“Bahçeye
dikeceğim ellerimi,
Çiçekleneceğim,
biliyorum,
biliyorum, biliyorum
Ve bembeyaz
yumurtalarını bırakacak
kırlangıçlar
Avuçlarımın
mürekkep lekeli
çukurlarına”
FURUĞ FERRUHZAD
(5 Ocak 1935 – 13 Şubat 1967)
Öylesine çiçeklendi ki Furuğ, mürekkep lekeli ve
kırlangıçların yumurtalarını bıraktığı elleri ile Fars edebiyatının en güzel
şiirlerini yazdı. Şair oldu. Yazar, oyuncu, ödüllü bir yönetmen, ressam, eş,
anne, âşık oldu. Furuğ; kısacık bir hayata, her şeyi doldurabilen
kadınlardandı. Ve kim olduğunu ve şiir yazmak için doğduğunu biliyordu. Tüm
kırılganlığına karşın, kim olduğunu bilemesin diye konulan bütün kuralları alt
edecek kadar da güçlüydü.
Otuz iki yaşında öldüğünde; onu hiç önemsememiş
ve reddetmiş olan babasından aldığı soyadına bile gerek olmadan, İran şiirinin
“Furuğ”u olmuştu. İsmi Farsça “Işık” anlamında ki Furuğ; kalın siyah kaşları,
iri gözleri ile, başı hafifçe yana eğik, bazen mağrur, bazen mağdur, bazen deli
deli bakıyor o hep çok genç, hep çok güzel fotoğraflarından.
Furuğ, babasına yazdığı bir mektupta “…şiir benim Tanrımdır… siz benden vazgeçin,
siz bırakın ben sizce mutsuz ve aylak olayım, ancak ben hiç bir yaşadığımdan
yakınmayacağım…” demişti. Ve şiirini yazabilmek için hayatındaki birçok
şeyi elinin tersi ile itti. Ailesinin istediği gibi bir kız çocuğu, beklendiği
gibi bir eş olmadı. Evcilleşmedi. Ataerkin sevgisini kazanamadı ve bundan da
hep üzüntü ve öfke duydu. Gene de bildiği gibi, kendine doğru geldiği gibi
yaşadı. Kültürel kutuplaşmalar, isyanlar çalkantısındaki İran’a “karanlık bir
ayet” gibi inen “varlığıyla”; yazanın da, okuyanın da içini yakan şiirlerini
bıraktı.
Kent soylu orta sınıf bir ailenin yedi çocuğundan
üçüncüsü olarak doğdu. Şah Rıza’nın ordusunda subay olan babasının, ordu
düzeninde yönettiği bir evde büyüdü. Kız sanat okulunda resim, el sanatları ve
dikiş – nakış okudu. Ailede, hep erkek kardeşleri öncelikliydi. Furuğ buna
dayanamazdı ve bu kavgası, hırçınlığı ömür boyu sürdü. Askeri bir disiplinle
yetiştirildikleri, sürekli kaçmak arzusu ve isyan duygusu ile yaşadığı
çocukluğunun evinde, kapılar ve pencereler, kadınlara kapalıydı. Bir şiirinde
“…bir pencere yeter bana, bir tek pencere…” demişti (Pencere). Kendi
penceresini de kendi elleriyle, tırnaklarıyla, acıta acıta açacaktı ve
penceresinden güneşe bakacaktı. Çünkü istediği buydu:
ve güneşle bağlantıda…”
1952 yılında on altı yaşındayken, kendinden yaşça
büyük, aileden tanıdığı Perviz Şapur’a aşık oldu ve evlendi. Şapur, aydın ve
sanat çevrelerinde tanınan bir entelektüeldi. Kocasının yanına taşındı. Küçük
bir yer olan Ahvaz’da, aykırı kimliği ile Furuğ’u zor bir hayat bekliyordu. Bir
erkek çocuğu oldu. İki yıl süren evliliği, 1954 yılında bitti. Şeriat
yasalarına göre, boşanma sonrası, çocuğun velayeti babaya verildi. Daha sonra “çocukça”
diye tanımladığı bu aşkta bilemediği, bir entelektüelle de olsa, evliliğin ve
ataerkil düzenin ondan beklentileriydi. Bunlara karşılık veremedi ve eril dünya
tarafından, bir kadın için en ağır cezalardan biri ile cezalandırıldı. Furuğ
çocuğunu hiç göremedi.
