“Sustum artık, sadece dinliyorum, başkasını
canlandırmaktan vazgeçtim, bana önce kendinizi, sonra da beni verin.”
Ingmar
Bergman/Persona
Zihnimdeki
laptop’un fişini çekeli epey zaman geçti. Bir ay oldu sanırım. Köyümde, iki odalı
kulübede inzivâdayım. Buraya gelmeden önce bunalmıştım. Yapay gülücüklerden, yazın
dünyasında hiç bitmeyen maskeli balolardan, yıllardır eş, dost, yandaş
üçgeninde ulufe gibi dağıtılmaktan öteye geçmeyen ödülleri konuşmaktan
bunalmıştım. Vicdanların dumura uğradığı, narsizmin tavan yaptığı böylesine
yapmacık bir dünyada yazarak var olmanın ne anlamı vardı? Bıkmıştım. Kaçmalı,
bir an evvel uzaklaşmalıydım bu ortamdan. Ne birbirinin sırtını sıvazlayanların
çıkardığı kuru gürültü, ne de kanonların artık iyice kabak tadı veren monoton
tartışmaları. Hiçbiri umurumda değildi. Benim acilen nefes alacağım ıssız bir kuvöze
ihtiyacım vardı. Sessizlik ve doğallığa. İstediğim yaşam biçimi sadece buydu.
Eskiden
yoğun çalışma temposundan bunalınca kaplumbağalara imrendiğim olurdu. Gözlerden
ırakta, hız çağına inat dingin bir yaşam ve gerektiğinde başını gövdenden içeri
çekip, gizlenebileceğin bir kamuflaj. Körleşen duygulardan, vahşi tutkulardan
korunmak için bir tür izolasyon yöntemi. Kimseye görünme. Yat ve örtün.
İhtirasa meydan oku. Tekilliğin gizli öznesi ol. Ol ki, bulmak isteyen,
kelimelerin a'rafında bulsun seni.
İnsan
çoğul yaşamak süsüyle makyajlanmış bir yalnızlık portresidir. Zihnimdeki laptop’un fişini çektim çekeli rahatım.
Günlerdir kendimi yalnızlığın kefesinde tartıyorum. İçim rahat. Çünkü geçtiğim
bütün kirli denizlere masumiyetin sabrını bıraktım. İçim rahat. Kalbimde yüzen
istavrit şahittir ki böyle mutluyum ben, böyle özgür.
Sabahın
ilk ışıklarıyla birlikte gözlerimi kapatıp kuşları dinliyorum. Böcek vızıltısına,
rüzgârın fısıltısına kulak kabartıyorum. Aklımda ne gam var, ne tasa. Kuşluk
vakitleri iğde ağaçlarının gölgesine uzanıp, çiçek tozlarından yayılan o muhteşem
ıtırı kokluyorum doyasıya. Kendimi bildim bileli severim iğdeyi. Annemin iğde
dalından yontarak ipe dizdiği nazarlığı, kutsal bir emanet gibi üzerimde taşırım
hâlâ. Âh, annem! Ruhumu mengene gibi sıkıştıran karamsar duygular gevşeyince
annemin sevdiği türküler dilime dolanıyor, aynı türküleri şimdi ben de mırıldanıyorum
keyifle. “Evlerinin önü iğde dalları,
aman iğde dalları, iğde dalı boynun eğmiş, hakka yalvarı.”
Öğlenleri
epeydir unuttuğum şekerleme uykusuna yeniden başlamak da zihnimi dinç tutuyor.
Önce kitap okuyorum yanımda getirdiklerimden. Sonra, kerpiç serinliğinde bir
saatlik uykuya dalıyorum kesintisiz. Geceleri şiir söylüyorum yıldızlara.
Notlar alıyorum yarım bıraktığım öyküler için. Yüreğimin telvesi kabardıkça kısa
sürede toparlandığımı, yeniden şiire tutunduğumu hissediyor, üretkenliğime
şaşırıyorum. Anladım. Her şeyden kaçılsa da yazmaktan kaçılmıyormuş. Hele ki
şiir yazmanın sonu yokmuş.
