Tania’nın: “Seni ruhumda taşımaktan
yoruldum. Ayrılalım” dediği sabah evi terk edip, çıkıp gitmiştim. Evli
değildik. Birlikte yaşıyorduk. İki yıl önce yeşil kart başvurusuyla göçmen
olarak gittiğim New York’tan yanımda Tania, Türkiye’ye dönmüştüm. Tania kısa sürede iş bulmuş, özel bir dil eğitim
merkezinin yöneticisi olmuştu. Ben aylak aylak geziyor, tercümanlık, gezi
rehberliği yapmak için kendime uygun iş bakıyordum.
Sonra Tania’nın çalıştığı dil eğitim
merkezinde “İngilizce Öğretmenliği” yapma teklifini kabul ettim. Her şey
yolunda gidiyordu. Tam hayatımızı yoluna koyduk derken dil eğitim merkezinin
sahibi işi büyütmek, farklı şehirlerde de dil kursları açmak istediğini
belirtti. Projesi başlangıçta gayet masûm bir iş büyütme planı gibi
görünüyordu. Fakat bu masûm maskenin altında yatan gerçeğin ne olduğunu
anlamakta gecikmedim. Patron gizliden gizliye Tania’ya asılıyordu. Tania güzeldi,
boylu poslu, alımlıydı. Bulunduğu ortamlarda bütün dikkatleri üzerine çeken nadide
bir orkideden farksızdı. Davetler, kokteyller, açılışlar vs. derken patronun kursların
açılacağı şehirlere de Tania ile birlikte gitmek istemesi beni çileden
çıkartmıştı. Ne yani; ABD’de yaşadık, nikâhımız yok diye patronun yılışık tavırlarına
göz mü yumacaktım? Bir iki kez kibarca uyardım. Tania: “Başarımı, bulunduğum
noktayı kıskanıyorsun” dedi. "Lâ havle" deyip sabrettim.
Tania’nın “ayrılalım” dediği sabahtan
bir gün önce patron beni akşam yemeğine davet etmişti. Boğazda lüks bir restoranda
buluşmuştuk. Bize ayrılan masaya oturunca direkt konuya girdi ve bana Akdeniz
Bölge Müdürlüğü teklifinde bulundu. Güya benden çok memnunmuş, bölgenin
potansiyeli düşünüldüğünde orası için biçilmiş kaftanmışım gibi gönül okşayan sebepleri
sıraladı durdu. Önerdiği pozisyonu Tania’nın da içinde bulunacağı bir ekip
oluşturulursa kabul edeceğimi söyledim. Hayır dedi sırıtarak. “İstediğin ekibi
kur ama Miss Tania Marmara Bölgesinde bizimle kalmaya devam edecek.”
İnsan sarrafıydım ben. Böyle zamanlarda
karşımdakinin insanlığının, erkekliğinin kaç kırat ettiğini sezgilerimle bir
çırpıda anlardım. Belki sıradan biriydim. Hayatta kayda değer bir başarım
yoktu. Hatta biyografini yaz deseler güvercinlere çektirilen niyet kâğıtlarına
bile sığabilirdi özgeçmişim. Evet, biraz rahat, biraz aylak ruhum vardı ama o
kadar da meşrebi geniş biri değildim. Adam gözümün içine baka baka beni Tania’dan
uzaklaştırmak, birlikte yaşadığım kadını elimden almak istiyordu. Kan beynime
sıçramıştı. Yakasına yapıştım. “Ulan Amerika’da yaşadıysak domuza da dönüşmedik”
deyip suratının ortasına yumruğu yapıştırdım. Etraftan bakanların, restoran
çalışanlarının bakışlarına aldırmadan bulunduğum ortamı terk ettim.
Eve gelip olanları Tania’ya anlattım. İşi
bırakmasını önerdim. Tartıştık uzun uzun. Bağırıp çağırdık birbirimize. “Bıktım
senin bu Doğulu tavırlarından, usandım taşralı hâllerinden” dedi. Sustum. Geceyi
salondaki kanepenin üstünde geçirdim. Kahvaltıda “Seni ruhumda taşımaktan
yoruldum. Ben ülkeme dönmeye karar verdim. Ayrılalım” dedi. Kapıyı çekip
çıktım.
Taşındığım tek odalı çatı katından
dışarı çıkmayalı kaç gün geçti farkında değilim. Kırılmıştım. Kapıcının dışında
insan yüzü görmüyordum. Tania bavullarını toplayıp New York’a dönmüştü. Kendimi
hayat kitabında üzeri çizilmiş dip not gibi hissediyordum. Eskiden de
onunla birbirimize küstüğümüz günler olurdu. Avuçlarda pembeleşen zamanlar
teorisi dediğimiz bir yöntemle eritirdik aramızdaki buzları. Bir tür oyun
gibiydi yaptığımız eylem. Kendi aramızda kurduğumuz bir tür iletişim moduydu.
Barışmak, sessizliğe son vermek istediğimiz ân birbirimizin avuç içlerine
dokunurduk. Çünkü avuç içlerimizde ateşle kazınmış harfler vardı. Koru
tükenmeyen harflerin oluşturduğu çekim kuvvetinin zamanı yeniden
biçimlendirdiği, buzulları erittiği, tropikal mevsimlere has ılık rüzgârlar
vardı.