Duygusuz, baskıcı ve sevgisiz bir evde geçen
çocukluğunun acı ve isyanlarına, bir de daha sonra hiç göremediği ve “sen o
aydınlık ve pırıl pırıl gökyüzüsün” dediği oğlu, Kamyar’ın özlemi katıldı.
Furuğ kendini şiirlerine verdi, Tahran’a geri döndü. Daha sonraları; kendisini
ve şiirini anlamadığı için kocası Perviz’e sitem dolu mektuplar yazacaktı. Bir
başka mektubunda da “…yaşamın gülünç alışkanlıklarına bağımlı olmak ve
duvarlara boyun eğmek doğaya aykırıdır…” diyecekti. Kadınların görevi sayılan
adanmışlıklar, sorumluluklar, evlere kapatan duvarlar, bakamadıkları pencereler
hep şiirlerine konu oldu.
“…Su gibi
çukurunda kuruyabilir insan…” demiş ve en çok da bundan korkmuştu.
1955 yılında ilk kitabı “Tutsak / Asir”
yayımlandı. Şiiri kadın, kadınlığı şiirdi. O bir kadındı ve kadınlığını bunca
görünür kılması onaylanabilecek bir şey değildi. Görünür olmak erkeklerin
ayrıcalığındaydı. Yazdıkları ile hayatındaki ve çevresindeki erkeklerin
öfkesine uğradı. O yıl, bir süre psikiyatri kliniğinde kaldı. Böyle bir kadın,
olsa olsa deli olurdu. Delirtilmeye çalışılırdı ve deli değilse de, deli
olduğuna inandırılırdı.
Daha on altı yaşında iken eski ustalar
geleneğinde “gazal”lar yazan, isyanla, aşkla dolu bir küçük “gelin” kadın,
acaba nasıl yaşardı? Toplumun, ailenin, daha sonra şiirlerinde “esaret” diye
nitelediği evliliğin, bir kadından beklentilerini nasıl karşılardı? “Düşler ne
kadar safsalar o kadar yükseklikten düşer ve ölürler” dizeleri ile içinden
kopanları, yere düşen, kırılan, dökülen her şeyi yazdı. Çocukluğundan beri
dizginleyemediği kaçmak arzusu, içindeki isyan hiç bitmedi. Çünkü kaçabileceği
her yer ondan bir şey istiyordu. Oysa o, sadece kendi olabilmek, kendi
olabilirken de şiirlerini yazmak istiyordu.
Dokuz aylığına bir Avrupa seyahatine çıktı. Şiiri
hiç bırakmadı. 1956 yılında ikinci şiir kitabı “Duvar” basıldı. Bu kitabını,
tüm entelektüel kabiliyetlerine rağmen onu hiç anlamamış olan ilk kocasına
adamıştı. 1958 yılında, ünlü yazar ve yönetmen İbrahim Gülistan ile tanışması
ve yaşadığı aşk, hayatının önemli bir parçası oldu. Evli ve iki çocuk babası,
öykücü, film yapımcısı ve senarist Gülistan’la Furuğ, ölümüne kadar birlikte çalıştılar.
İlişkileri hep dedikodu ve eleştirilere maruz kaldı.
Furuğ, arada başka aşklar da yaşadı. Dizelerinde “… büyük bir zevkle günah işledim / ateş
gibi sıcak bir kucakta… / büyük bir zevkle günah işledim / titreyen kendinden
geçmiş vücudumla…” diyecek kadar cesurdu. Sadece erkeklere ait bir alana
destursuz girmiş; cinsel aşkı, sevgilisini, sevişmesini, tutkusunu anlatma
cüretini göstermişti. Şiirlerindeki ve doludizgin hayatındaki kadın cinselliği,
bu hakkı sadece kendinde gören riyakâr erkek dünyasına bir çeşit isyandı.
