“ben aynada büyüdüm, aynalar ise bende;
acıları gezerken, sözlerimizle ikiz;
birlikte olduğumuz, âh, o ürkünç bedende
bakarken kendimize, sevişen günlerimiz”
Türk ve Dünya şiirinde iz
bırakmış bir şairin şiirlerini okumaya başlamadan önce; onun şiirlerini
yazarken yaslandığı kaynaklara, dünyayı, yaşadığı coğrafyayı nasıl
algıladığına, gündelik hayatla sözcükler ve dil üzerinden nasıl bir köprü
kurmaya çalıştığına değin akla gelebilecek birçok unsurun bilinmesinin, o
şairin anlaşılmasında önemli bir işlevi vardır.
Bu bağlamda Hilmi Yavuz’un
gerek şiirlerini, gerekse şiire ilişkin felsefe, tasavvuf, dil, kültür, tarih,
modernizm konularında düşünsel argümanlarını engin bir okyanusa benzetmek
mümkündür. Biz de bu engin okyanusa şairin en önemli kıyılarından biri olan
aynalar üzerinden yaklaşmayı uygun bulduk ve rotamızı önce geleneğe çevirelim
istedik.
Gelenek deyince Türk şiirinin
nirengi noktalarından birisi de hiç kuşkusuz tasavvuftur. Nitekim Hilmi Yavuz
yaslandığı şiir geleneğini Behçet Necatigil’in sözleriyle “bir
şiirin kendisinden önceki metinlere yaptığı atıflarla ilerlediğini” (Ahmet
Doğru, Ada Dergisi Bahar 2007, 28) bilmek olarak açıklar ve bu düşünceyi “Ben
Türk şiirine tasavvuf veya yenilik bağlamında çok daha ağır bir yük yüklüyorum.) Diyorum ki gelenek varsa hem mutasavvıf şair geleneğini hem de şair
mutasavvıf geleneğini temellük etmek gerekir. Mesela Gâlib bunu yapmıştır.
Gâlib, hem şair mutasavvıftır, hem de mutasavvıf bir şairdir. Benim amacım bu
geleneği sürdürmek. Gâlib’i bu anlamda bu güne taşıyabilmek gibi bir amacım
var” (Ahmet
Doğru, Ada Dergisi Bahar 2007, 28) diyerek daha net ifade eder.
“Yeniden diril artık artık, aynaların külünden;
Kanatların bir öykü, parıldıyor bugünden”
Ayna şiirleri gündelik hayatla
ilişki kurma özelliğiyle Hilmi Yavuz’un diğer şiirlerinden ayrılır. Şiirin dil
değil söz olduğunu, şiirde anlamın ötelenmesi gerektiğini “Şiir
İçin Küçük Bir Tractatus” adlı poetikasında belirten şair, ayna
şiirlerinde bu görüşünün tam tersine anlamı öne çıkarır. Bunun sebebini de “Ayna
şiirleri bu anlamda çok farklı, çünkü onda gündelik hayatın şiddetiyle
yüzleşmiş bir şairin şiiri söz konusudur. O yüzden, şiirle gündelik yaşam arasında
bir ilişki kurma gibi bir mesele eğer söz konusu olacaksa bu ancak bu bağlamda
kurulabilir” sözleriyle
örtüştürür. (Söyleşi; N.D.Akalın, S.Atabaş, Yalınayak Edebiyat, 28) “Uçuş,
elbette Simurg’a doğru ya da Simurg bir uçuş…otuz şiir otuz ayna” vurgusu
Feriddettin-i Attar’ın Mantık al-Tayr isimli eserine göndermedir. Başka
bir söyleyişle ayna şiirlerinin her parçası simurgu oluşturur.
“sen sidre, sen son ağaç, yeşil döşek ve yorgan...
bilirsin, kalp gözüne ayn'a gerek... -ve soru-
lar uzuyor isra'da... akşam çürük ve sarı
lambalar yükseliyor, sırlarla, göğe doğru;
ve toplanıp geliyor gece yolculukları...”
“Ayna imgesi birebir resmin
“yasak” olduğu İslâm toplumunda insan resmini çizmesi, bir başka deyişle tasvir
yasağını delmesi nedeniyle tasavvufçular tarafından sevilerek kullanılan bir
imge durumuna gelmiştir. Tasavvuf, her zaman kaba sofulukla çatışmıştır. Bu
nedenle, mistisizmin ya da yaşamın içselleştirilmesinin en önemli aracı aynadır.”
(Kemal Bek Şiirden Eleştiriye; 2004, 108) Bu cümleden hareketle ayna şiirleri
için Hilmi Yavuz’un içselleştirdiği kendisidir, ayna nesnel bir mekân olarak
onun yaşadığı yerdir, sevdiği kadındır tespitini yapabiliriz.
Burada aklımıza şöyle bir soru
gelebilir: Şiirlerinde gelenekten beslenen Hilmi Yavuz, Ayna şiirlerini niçin
İngiliz şiirindeki Sonnet tarzında yazmıştır?
Bilindiği gibi İngiliz
sonnet’inde dizeler arasında boşluk yoktur ve şiirin tamamında geometrik bir
yapı vardır. Sonnet’in en belirgin özelliği ise son iki dizenin en altta ve
ayrı olarak yazılmasıdır. “Ayna şiirleri İngiliz sonnetsi biçiminden
yazılmıştır. Ancak tam anlamıyla, ne ritim bakımından ne de kafiye bakımından
örtüşmeyen şiirler de var. Yani bu anlamda ben sonneti kullanırken kendimi
biraz özgür hissediyorum. Ayrıca o haliyle, yani sonnet şeklinde, dizeler
arasında boşluk olmadığından geometrik bir bütünlük sağlamış oluyordu. Bu
geometrik hâliyle aynaya en çok benzeyen formdu sonnet. Sonnetlerde ayrı
olan son iki dize ise aynanın kaidesidir.” (Söyleşi; N.D.Akalın, S.Atabaş,
Yalınayak Edebiyat, 28)
“ben tenime
yürürüm, tenim benim gereksiz
et parçası, atılmış, duruyor bir kenarda...