Rüzgâr esmeye başladığında
hücrelerimizdeki bütün taşlar yerinden oynar, kanımızdaki atlar boşanır ve ılık
bir pembelik kimyasal gaz bulutu gibi yayılırdı benzimize. Sonra nane kokulu
bir nefesi, tadına doyulmayan bir nefesi, cehennemden sıcak bir nefesi aç
kurtlar gibi vahşi bir iştahla çekmeye başlardık iliklerimize. Dil, kâm, efsun…
Dünya soyutlanırdı. Dert, keder, kasvet ne gam. Hepsi çarmıha gerilir, acı
unutulurdu. Çünkü o ân ten dorukta olurdu. Çünkü zihin her şeyi unutmaya
meyilliydi ten hazdan tir tir titredikçe.
Rüya gibi yaşamıştık ve rüya bitmişti. Başlangıçta
bir süre depresyona girmiş olsam da yalnız kalmak iyi gelmişti bana. Geceyle
gündüzü tersine çevirip yaşamak heyecan vericiydi. Güneşin doğuşuyla yatıyor,
batışıyla uyanıyordum. Şehrin uykuya daldığı vakitlerde balkona çıkıp
yıldızları, karanlığı, karanlıkta bir mum gibi parlayan ışıkları seyrediyordum
uzun uzun. Gece yarısı kendimi okumanın sularına bırakıyor; tarihi, yöresel ve
kültürel zenginliklerimizi anlatan eserler okuyordum gün doğana kadar. Fecre
doğru neden, niçin sorularıyla kıyıya vurduğum bir yer vardı. Tefekkür!
Tefekkürü seviyordum ve artık içinde bulunduğum duruma çeki düzen vermem gerektiğinin
farkındaydım.
Yapılacak ilk işlerden biri eve birkaç
parça eşya almak, dağınık yaşamaya son vermekti. Giyinip sokağa çıktığımda
uyuşan bacaklarımın açılması için yürümek istedim. Uzun bir yürüyüşün ardından bitpazarına
geldim. Eski eşyalar, mobilyalar, elbiseler, ayakkabılar, elektronik cihazlar,
cep telefonları ne ararsan vardı burada. Yok, yoktu. Ortalık göçmen kaynıyordu.
Girdiğim her dükkân yeni yaşamlarına ısınan göçmenlerin işgaline uğramıştı.
Birilerinin eskittiği yaşamın izleri bir başkası için yeni hayatın simgesi
oluyordu ve bu yüzdendi belki de bitpazarına yağan nûrun oraya gelen insanların
içini ısıtmasının sebebi.
İhtiyacım olan eşyaları seçip
oyalanmadan eve döndüm. Evi dipten bucağa temizledim. Gazeteden iş ilanlarına
baktım. Profesyonel turist rehberliği kurslarına yazıldım. Kurs bitimini takip
eden günlerde yaptığım birkaç iş görüşmesinden sonra tur şirketlerinden biriyle
turist rehberliği pozisyonu için anlaştık. Şehir şehir dolaşıyordum artık. Bir
hafta Mardin, bir hafta Kapadokya.
Gördüğüm her şehirde zihinsel bir devrim
yaşıyor, dünyaya bakışım yeniden kodlanıyordu âdeta. Şeb-i Arûs törenleri için
gittiğimiz Konya’da Mevlevîlerin yaşamından müthiş etkilenmiştim. Dönüşümde
elektronik posta adresimde Tania’nın yazdığı mesajları gördüm. Telefonla da arıyordu,
konuşuyorduk fakat ben geri çekilmiştim. Bütün hücrelerimle
sessizlik yemini etmiş rahipler gibi Tania’dan
uzaklaşıyordum. Anımsanmak istemiyordum. Güzel hatırlanmak istemiyordum.
Nefreti arıyordum. Onun içindeki nefreti.
Kendimden nefret ettirmek, Tania’nın da benden iyice uzaklaşmasını,
onun da kendi içine, kültür sorunlarıyla yüzleşmek zorunda kalmayacağı daha
somut bir geleceğe yönelmesini sağlamak amacıyla bütün alışkanlıklarımı
değiştirdim. Argo konuşmalar, umursamaz tavırlar takındım. Yetmedi. Bütün
telefon çağrılarını, mesajları, mektupları yanıtsız bıraktım. Çirkinleştim.
Bilinçli bir tutumla çirkefleştim ve giderek çekilmesi güç bir narsistin
kimliğine büründüm.
Ne vardı geçip giden hayatımda? Ne yoktu ki? Bolca klişe,
bolca hayâl kırıklığı. Kalbime ağrı veren kadınlar, sayısını unuttuğum ateşli
sayıklamalar ve binlerce günâh lekesi vardı işte. Karadut lekesi gibi
temizlenmesi güç lekelerdi bunlar.
Biliyorum. Her günâh kirlidir. Fakat ne olursa olsun insanın
özü beyazdır, masumdur ve her insan gerçekte yeryüzüne indirilmiş bir avdır. Bizi
kirleten, özümüzü grileştiren şey iblisin insan avlamaya odaklı kininin tatmin
edilemeyen tuzaklarıdır. Onun takındığı maskelerdir. Fısıldadığı, telkin ettiği
her şey arzuları kamçılayan bir kırbaç, tutkunun kanımıza, iliklerimize işleyen
engel tanımazlığıdır. Bataklıktır. Oysa ben bu batık dünyaya ait değildim. Tania
haklıydı. Tipik bir Doğu imgesiydim. Öyle de kalmalıydım.
Geri çekilmiştim. A’dan Z’ye içimin aynasına yürüyordum. Ve
nihayet günün birinde kendimi Mevlevî Dergâhının kapısının önünde buldum.
Ruhum yara bere içinde, Tanrı'ya dönüyordum.
fy
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder