Şiir, Edebiyat, Kültür, Sanat

28 Nisan 2017 Cuma

Poğaçalar


“Herkes geçer diyor, geçer mi Olric? Herkes ne bilir acımı. Herkes ne bilsin acımızı. Yaşar gibi yapmaktan, özlemez gibi yapmaktan, iyiymiş gibi yapmaktan, nefes alıp onu içimde tutmaktan, o nefeste boğulmaktan sıkıldım.” 
Oğuz Atay/Tutunamayanlar                                  

Şimdi, gecikmeden… Bir bardak sıcak çay ve yanında fırından yeni çıkmış İran Poğaçası olsa, akşam her zamanki akşamdan çok daha görkemli olurdu diye iç geçirdim.

“Güzel hayâl” dedi içimden bir ses. Bak aslanım, işi gücü bırak, beni dinle. Şuradan usulca karşıya geç. Cağaloğlu Yokuşuna doğru vur kendini. Solda büfeleri geçince, yayınevlerinin, kırtasiyecilerin ortasında kalmış börekçi dükkânını görmekte gecikmeyeceksin. Tabelasında  “saklı” mı yoksa “esaslı” mı yazılı? İsmi öyle bir şey olacak. Hem isim önemli değil cancağızım. İsim dediğin bir nazar boncuğu değil mi? Çekinme, börekçiden içeri girince sağdaki vitrine dizilmiş unlu mamullerden canın ne çekiyorsa seç. Siparişini ver. Üst kata çık. Cam kenarındaki masalardan birine geç. Deri koltuğa yayıl rahatça. Duble çayla birlikte ısmarladığın nefis İran Poğaçalarından götür götürebildiğin kadar.

“Güzel akıl” dedim ıslık çalarak. Gözüm karşımdaki dijital ısı göstergesine ilişti bir yandan. Sıcaklık -9 derece. Ellerimi ağzıma götürüp hohlayarak ısıttım. Güzel akıl dedim tekrardan. Lâkin ben kendi evimde tavşankanı kıvamında demlenmiş çayı yudumlarken, çayın yanında eşimin kendi elceğiziyle pişirdiği poğaçaları afiyetle yemeyi tercih ederdim. Kısmet. Zorla değil ya. Olmayınca olmuyormuş. Hem, bu arzumun ne şimdi ne de gelecekte asla ve kat'a ete kemiğe bürünmeyeceğini, gerçekleşme ihtimalinin sıfıra yakın durduğunu tecrübeyle anladığım günden beri kendi içime bir yüzleşme demi ısmarlayıp soruyorum bazen. Ömrümü işle ev arasında mekik dokumakla geçirdiğim bunca yıldan sonra bana yaşamaktan kalan ne? Balıketliler sınıfındayken filleşen bedenler grubuna dâhil olan bir eş. Borç harç alınmış gecekondu. Yükseköğrenimde iki evlat.

Şaşırdın mı? Şaşırma. Biliyorum sen filleri yalnızca Afrika’nın geniş steplerinde yaşıyor sanırsın çünkü sana coğrafya derslerinde öğretilen bilgi budur ama gerçek hiçte öyle değil ihvanım. İnsan ırkının içinde de doğuştan filleşmeye meyilli olanlar vardır ve bir fil adayı filleştikçe cicim aylarının güzel çizgileri yaşamın cenderesinden kırış kırış akmaya başlar ki bu durum girdiğin dünya evinde çekilmezliğin en kuvvetli belirtisidir, anladın mı adamım? Bir sonraki evre ise "ne oluyoruz yahu" diyerek sık sık aynaya bakmaktır. Orada, aynaya her bakışında yüzündeki orijinal tuvalden tükenmişlik sendromunun izlerinin döküldüğünü görür, için yanar, üzülür, elinden hiçbir şeyin gelmediğine kahrolarak yaşar gidersin cancağızım.

Maalesef, eşim İran Poğaçası yapmayı bilmiyor. Çayın demini tutturamıyor. Akşama kadar elinde kumanda o kanal senin, bu kanal benim dizileri, evlilik programlarını seyrediyor. Televizyon yetmedi mi sörf kraliçemiz soluğu sosyal medyada alıyor. Tabii bütün bunları yaparken buzdolabında abur cubur ne varsa tüketiyor. Ona ömrünü filleşerek tüketme, gel sana uygun bir iş bulalım, sen de çalış bana destek ol dedim. Ihhh. Kabul etmedi. Zaten bugüne değin aldığım hiçbir kararı onaylamadı. Ardımda dağ gibi hiçbir zaman dimdik durmadı. O beni değil eşyaları, dizilerde gördüğü karakterleri, mukallit hayatları sevdi. Geniş ev, geniş mutfak, süslü perdeler, İtalyan stili döşenmiş mobilyalar, Amerikan bar, yeni tasarım balon kapaklı dolaplar… Bütün hayatını gösterişe endeksledi. Varsa yoksa ille de “istediği gibi donatılmış bir ev” diye tutturdu, tüketim canavarı olmayı seçti gitti yıllarca. Eskilerin deyimiyle “iki gönül bir olunca samanlık seyran olur, azıcık aşım, ağrısız başım” felsefesiyle mutlu olmayı asla beceremedi.

Ben de isterdim ona istediği hayatı sultanlar gibi yaşatmayı. Onun hayâllerini bir bir gerçekleştirmeyi. Kader işte. Dar gelirli bir ailenin ortadirek sınıfına bile terfi edememiş ferdi olan ben, kıt kanaat kazancımla onun engin hayâller zincirini nasıl gerçekleştirebilirdim ki?