áh, aşklar vardır şimdi, amaçsız ve ereksiz
birlikte dolaşırlar; yırtıcı ve hovarda...”
et parçası, atılmış, duruyor bir kenarda...
áh, aşklar vardır şimdi, amaçsız ve ereksiz
birlikte dolaşırlar; yırtıcı ve hovarda...”
Ayna şiirleri için “Okur,
ben nasıl duyumsuyorsam, öyle duyumsasın istedim. Bu otuz şiiri, kendi tenim
bildim ben” (Kendi
Kendine Eklemlenmiş Bir ‘Yalnızlık Eki’yim Ben, 94) diyen Hilmi Yavuz,
ten-beden arasındaki ilişkiyi “erken Hıristiyanlığa dayanan
tarihsel bir ilişkidir. Özellikle sembolik şairlerde başta Mallarme olmak
üzere görüyoruz. Mallarme’nin
Deniz Meltemi şiirindeki ilk dize, “La Chaire est triste, hélas!” yani
“Ten hüzünlüdür” diye başlar. Ten ile beden arasındaki ayrımın böyle bir arka
planı var ve bu arka plan (erken Hırıstiyanlıktan gelen) kendi içeriğini
koruyarak sembolik şiirde kendini yeniden üretmiştir. Benim yaptığım da biraz
bu anlamdadır.” (Söyleşi;
N.D.Akalın, S.Atabaş, Yalınayak Edebiyat, 27)
“ve siyah… ayna düşer! aynayla birlikte
herşey kırılır!
ne kalır geriye aynadan, söyle, ne kalır?
geriye kalan âh, sadece yalnızlıklardır…
herşey kırılır!
ne kalır geriye aynadan, söyle, ne kalır?
geriye kalan âh, sadece yalnızlıklardır…
aynalarmış gibi yapan aynalar!..
sır biziz, aynalar sırrolacaklar…”
Ayna ona bakanla, aynada
görülen arasında öznel bir dünya kurar. Çünkü insan ayna sayesinde başkalarının
görüp izlediği gerçek görüntüsünü keşfetmekle kalmamış, bir metafor olarak da
aynayla saklı kalanı, görünmeyenin ötesinde kendi içine dönmeyi, orada edep
ilmini öğrenmeyi başarmıştır.
Aynada görüntü sınırsızdır.
Ayna mevcut zamanda tek bir hat üzerinde değil her yerdedir. Maddi görüntünün
arka planındaki yansıma insanın görünmeyen dünyasına geçiştir. Hilmi Yavuz ayna
şiirlerinde bu geçişi, en çok kullandığı hüzün imgesini duyumsatarak yapmıştır.
Bu durumu da “Necatigil’in
bir dizesini değiştirerek söylersem: Şiir, hüzün olmuştur Ayna Şiirleri’nde...” “Şiirler
(ya da Aynalar), Sonunda Hilmi Yavuz Olmak İçin Var’dırlar! ” ifadesiyle
açıklar.
“kimliğim oldu benim, çoktan geçtim adımdan,
âh, başka bir şey değilim aynalarımdan ...”
Ayna şiirlerinin son şiiri “kimlik
sonnet” den alıntıladığımız son iki dize için bütün kitabın özeti gibidir
dersek ilk bakışta belki bir abartma olarak algılanabilir. Fakat bu görüş bizim
öznel değerlendirmemizdir. Konuyu Dilek Doltaş’ın “Ayna Şiirlerin’de Gelenek ve
Çağdaşlık, Berna Moran’a Armağan” isimli kitabından bir alıntıyla bitirelim.
“Netice itibariyle, Ayna şiirleri’ndeki otuz şiir otuz ayna gibidir.
Buradaki her şiirde bir kimliğin, bir kentin ya da bir aşkın görüntüsü
yansıtılıyormuş gibi olsa da sonunda betimlenen Hilmi Yavuz’un ruhsal
durumudur. Şairin bu kitabı hem imgelerin şiir içinde çok çeşitli anlamlar
kazandığı, hem de geleneksel Doğu ve Batı mitlerinin ve edebiyatının simge ve
kavramlarına göndermeler yapılan bir sone dizisidir.”
Fatih Yavuz Çiçek
KAYNAKLAR
-
Ayna Şiirleri’nde Gelenek ve Çağdaşlık, Berna Moran’a Armağan, Dilek Doltaş
-
“Gelenekten Geleceğe” Sebk-i Hindî ve Hilmi Yavuz Şiiri” (Ahmet Doğru, Ada
Dergisi
Bahar
2007, 28)
-
Şiirden Eleştiriye, Kemal Bek
-
Şiir Henüz, “Şiirler (ya da Aynalar), Sonunda Hilmi Yavuz Olmak İçin
Var’dırlar!”
-
Hilmi Yavuz’la Söyleşi (N.Derya Akalın, Serkan Atabaş, Yalınayak Edebiyat Şubat
Mart 2007)
-Aynanın Tarihi, Sabina Molchier-Bonnet, Dost Kitabevi
-Aynanın Tarihi, Sabina Molchier-Bonnet, Dost Kitabevi