Günlerdir canı sıkılıyor, ağzını
bıçak açmıyordu. İş arkadaşlarının çoğu bulundukları birimde üst görevlere
atanmışlar, kendisinin istediği “şef” kadrosuna yükselmek o’na bir türlü kısmet
olmamıştı. Onca yıl verdiğim hizmetin karşılığında “İş Güvenliği Şefi” kadrosuna
ben atanmalıydım, başkası değil diye düşünüyor, ikinci plana düşmeyi bir türlü kabullenemiyordu.
İlkyardım ve yangın
sertifikasının bulunmasını şef kadrosuna atanmada öncelikli istemişlerdi. O bu
türden hizmet içi eğitim kurslarına yıllarca hiç değer vermemişti. Çevresindekilere: “İş; masada kitaplardan değil, iş başında çalışılarak öğrenilir” diyor, başka
bir şey demiyordu. Hem, işyerinde yangın çıkarsa itfaiye ne güne duruyordu
canım. İhbar butonuna basınca gelip yangını söndürmek onların göreviydi. İş
kazası geçiren olursa da ambulans hazır bekliyordu. Ayrıca hastaneler,
doktorlar vardı. Kazazedeyi oraya gönderince gerisi sağlık merkezinin
becerisine kalıyordu. Eğitimlerin sonunda verilen sertifikalar personelin
dosyasına takılıp, orada tozlanmaktan başka neye yarardı ki?
Otomobil sürücü ehliyeti alırken
“ilkyardım” dersi anlatmışlardı da birçoğunu unutup gitmişti. “Peh!" Dedi. "Kanamaymış, kırıkmış, zehirlenme ve yanıklar. Sanki ben doktor muyum? Git Allah’ını
seversen yahu, bu yaştan sonra yapacak başka işimiz gücümüz yok mu? Yanık
dediğin yazın güneşin altında kalınca yüzün gözün kızarmasıyla oluşur. Üstüne
biraz yoğurt sürersin ya da yemek salçası. Acını alır geçer işte. Biz böyle
gördük, böyle duyduk. Bunu bilir, bunu söyleriz."
Sonra hem fabrika idaresini; hem de
kendisini, üstün körü yapılan iş güvenliği eğitimleri sebebiyle sık sık uyaran işgüzar
şefi hatırladı. Özcan; genç, dinamik, pırıl pırıl bir delikanlıydı. İnsan
olarak iyi çocuktu ama hiç durmadan işyerinin eksiklerini tespit ediyor, herkes
gününü gün etme derdindeyken o nereden bulup çıkarıyorsa kanunun emrettiği, kendilerininse
baştan savma yaptığı konuları fabrikada ısrarla gündeme getiriyordu.
Bir keresinde: “Yahu senin hiç
işin gücün yok mu kardeşim” diye sitem etmişti. Sitem et ve yıldır. İşyerinde
en çok uygulanan taktikti. Çünkü o’nun gibiler
üretim yapılsın da diğer birimler geri planda kalsa da olur, eksikleri kâğıt
üstünde tamamlayın anlayışıyla yetişmiş, bu anlayışla çalışmıştı. Oysa bu
delikanlı işyerinde yönetişim, sendikal haklar, empati, motivasyon, iş körlüğü,
ergonomi, kalite çemberleri gibi kavramları anlatıyor, günün koşullarına,
gelişen teknolojiye göre yapılması gereken çalışma planlarından bahsediyordu. O,
kulağını tırmalayan yeni kavramlara dudak büküyor, çevresine: “Böylesini çok
gördük” diyordu. Hatta Özcan’ın zaman
geçtikçe çalışma temposunu değiştireceğinden o kadar emindi ki: “Koskoca işyeri
bir kişiye mi uyacak, üç gün sonra o da bu kara düzene alışır gider” diyerek iddiaya
bile girmişti.
