“Herkes geçer diyor, geçer mi Olric? Herkes ne bilir acımı. Herkes ne bilsin acımızı. Yaşar gibi yapmaktan, özlemez gibi yapmaktan, iyiymiş gibi yapmaktan, nefes alıp onu içimde tutmaktan, o nefeste boğulmaktan sıkıldım.”
Oğuz Atay/Tutunamayanlar
Şimdi,
gecikmeden… Bir bardak sıcak çay ve yanında fırından yeni çıkmış İran Poğaçası
olsa, akşam her zamanki akşamdan çok daha görkemli olurdu diye iç geçirdim.
“Güzel
hayâl” dedi içimden bir ses. Bak aslanım, işi gücü bırak, beni dinle. Şuradan usulca karşıya geç.
Cağaloğlu Yokuşuna doğru vur kendini. Solda büfeleri geçince, yayınevlerinin,
kırtasiyecilerin ortasında kalmış börekçi dükkânını görmekte gecikmeyeceksin.
Tabelasında “saklı” mı yoksa “esaslı” mı yazılı? İsmi öyle bir şey olacak.
Hem isim önemli değil cancağızım. İsim dediğin bir nazar boncuğu değil mi? Çekinme,
börekçiden içeri girince sağdaki vitrine dizilmiş unlu mamullerden canın ne
çekiyorsa seç. Siparişini ver. Üst kata çık. Cam kenarındaki masalardan
birine geç. Deri koltuğa yayıl rahatça. Duble çayla birlikte ısmarladığın nefis
İran Poğaçalarından götür götürebildiğin kadar.
“Güzel
akıl” dedim ıslık çalarak. Gözüm karşımdaki dijital ısı göstergesine ilişti bir
yandan. Sıcaklık -9 derece. Ellerimi ağzıma götürüp hohlayarak ısıttım. Güzel
akıl dedim tekrardan. Lâkin ben kendi evimde tavşankanı
kıvamında demlenmiş çayı yudumlarken, çayın yanında eşimin kendi elceğiziyle pişirdiği
poğaçaları afiyetle yemeyi tercih ederdim. Kısmet. Zorla değil ya. Olmayınca olmuyormuş. Hem, bu arzumun ne şimdi ne de gelecekte asla ve kat'a ete kemiğe bürünmeyeceğini, gerçekleşme ihtimalinin sıfıra yakın durduğunu tecrübeyle anladığım günden beri kendi içime bir yüzleşme demi ısmarlayıp soruyorum bazen. Ömrümü
işle ev arasında mekik dokumakla geçirdiğim bunca yıldan sonra bana yaşamaktan
kalan ne? Balıketliler sınıfındayken filleşen bedenler grubuna dâhil olan bir
eş. Borç harç alınmış gecekondu. Yükseköğrenimde iki evlat.
Şaşırdın mı? Şaşırma.
Biliyorum sen filleri yalnızca Afrika’nın geniş steplerinde yaşıyor sanırsın çünkü sana coğrafya derslerinde öğretilen bilgi budur ama gerçek hiçte öyle değil ihvanım. İnsan ırkının içinde de doğuştan filleşmeye meyilli
olanlar vardır ve bir fil adayı filleştikçe cicim aylarının güzel çizgileri yaşamın cenderesinden kırış kırış akmaya başlar ki bu durum girdiğin dünya evinde çekilmezliğin en kuvvetli belirtisidir, anladın mı adamım? Bir sonraki evre ise "ne oluyoruz yahu" diyerek sık sık aynaya bakmaktır. Orada, aynaya her bakışında yüzündeki orijinal tuvalden tükenmişlik sendromunun izlerinin döküldüğünü görür, için yanar, üzülür, elinden hiçbir şeyin gelmediğine kahrolarak yaşar gidersin cancağızım.
Maalesef, eşim
İran Poğaçası yapmayı bilmiyor. Çayın demini tutturamıyor. Akşama kadar elinde
kumanda o kanal senin, bu kanal benim dizileri, evlilik programlarını
seyrediyor. Televizyon yetmedi mi sörf kraliçemiz soluğu sosyal medyada alıyor. Tabii bütün bunları
yaparken buzdolabında abur cubur ne varsa tüketiyor. Ona ömrünü filleşerek tüketme,
gel sana uygun bir iş bulalım, sen de çalış bana destek ol dedim. Ihhh. Kabul etmedi. Zaten
bugüne değin aldığım hiçbir kararı onaylamadı. Ardımda dağ gibi hiçbir zaman dimdik durmadı. O beni değil eşyaları, dizilerde gördüğü karakterleri, mukallit hayatları sevdi. Geniş
ev, geniş mutfak, süslü perdeler, İtalyan stili döşenmiş mobilyalar, Amerikan
bar, yeni tasarım balon kapaklı dolaplar… Bütün hayatını gösterişe endeksledi.
Varsa yoksa ille de “istediği gibi donatılmış bir ev” diye tutturdu, tüketim canavarı olmayı seçti gitti
yıllarca. Eskilerin deyimiyle “iki gönül bir olunca samanlık seyran olur,
azıcık aşım, ağrısız başım” felsefesiyle mutlu olmayı asla beceremedi.
Ben de
isterdim ona istediği hayatı sultanlar gibi yaşatmayı. Onun hayâllerini bir bir
gerçekleştirmeyi. Kader işte. Dar gelirli bir ailenin ortadirek sınıfına bile terfi
edememiş ferdi olan ben, kıt kanaat kazancımla onun engin hayâller zincirini nasıl
gerçekleştirebilirdim ki?
Yıllardır
düşünürüm. Nasıl mutlu olunur? Ya da insan kendini hangi koşullarda mutlu
hisseder? Mutluluk göreceli bir kavram sanırım. Benim felsefem "az insan, az eşya." Bizimkinin mutluluk frekansı ise evde
yenilenen eşyalara ve çocukların hesabına her aybaşında bankamatikten yatan
harçlıklara göre alçalıp yükseliyor, bana, sen de işinden, hayatından memnun musun, bir derdin var mı diye sormak gereğini bile hissetmiyordu.
“Kör
talih” dedi içimden bir ses. Bizim oralarda bir söz vardır. “Ya sevdiğini
alacaksın. Ya da aldığını seveceksin” derler arkadaş. Almışsın bir kere.
Seveceksin.
“Afilli
söz” dedim metrodan akan insan kalabalığına bakarak. Sonra silkinip yanağıma
hafifçe bir tokat patlattım. "Deli misin oğlum sen, artık kendi kendine
konuşmaya mı başladın?"
Deli
değilim elbette ama galiba dünyaya dargınlar zümresindenim. Pişman mıyım? Yol yakınken yolları ayırmalı mıydım? Bu saatten sonra soruların da yanıtlarında önemi yok. Pişmanlık elbette bütün vazgeçmelerin soy atasıdır fakat hiçbir lügatta da karşılığı yoktur "severek ayrıldık" cümlesiyle başlayan hüzünlü avunmaların. İçimin acıdığı doğrudur. Biliyor musun, aslında acı değildir insanı içten içe çürüten. Acı bir yerden sonra durur. Hissedilmez. Yüzleşemediğin belirsizliktir. O belirsizliğin kuytularında dipten derine, insanı köşe bucak çürüterek dizlerinin üstüne çökerten bîçareliktir.
Bu yüzden yüzüme
bakmayanın yüzüne bakmıyorum durakta beklerken. Her gün katarlar dolusu insan
gelip geçiyor beklediğim Sirkeci/Marmaray tren istasyonundan. Gözlerim, kulağım
sürekli tetikte. Burada böyle endişeli, umutsuz, bîçare beklemek yıpratıyor ruhumun
yorgun düşmüş pervazlarını. Benim gibilerin içinde zaman zaman ses veren senin gibi "olric" ler olmasa ne yapar, nasıl rahatlardık, bilmiyorum ihvanım. Bilmiyorum.
“Bilet
alır mısın?”
Başımı kaldırdım. Piyangocu. Elindeki bilet tomarını sırıtarak yüzüme doğru uzattı. "Git işine" dedim suratımı ekşiterek.
“Benim işim bu. Seninse bir biletle talih kuşunu avuçlarının içine almak parmaklarının ucunda.”
“Benim işim bu. Seninse bir biletle talih kuşunu avuçlarının içine almak parmaklarının ucunda.”
Hiçbir
hayâl bugüne değin beni avuçlarının içine almadı ki talih kuşu alsın. “Güvercini
bırak, kargalara bak, durma, geldiğin yere uza” dedim piyangocuya. Göz ucuyla
istasyonu işaret ettim. Bir yandan da işportanın üstündeki rengârenk eldiven
şapka kombinasyonlarını harmanlayıp avazım çıktığı kadar bağırdım. “Gellll, gel
vatandaş kampanyaya gellll! Şapka eldiven, çifti on kaat. Yolda bulan bu fiyata
vermez abicim. Yolda bulan vermezzzz!”
İstasyon
çıkışı aniden hareketlenince tiz bir kadın sesi ortalığı yıktı geçti. “İmdatttt!
Polis yok mu? Çantamı kaptılar, imdatttt!”
Kapkaççılar
işbaşında. “Sıra sen de. Haydi iş başına” dedi içimdeki ses. Öyle ya. İş
başına. Zaten ben kapkaççılar için burada değil miyim? Sivil güven timi işte. 12/24 kapkaç nöbetindeyim.
"Bekleme dostum, koş, adamın kaçıyor."
Güncelliğini yitirmeyen, kronikleşmiş kederli hâlimden turbojet motoru ateşlenmiş araç gibi hızla sıyrıldım. Tahtakale istikametinde koşan kapkaççıyı görmemle birlikte ona doğru hareketlenip, bir yandan da bağırdım.
“Dur, kaçma! Polis!”
Güncelliğini yitirmeyen, kronikleşmiş kederli hâlimden turbojet motoru ateşlenmiş araç gibi hızla sıyrıldım. Tahtakale istikametinde koşan kapkaççıyı görmemle birlikte ona doğru hareketlenip, bir yandan da bağırdım.
“Dur, kaçma! Polis!”
Koştum. Koşarken dünyaya dargınlığımı kaldırım taşlarının üstüne bıraktım. Bağıra bağıra delirmiş gibi koştum. Bağırmak iyi geliyordu bana. Bağırdıkça yüreğime düğümlenmiş ağrılarımdan, acılarımdan kurtulup kuş tüyü gibi hafifliyordum.
Koştum.
Koştum.
Şimdi,
gecikmeden… Bir bardak sıcak çay ve yanında fırından yeni çıkmış İran Poğaçası
olsa, akşam her zamanki akşamdan çok daha görkemli olurdu diye düşünerek iç
geçirdim.
fatih yavuz çiçek
mühür dergisi mart-nisan 2017, sayı: 69
fatih yavuz çiçek
mühür dergisi mart-nisan 2017, sayı: 69
2 yorum:
İlginç bir öyküymüş, teşekkürler. Bu arada gerçekten İran poğaçası var mı merak ettim:))
Evet iran poğaçası var. İçi cevizli iran poğaçası tariflerini çeşitli yemek-pasta sitelerinde görmek mümkün. Okuyarak kattığınız değer için teşekkür ederim.
Yorum Gönder