Boşanmış ve özgürce yaşayan ve aynı özgürlükte yazan bir kadın olarak,
dikkatler hep üzerindeydi. Şiddetli tartışma ve eleştirilere konu oldu, bazı
şiirleri erotik bulundu, sansüre uğradı. Düşük ahlakla, fahişelikle, yuva
yıkıcılıkla suçlandı. Şiiri değersizleştirilmeye çalışıldı.
ulu ağaçlardan sığırcıkların çığlık çığlığa kanat çırparak
uçup gittikleri o an…”
duyarlığında bir kadın; 1950’li yılların
dünyasında, bu dünyanın İran’ın da “kadın şair” oluyordu. Eve, kocasına,
yemeğe, çocuğa harcaması beklenen enerji ve yaratıcılığını; şiirine, filmine ve
aşklarına, aşkla yazıyordu.
Furuğ, yaşamı ve sanatı kadar toplumsal konulara
ilgisi ile de cesurdu. Geleneksel ve ataerkil bir toplumda; eş, anne olmak,
geleneksel roller, kadının toplumdaki konumu, kadın sorunları, Şah’ın
despotluğu, siyasi ve dini baskılar üzerine görüşlerini hep savundu. “Tanrı olsaydım eğer, bir gece haykırırdım
tüm meleklere / güneş sikkesini karanlığın körüne atsınlar diye” dizeleri
ile isyan işine Tanrıyı da bulaştırdı. Bulaştırabilirdi, çünkü Furuğ “Yeryüzü
Ayetleri”nin yazarıydı.
“Babalar, kocalar, mollalar gözünde” değersiz de
olsa; artık şiirinin gücünü herkese kabul ettirmişti.
1962 yılında yaptığı belgesel filmiyle İtalya’da,
1963 yılında cüzzamlılar hakkında çektiği “Kara Ev” filmi ile Almanya
Oberhausen Film Festivali’nde ödül kazandı. 1963 yılında UNESCO, daha sonra
Bernardo Bertolucci, Furuğ hakkında belgesel film yaptı ve yayınladı. Bu arada
“Kara Ev” çekimleri sırasında Cüzzamlılar Evi’nde birlikte yaşadığı anne babası
cüzzamlı Hüseyin’i evlat edindi. Kamyar’ın özlemi bir yana, Hüseyin’i de çok
sevdi.
Furuğ’un ölümü de, arka arkaya sığdırdığı
kitaplar, aşklar, travmalar ve filmler gibi seri bir şekilde ve aniden oldu.
1967 yılının Şubat ayında, bir sabah kütüphanede Jean d’Arc çevirisine çalıştı.
Sonra annesine uğradı, oradan da stüdyoya gitmek üzere ayrıldı. Kendi
kullandığı araç ile giderken, başka bir araçla kaza yapmamak için duvara
çarpınca, araçtan dışarı fırladı ve başını kaldırıma vurdu. Henüz otuz iki
yaşındaydı. Son kitabı “İnanalım Soğuk Mevsimin Başlangıcına” yarım kaldı.
Furuğ, kaldırıldığı hastanede müdahale edilemeden
ölmüştü. Mollalar cenaze namazını kılmak istemediği için, cenazesi iki gün
bekledi. O, eril zihniyeti çıldırtan her şeydi, “nankör”, “ahlaksız” ve “cadı”ydı.
“Günah” şiirinden sonra, zaten baba evinden de reddedilmişti. Cenaze namazını
bir yazar kıldırdı.
Kardeşine bir mektubunda, ilk ben öleceğim
demişti. İlk o öldü. Son kitabına adını veren şiiri, kendi ölümü hakkında bir
kehanet gibiydi:
yalnız bir kadın,
soğuk mevsimin eşiğinde
…..
anneme dedim ki: “bitti artık
hep düşündüğünden daha önce olur
gazeteye bir başsağlığı ilanı vermeli.”