Otobüsteydi. Gözünü dalıp gittiği
yoldan, yan koltukta oturan Özcan’ın okuduğu gazeteye kaydırdı. “Ne olacak bu
milli takımın durumu kardeşim. Yılların tecrübeli oyuncuları varken yenilerle
cümle âleme rezil oluruz. Hava toplarında şansımız iyice zayıfladı. Takım
deneme tahtasına döndü. Bu hocanın yaptığı tam bir işgüzarlık” dedi.
“Futbolda genç ve çabuk
oyunculara fırsat vermeli. Onlara güvenmeli. Hoca geleceğin takımını kurmaktan
bahsediyor abi” diye yanıtladı Özcan. Elini sallayıp umursamaz bir şekilde
omzunu silkti. Oturduğu koltuğun penceresinden dışarı baktı. İçinde
bulundukları servis aracı dağlık ormanlarda kesilen çam kütüklerinin sele kapılarak
sürüklenmesi gibi hızla akıp giden trafiğe kapılmış, üç şeritli yolda kıvrıla kıvrıla
ilerliyordu.
Havalandırmadan vuran rüzgârla
üşüdüğünü hissetti. Sonbahar geliyordu. Ağaçlar yapraklarını döküyor, yaşam güz
libasını giyinmeye hazırlanıyordu. Sıcak iklimlere göç hazırlığında olan kuş
sürülerinin uçuşlarını gözden kayboluncaya kadar izledi. Her şey yavaş yavaş değişiyordu.
Mevsimler gelip geçiyor, her gün gidip geldikleri güzergâh, üç şeritli yolun kenarındaki
akasyaların uzayan ince dallarının zaman zaman aracın metal gövdesini yalayan
öpüşü bile değişiyordu. Radyo haberleri, şarkılar, dünyayı omuzlayan insanın
yaşam koşulları, çevresindeki tanıdık yüzler birer birer eskiyordu.
Yola paralel uzanan üç beş katlı eski
ahşap, kâgir binalar hızla yıkılıp yerine büyük, ışıltılı plazalar yapılıyordu.
Birkaç ay önce gelinciklerin, mor sümbüllerin, öbek öbek, renk renk açtığı, ne
zaman dikildiği bilinmeyen ulu ağaçların dikenlerine örülen kozalardan çıkıp
nazlı nazlı uçan kelebeklerin savrulduğu geniş araziden şimdi eser yoktu. İş
makinelerinin köstebek gibi delik deşik ettiği arsaya, inşaat malzemeleri
yığılmış, temeli atılan yeni iş merkezinin bir üst katının kalıpları çakılıyordu.
Kalıpçı ustalarının çıkardığı gürültüye kulak kabarttı. Çivilere vuran keser
darbelerinin sesi tıpkı bir orkestra gibiydi. Tak… Tik… Tak… Tik… Taki tiki tak…
Taki tiki tak…
“Eskiye rağbet olsaydı bitpazarına
nur yağardı demişler, boşuna değil” diye düşündü. İşe başladığı günleri anımsadı.
İlk maaşıyla lacivert bir takım elbise almıştı da onu da tasarruf hesabı
açtırmaya gittiği banka da unutmuştu. “İyi ki unutmuşum, yoksa can yoldaşım,
kıymetlimle nasıl tanışırdım” dedi. Sonra Pazar günü ikinci el oto pazarına
götürüp satamadığı eski model arabası geldi aklına. Çocuklar değiştirelim
diyorlardı ama eskinin yüzüne bakan mı vardı? Şimdi son model yeni araçlar
gözdeydi. Devir yenilik ve değişimden yanaydı. Sadece tanıdık bir galerici
ahbabıyla konuşmuş onun takas önerisine zarar ederiz endişesiyle sıcak
bakmamıştı.
Özcan’ın “Abi inmiyor musun? Yine
dalmışsın” nidasıyla irkildi. Servisten şakalaşarak inen gençlere doğru bakarak: “Eskiden kıdemliler inmeden, gençler ayaklanmazdı delikanlı!” Dedi.