Şiire
tutunmak dedim. Ben, şiire tutunmakla yaşamı ıskalama riskini sıfıra
indirgemekten söz ediyorum. Şiirin, insanın beyninde “nzt-48” etkisi yaratan
işlevinden. Çünkü okunan her iyi şiir, insanın zihnine uzatılmış mükemmel bir
sonsuzluk pasıdır. Bu dünyada şiir okumadan sonuca gitmek, hele ki hayata röveşata
ile, jeneriklere girecek güzellikte gol
atmak, omurgası kırılmış bu çağda hiç mümkün değil.
Tregedyalar’dan
bir sayfa açıyorum rastgele. Edip Cansever’le karşılamak istiyorum akşamı.
“Çünkü bu kahverengi akşam saatlerinde
Her şeyi en soğuk ölçülere vuruyoruz
Bir uzak han kavramına. Hanların
Rahmindeki bir yolcuya, bir semendere
Ve soğuk bir çağdan geçiyoruz. Çağlardan
Başımızda siyah bir hale.”
Her şeyi en soğuk ölçülere vuruyoruz
Bir uzak han kavramına. Hanların
Rahmindeki bir yolcuya, bir semendere
Ve soğuk bir çağdan geçiyoruz. Çağlardan
Başımızda siyah bir hale.”
Gümüşdağ’ın
kıbleye bakan eteklerinde canım közde pişirilmiş orta şekerli kahve çekiyor
birdenbire. İçeri bakıyorum. Mutfaktaki eski tel dolabı, emektâr yüklüğü gözden
geçiriyorum. Yok. Bir tutam olsun, bir gram olsun, evde hiç kahve yok. Köyde
kalacağım süreyi hesaplamamıştım. Oluruna bırakmıştım zamanı. Bir müddet daha burada
kalırsam ihtiyaç duyacağım temel gıdaları takviye etmek lâzım. Aklıma
gelenlerin hepsini liste yapıyorum, unutmadan. Kahve haricinde kahvaltılık
şeyler, hazır çorbalar, kuru kayısı, badem içi ve inciri de ekliyorum listeye.
Gelirken kapattığım cep telefonumu çeşmenin yanında duran aracın torpido gözüne
bırakmak için hareketleniyorum. Eksikleri yaylaya on kilometre mesafedeki Güzelce’den
temin edeceğim. Cep telefonumu araçla yolda kalırsam yardım isterim
düşüncesiyle tedbir amaçlı yanıma almıştım. Şarjı var mı? Yoktur. Bitmiştir
elbette. Prize taktığım telefonu açıyorum. Mesajlar, cevapsız çağrılar yağmur
gibi ekrana düşmeye başlıyor. Bütün çağrıları siliyorum. Mesajları da.
Onca
mesaj arasında Günay’ın bugün çektiği mesaj dikkatimi çekiyor. Günay çocukluk
arkadaşım, kan kardeşim. Bayramlar ve cenazeler dışında çok ender görüşüyoruz.
Ama yine de birbirimizi unutmuyoruz. Günay vefalı. Kandillerde, bayramlarda,
özel günlerde arıyor. Mesaj bırakıyor. Zaten bozulmayan iki geleneğimiz kaldı.
Biri bayramlarda komşuları ziyaret, diğeri, düğünlere, cenazelere katılmak.
Günay’ın mesajını açınca gözlerim buğulanıyor. “Sevgili annemi kaybettik. Cenazesi
yarın öğle namazından sonra Uyguntepe Camiinden kaldırılacaktır” yazıyor.
Omuzlarım yana düşüyor. Tahta sedirin kenarında bir süre öylece kalıyor, annem
kadar sevdiğim Nermin Teyze’nin vefatına ağlıyorum.
Nermin Teyze;
Günay’la birlikte evlerinin arka bahçesine kurduğumuz çocuk krallığımızın
koruyucu kalkanıydı. Düşerdik, kucaklar, yaramızı sarardı. Koparmayın diyerek
üstüne titrediği şurup güllerini koparırdık, bağışlardı. Yoksulduk. Janjanlı
oyuncaklarımız yoktu. Bildiğimiz çocuk oyunları dışında tek zenginliğimiz Nermin
Teyze’nin anlattığı masallardı.
