmat teslim tutanağını çıkarıp imzaladı. Kulenin
altında çeşme vardı. Hem yüzünü yıkamak hem de uyuşan bedenini canlandırmak
için kapıya yöneldi. Gözleri çelik askıya ilişince irkildi. Geceleyin kendi
elleriyle çelik askıya taktığı MP-5 tabanca bıraktığı yerde durmuyordu.
Şaşırmış, öfkelenmiş, gözbebekleri irileşmişti bir anda. Silah demek namus
demekti bu yörede. Tabancayı askıdan kimin alabileceğini düşündü. Hırsızlık, ya da gece
denetimi geldi aklına. Diğer seçeneklere ihtimal dahi vermedi. Ne yapacaktı şimdi? Karar
vermekte zorlandı. Panikleyerek masanın etrafında hızlı adımlarla cin çarpmış gibi dolandı. “Namusum gitti, silah demek namus demektir” dedi. Hiptonize olmuş gibi sürekli “Namusum
gitti oyyy, namusum. Şimdi ben bu lekeyle, bu utançla nasıl yaşar, insan içine nasıl çıkarım?” diye hayıflanırken kararını vermişti. Kendisiyle alay edilmesine, gülünüp dalga geçilmesine izin vermeyecekti.
.
.
.
Gözlerini kıstı. Sonra birdenbire belindeki 7.65’lik Kırıkkale tabancayı
kılıfından çıkardı. Yatağına mermi sürdüğü namluyu çenesine dayadı. Hiçbir şey düşünmeden, gözünü bile kırpmadan tetiği çekti.
O’da ne? Tabanca tutukluk yapmıştı.
Patlamıyordu.
“Tanrı’dan şans meleği istiyordun oğlum.
Gördün mü bak, melek namludaymış” dedi.
Sonra bastı kahkahayı. Hâline bakıp güldü, delirmiş gibi, çılgınlar gibi katıla katıla güldü. Kendini unutmuş, Dünya’yı unutmuştu gülmekten.
h@nna m.
2 yorum:
Bu öyküyü çok büyük keyifle okudum.
En alttaki hanna matsuri beni de apayrı bir yere götürdü. Yazma isteği verdi.
Sonra etiketlerdeki jose maria madoz'u tarattım, yeni bir şey öğrendim.
Tüm bu nedenlerle bu yazıyı ben çok sevdim.
Utanç ve yüzkızartıcı ruh hali Japon kültüründe harakiri ile karşılık bulabiliyor. Madoz gerçeküstü fotoğraf sanatçısı. Öykünün içine serpiştirilmiş gerçeküstü öğeleri, güvenlikçinin intihar denemesini ve intihar eylemindeki başarısızlığını ve son kertede yaşadığı bunalıma bakarak "kendimize kendimizden başka kendimiz yok" diyebiliriz.
Okuyarak kattığınız değer için teşekkür ederim.
Yorum Gönder