Yerinde kıpırdamadan bekledi. İyice boşalan araçtan acele
etmeden ağır ağır indi. Usul adımlarla yürüyerek odasına geçti. Dün akşamdan
masasına bıraktığı “İmha Tutanağı”nı tekrar gözden geçirdi. Telefonla hem
garajda bulunan traktör sürücüsünü, hem de “imha ekibini” süprüntü işlerin
depolandığı ambara gelmeleri için haberdar etti.
Çalıştığı yer bir boya fabrikasıydı.
Üretim esnasında birbirinden farklı kolay yanıp tutuşabilen kimyasallar kullanılıyor, etrafa dökülen ve tekrar kullanılmayacak kimyasal artıklar toplandıktan sonra
güvenli bir yerde yakılarak imha ediliyordu. Ancak bu iş sık aralıklarla yapılması gerekirken, o, depoyu iyice doldurduktan sonra boşaltmayı tercih ediyor,
tehlikeye rağmen imha işlemini hep böyle gerçekleştirmekten vazgeçmiyordu.
Saatine baktı. Öğlene bırakmadan imha yükünden kurtulmalıydı. Ambara vardığında yanıcı maddelerle dolu plastik
küplerin birer ikişer traktörün römorkuna istiflenmeye başladığını gördü. Selam
verip yükleme işini yapan işçileri izlemeye koyuldu. Seçimini hep eski, gücü
kuvveti yerinde işçilerden yana kullanırdı. Bu yüzden kısa sürede yükleme işi tamamlanmıştı.
Traktörün ön tarafına geçti.
İşyerinin çıkış kapısına geldiklerinde Özcan’la karşılaştı. O'nun: “Kolay gelsin abi.
Bak, yine traktörün önüne oturmuş üstelik yükü çok fazla doldurmuşsun. İtfaiye
timine de haber verseydin” sözünü ciddiye almadı. İçinden: “Bu oğlan amma da
işgüzar” derken, “Bir şey olmaz delikanlı, biz bu işleri yeni yapmıyoruz” diye, sertçe
çıkıştı.
İmha sahasına geldiklerinde
kimyasalların etrafı beton duvarla çevrili özel zemine boşaltılmasına odaklandı. Boşaltma işlemi bitince eline aldığı tırmıkla yanıcı artıkları dağıtmaya başladı. Selülozun
ıslak ve nemli olması dikkatini çekmişti. Acaba birkaç gün yerde kuruduktan
sonra gelip öyle mi yaksak diye düşünürken döküntüler birdenbire kendiliğinden
alev aldı. Elbisesi tutuşmuş yanıyordu. Saçları, ayakları, alevler içindeydi. Gövdesi
sanki koca bir ateş topuna dönmüştü. Bir yandan “Yardım edin, yardım edin… Su,
su, suuuu, su yok mu” diye bağırıyor diğer yandan bilinçsizce koşuyordu.
Ayağının takılıp yere düştüğünü, yuvarlandığını, üzerine su döküldüğünü
hissetti.
Nefes nefese gözlerini açtığında “Ne
oldu Sadık? Kötü bir rüya mı gördün?” diyen can yoldaşının endişeli
bakışlarıyla karşılaştı. Yatağın ucuna oturan eşi: “Bak görüyor musun abajurun
kenarındaki sürahiyi de devirmişsin, her tarafın ıslanmış, ter içinde kalmışsın.
Kalk, değiştir şu pijamaları” dedi.
“Sorma, karabasan gibi bir
rüyaydı” diye söylendi. Kalktı. Önce lavaboda elini yüzünü yıkadı. Sonra üstünü
değiştirip balkona oturdu. Gün ağarmak üzereydi. Şehrin sessizliğini bozan
kuşların ötüşlerini uzun uzun dinledi. Mutfaktan getirdiği aşurelik buğdayı
balkonun en ucuna koydukları tabağa boşalttı. Bir sigara yakmak için ceplerini yokladı.
Aradığını bulamayınca demir korkuluklara tüneyen kumrulara baktı. Sabah olmuştu.