Bir
masalın bitişi en çok kimi üzer? Masal gibi kadınların çocukların belleğine yaktığı
ışığı, ölümün güçlü nefesi karartabilir mi? Karartamaz. Çünkü o çocuksu
hatıraların ışığı deniz feneri gibidir; kolay kolay sönmez ancak annesini
kaybedenin ruhunda açılan boşluğu kapatmak, denizi taşla, kayalarla doldurarak oraya bir deniz feneri inşa etmeye de benzemez. Toparlanıp Günay’ı arıyorum
hemen. Ertesi gün görüşmek dileğiyle taziyelerimi iletiyorum.
Cenazeyi
musalla taşında görünce, insan, o anda neyi düşünür? Kendi ölümünü mü? Yoksa
yaşamın süslü güzelliğini mi? Önce hafif bir vertigo belirtisi, kıymık batmış
gibi ağrıyan kalp, kısa bir duraksama. Sonra toparlanıp adımlarımı mevtaya
doğru hızlandırıyorum. Şiir yazdığımı, şiire soyunduğumu, bunalımın
kıyısından döndüğümü ne Günay, ne de yakın çevremdekiler bilmiyor. Boşluğu
kaplayan incecik bir buz kütlesinin üzerinde, Mutlak Çiçeği'nden ödünç aldığım
nefesle yürüyorum şimdilik. Hırslarım yok, tutkularım var. Gerçekleştirmekten,
hesabını vermekten korktuğum tutkularım. Tutku, suya çizilen ebrudur çoğu zaman.
Ve iğne deliğinde birleşen yerle gök kadar sancılıdır onun sırrındaki
gerçekler. “Söyletmez, susturur.” Beklemeyi
öğretir. Beklemekse ölüm denizine daldırılan kızgın bir demir parçasıdır. Acısı
ecelin zehrine benzer. Düşündürür.
Cenaze
için toplanmış kalabalığı görünce, insan kendini orada, musalla taşında
yatarken düşünüyor ister istemez. Gösterişsiz, olması gerektiği gibi birkaç
yakın arkadaş, vefalı birkaç akrabanın omuzlarında taşınacaktır tabutum.
Cesedim; sloganlar, marşlar söylenerek değil, sessizce, yalnızlığı seven birine
yakışır biçimde defnedilecektir muhtemelen. Adım gibi eminim, çiçekti, kalemdi,
kurşundu, vs. bunların hiçbirisi bırakılmayacaktır kabrime. “Kendi hâlindeydi.
Kimseye değip dokunmadan yaşayıp gidiyordu. Allah rahmet eylesin” diyenler
olacak. Edebî kimliğim bilinmeyecek, ürettiğim metinler konuşulmayacak.
Ardımdan mersiyeler yakılmasını da beklemiyorum zaten. Toprağımın üzerine
su döküldükten sonra herkes usul usul dağılacak.
Adım silinecek yeryüzü kitabından.
Adım silinecek yeryüzü kitabından.
Fatih Yavuz Çiçek
4 yorum:
ne acı bir son... her güzel şey biter gibi adında siliniyor yeryüzünde sonsuza dek...çok beğendim..
"Her şeyden biraz kalır" diyor birileri,
Çoğulluk haklılıktır.
Kavanozda biraz kahve,
Kutuda biraz ekmek,
İnsanda biraz acı."
Turgut Uyar/Kayayı Delen İncir
Okuyarak kattığınız değer için teşekkür ederim Gülin.
Selamlar.
Şiir bile hayatı ıskalayabilir bazen. Fotoğrafı çekilen ân'ın ânı yaşamakta yarattığı kayıp gibi. Anlatmaya çalışmak da bir nevi doğallığı bozmak değil mi? Dil de bir duygu ve algı deformasyonu oluşturmuyor mu içimizde?
Kaçışa gelince... Yalnızlık baki. Kalabalıklar içinde yahut dağ başında bir yerde. Yeter ki kalbine, kendine dönebilsin insan.Zaten bizi örten giz perdesini hiç aralamadık ki!
Selam ve muhabbet ile!
"Ne yöne gidersen git, -doğu, batı, kuzey ya da güney- çıktığın her yolculuğu içine doğru bir seyahat olarak düşün!
Kendi içine yolculuk eden kişi, sonunda arzı dolaşır."
Şems-i Tebrizi
Yorum Gönder