….
inanalım
soğuk mevsimin başlangıcına inanalım
düş bahçelerinin yıkıntılarına inanalım işsiz devrik oraklara
ve tutsak tanelere.
bak nasıl da kar yağıyor…
…
belki de gerçek o iki genç eldi, o iki genç el
durmadan yağan karın altında gömülmüş olan
ve bir dahaki yıl, bahar
pencerenin arkasındaki gökyüzüyle seviştiğinde
ve teninde fışkırdıklarında
uçarı yeşil saplı fıskiyeler
çiçek açacak olan o iki genç el
sevgili, ey biricik el
inanalım, soğuk mevsimin başlangıcına.”
….”
(İnanalım Soğuk Mevsimin Başlangıcına – Kış 1965)
Toprağa verildiği gün, Tahran’da kar yağıyordu.
Daha otuz iki yaşındaydı ve “saf düşleri …. çok
yükseklerden düşmüş kırılmış”, “soğuk mevsim”lerde yaşar olmuştu ama yeni
başlangıçlara hep hazırdı, hep çok cesurdu. Son kitabı “İnanalım Soğuk Mevsimin
Başlangıcına” ölümünden sonra basıldı.
“Kuş ölür
sen uçuşu hatırla…” dediği gibi, geriye hatırlanası şiirleri ile Kamyar’la,
Hüseyin’i bıraktı.
Furuğ gideli yıllar oldu, yaralarımız hep aynı
kaldı. Yaşadığı dünyayı çok iyi tanıyordu:
bu cansız sessiz topluluğu
ansızın içten parçalıyordu,
ve onlar birbirlerine saldırıyorlardı
adamlar birbirinin gırtlağını
bıçaklarla yarıyorlardı
ve kan yatağı ortasında
ergenleşmemiş kızlarla
yatıyorlardı…”
(Yeryüzü Ayetleri)
Aradan geçen onca yıldan sonra, şiirleri ve
kehanetleri ile Furuğ, “… su sesinin
doğruluğuna inanmayı…” istediğimiz ve “beşiklerin
utançtan mezarlara sığındığı” sanki bu günleri anlatıyordu.
Hepimizin ismi biraz “ışık” olsa, tüm pencereler
hep açık kalsa, “esrik tenler” güneşle bağlantıda… Herkes bir Furuğ şiiri
okusa. İçimize birer Furuğ kaçsa…
Beşikler, utançtan sığındıkları yerlerden çıksa…
Gülden Treske
Amargi Feminist Dergi, Ekim 2014
Diler, M. Hannah Arendt’ten “Furuğ Ferruhzad’a Bakmak Esaretten Özgürlüğe Açılan Pencere: Furuğ Ferruhzad Şiiri”. Fe Dergi 5, no.2 (2013), 59-74
http://cins.ankara.edu.tr/10_8.html (11.07.2014)
Ferruhzad, F. (2014) “Yaralarım Aşktandır”. İstanbul:Totem
Hüsrevşahi, H. (2012, 10 Ocak). “Furuğ Ferruhzad: Şiirinin Cinsiyeti ve Cinselliği” Sardunyalar-Haşim Hüsrevşahi’nin Yazın Penceresi.
http://sardunyalar.com/2012/01/10/109 (26.05.2014)
“nigah kun ki mum-ı şeb berahı ma…” Jazetta 2.0
http://jazettanka.wordpress.com/2012/01/27/nigah-kun-ki-mum-i-seb-berahi-ma/#comments (26.05.2014)
Persian Language & Literature: “Forough Farrokhzad -The most famous woman in the history of Persian literature”. Iran Chamber Society
http://www.iranchamber.com/literature/ffarrokhzad/forough_farrokhzad.php (17.05.2014)
3 yorum:
FURUĞ FERRUHZAD'I TANIMAK ÇOK GÜZELDİ.OKUMAK DAHA DA GÜZEL VE YARARLI OLACAK.PAYLAŞIM İÇİN TEŞEKKÜRLER.
Bu hüzünlü hayat hikayesini okumak güzeldi .
bazi hayatlar huzunle sevismek icin var sanki....
Yorum Gönder