“Tıraş olmalıyım” dedi. Aynada yüzünü süzerken gördüğü kâbusu düşündü. Fırçaya
sürdüğü jeli yılların verdiği alışkanlıkla köpürttü. Yeni çıkardığı jiletle tıraşı
tamamlayıp yüzünü yıkadı. Elbise dolabından yeni aldığı gömlek ve spor
pantolonu çıkarıp giyindi. Saçlarını delikanlılığında yaptığı gibi geriye doğru taradı.
Mutfağa geçti. Can yoldaşı, kıymetlisi kahvaltıyı hazırlamış, çayı demlemişti.
“Ooo! Bu sabah sen de bir
değişiklik var. Dur bakayım, gençleşmiş, ihtiyar delikanlı olmuşsun.”
“Yenilenmek gerekiyor hanım. İnsanın
kendini, aklını yenilemesi, yaşadığı çağa uyum sağlamasını kolaylaştırır.”
Çayını yudumlayıp dışarı çıktı. Kumrular etrafı kirletmişlerdi. “Zübeyde yine kızacak” diye düşündü. Eşi: “Geç kalacaksın” diye seslenince: “Bugün servisle değil kendi arabamızla gideceğim. Arabayı galeriye verip onu da yenilemeye karar verdim” dedi. Komodin çekmecesine bıraktığı ruhsatı aldı. Kapıya yöneldi. Her sabah yaptığı gibi can yoldaşını yanaklarından öperek evden ayrıldı.
Çayını yudumlayıp dışarı çıktı. Kumrular etrafı kirletmişlerdi. “Zübeyde yine kızacak” diye düşündü. Eşi: “Geç kalacaksın” diye seslenince: “Bugün servisle değil kendi arabamızla gideceğim. Arabayı galeriye verip onu da yenilemeye karar verdim” dedi. Komodin çekmecesine bıraktığı ruhsatı aldı. Kapıya yöneldi. Her sabah yaptığı gibi can yoldaşını yanaklarından öperek evden ayrıldı.
İşyerine geldiğinde doğruca odasına
girdi. Koltuğuna oturmadan masanın üzerinde duran “İmha Tutanağını” bir kez
daha gözden geçirdi. Çevirdiği dâhili telefondan Özcan’ı aradı. “Yerinde misin?
Vaktin var mı? O hâlde bir çay söyle de geçen gün önerdiğin yeni eğitim
programını karşılıklı konuşalım olur mu?”
Odasından çıkınca koridorda
bulunan yangın söndürme tüpünün kontrol kartına baktı. "İtfaiye timindeki arkadaşları
uyaralım da hepsini gözden geçirsinler” diye söylenerek yürüdü. Özcan’ın
yanına varıncaya değin yolda karşılaşıp selamlaştığı tüm arkadaşlarından hep aynı
soruyu duydu. “Sadık Abi! Bugün sen de bir değişiklik, bir başkalık mı var?”
Evet vardı. Dün gece rüyasında
gördüklerinden sonra artık başka, bambaşka bir Sadık olmaya karar vermişti.
fy
8 yorum:
Hah ha, Özcan= Endüstri mühendisi Narda
Sadık= Necati Usta
yalnız bizim Necati'ye öyle bi kabus gördürtemedim ben ya hu :p
Bilirim, her işyerinde Sadık veya Necati Usta mutlaka vardır :)
:)Necatiler fazla ne yazık ki
merhaba, takipteyim, bana da beklerim
http://meleginhediyeleri.blogspot.com.tr/
bazen küçük işaretleri toplamak gerekiyor hayattan, güzel anlamlı bir öykü.. :)
Okuyarak kattığınız değer için teşekkür ederim.
Tğm işyerlerinde kıdemli memurların okuması gerekli bir öykü olmuş. Güzel olmuş.
Elinize sağlık.
İşyerlerinde kıdemli çalışanların doğru bildiği yanlış davranışları değiştirmek güç.
"Kurum Kültürü" denen kavramın içeriğinin tüm çalışanlarca derinlemesine içselleştirilmesi gerekiyor sanırım.
Öyküyü okuyarak kattığınız değer için teşekkür ederim.
Yorum Gönder