Yıllardır düşünürüm. Nasıl mutlu olunur? Ya da insan kendini hangi koşullarda mutlu hisseder? Mutluluk göreceli bir kavram sanırım. Benim felsefem "az insan, az eşya." Bizimkinin mutluluk frekansı ise evde yenilenen eşyalara ve çocukların hesabına her aybaşında bankamatikten yatan harçlıklara göre alçalıp yükseliyor, bana, sen de işinden, hayatından memnun musun, bir derdin var mı diye sormak gereğini bile hissetmiyordu.

“Kör talih” dedi içimden bir ses. Bizim oralarda bir söz vardır. “Ya sevdiğini alacaksın. Ya da aldığını seveceksin” derler arkadaş. Almışsın bir kere. Seveceksin.

“Afilli söz” dedim metrodan akan insan kalabalığına bakarak. Sonra silkinip yanağıma hafifçe bir tokat patlattım. "Deli misin oğlum sen, artık kendi kendine konuşmaya mı başladın?"

Deli değilim elbette ama galiba dünyaya darnlar zümresindenim. Pişman mıyım? Yol yakınken yolları ayırmalı mıydım? Bu saatten sonra soruların da yanıtlarında önemi yok. Pişmanlık elbette bütün vazgeçmelerin soy atasıdır fakat hiçbir lügatta da karşılığı yoktur "severek ayrıldık" cümlesiyle başlayan hüzünlü avunmaların. İçimin acıdığı doğrudur. Biliyor musun, aslında acı değildir insanı içten içe çürüten. Acı bir yerden sonra durur. Hissedilmez. Yüzleşemediğin belirsizliktir. O belirsizliğin kuytularında dipten derine, insanı köşe bucak çürüterek dizlerinin üstüne çökerten bîçareliktir

Bu yüzden yüzüme bakmayanın yüzüne bakmıyorum durakta beklerken. Her gün katarlar dolusu insan gelip geçiyor beklediğim Sirkeci/Marmaray tren istasyonundan. Gözlerim, kulağım sürekli tetikte. Burada böyle endişeli, umutsuz, bîçare beklemek yıpratıyor ruhumun yorgun düşmüş pervazlarını. Benim gibilerin içinde zaman zaman ses veren senin gibi "olric" ler olmasa ne yapar, nasıl rahatlardık, bilmiyorum ihvanım. Bilmiyorum. 

“Bilet alır mısın?”

Başımı kaldırdım. Piyangocu. Elindeki bilet tomarını sırıtarak yüzüme doğru uzattı. "Git işine" dedim suratımı ekşiterek.

“Benim işim bu. Seninse bir biletle talih kuşunu avuçlarının içine almak parmaklarının ucunda.”

Hiçbir hayâl bugüne değin beni avuçlarının içine almadı ki talih kuşu alsın. “Güvercini bırak, kargalara bak, durma, geldiğin yere uza” dedim piyangocuya. Göz ucuyla istasyonu işaret ettim. Bir yandan da işportanın üstündeki rengârenk eldiven şapka kombinasyonlarını harmanlayıp avazım çıktığı kadar bağırdım. “Gellll, gel vatandaş kampanyaya gellll! Şapka eldiven, çifti on kaat. Yolda bulan bu fiyata vermez abicim. Yolda bulan vermezzzz!”

İstasyon çıkışı aniden hareketlenince tiz bir kadın sesi ortalığı yıktı geçti. “İmdatttt! Polis yok mu? Çantamı kaptılar, imdatttt!”

Kapkaççılar işbaşında. “Sıra sen de. Haydi iş başına” dedi içimdeki ses. Öyle ya. İş başına. Zaten ben kapkaççılar için burada değil miyim? Sivil güven timi işte. 12/24 kapkaç nöbetindeyim.

"Bekleme dostum, koş, adamın kaçıyor."

Güncelliğini yitirmeyen, kronikleşmiş kederli hâlimden turbojet motoru ateşlenmiş araç gibi hızla sıyrıldım. Tahtakale istikametinde koşan kapkaççıyı görmemle birlikte ona doğru hareketlenip, bir yandan da bağırdım. 

“Dur, kaçma! Polis!” 

Koştum. Koşarken dünyaya dargınlığımı kaldırım taşlarının üstüne bıraktım. Bağıra bağıra delirmiş gibi koştum. Bağırmak iyi geliyordu bana. Bağırdıkça yüreğime düğümlenmiş ağrılarımdan, acılarımdan kurtulup kuş tüyü gibi hafifliyordum.

Koştum.

Şimdi, gecikmeden… Bir bardak sıcak çay ve yanında fırından yeni çıkmış İran Poğaçası olsa, akşam her zamanki akşamdan çok daha görkemli olurdu diye düşünerek iç geçirdim.

fatih yavuz çiçek
mühür dergisi mart-nisan 2017, sayı: 69



2 yorum:

bücürükveben dedi ki...

İlginç bir öyküymüş, teşekkürler. Bu arada gerçekten İran poğaçası var mı merak ettim:))

mabelard dedi ki...

Evet iran poğaçası var. İçi cevizli iran poğaçası tariflerini çeşitli yemek-pasta sitelerinde görmek mümkün. Okuyarak kattığınız değer için teşekkür ederim.