Nisan bitmek üzere. Takvimler mi beni kovalıyor, ben mi takvimlerin rüzgârına kapıldım, bilmiyorum. Evde arızalanan çamaşır makinasıyla uğraşmaktan sıkılınca dışarı çıktım. Tamirci arkadaşımdan "yedek parça" almam gerekiyordu. Yirmi dakikalık bir yürüyüşten sonra Hürriyet Caddesine geldim. Yürürken baharın cıvıl cıvıl yüzünü iyiden iyiye gösterdiğini gözlemledim. Kışlıklar çıkarılmış. Bahar giysileri tiril tiril mağaza vitrinlerini süslüyor. Parklarda oturacak yer yok. Caddeler kalabalık. Simitçinin önünden geçerken susamın enfes kokusu beni kendine çekti. Simitler yeni gelmiş belli ki. Buğusu üstünde, sıcak sıcak. Bir tane alıp çayla birlikte yemek istedim. Yanında karper peynir de fena olmaz.
Çay içmek için her zaman uğradığım bir mekân var ama biraz ilerleyince çay içmekten vazgeçtim. Tamirciye gidecektim. Ondan da vazgeçtim. Yönümü değiştirdim. Adımlarım beni epeydir uğramadığım sahafın önüne getirdi. Sahafın önünde dizilmiş eski kitaplara baktım bir süre. Tanesi beş liradan satılan karışık dizilmiş kitapların içinde "Lâle Çılgınlığı" dikkatimi çekti. Uzanıp aldım. Yazarı Deborah Moggach. Çeviren Mefkure Bayatlı. Kitabın kapağını çevirip iç sayfayı inceledim. Düzgün bir el yazısıyla "Okumakta bir çılgınlıktır. Mefkure" notu düşülmüş. Çevirmenin kendi el yazısının bulunduğu bu kitabın buraya geliş hikâyesi nasıldır, nasıl bir yolculuktan sonra ikinci el kitap raflarına konulmuştur kim bilir? Evde biriken kitaplardan, kıyıda köşede atılmayı bekleyen eski eşyalardan kurtulmak isteyen bir aile ferdi (muhtemelen evin kitap değeri bilmez mirasçısı, ya da gündelikçi kadın) yoldan geçen eskiciyi çevirip ucuz pahalı demeden eskileri elden çıkarmış olabilir mi? Her şey olabilir. Her neyse işte. "Lâle Çılgınlığı" diyordum. Kitap onyedinci yüzyılda ve o dönemin Amsterdam'ında lâle soğanı ticareti yapan bir aileyi ve bir ressamın etrafında gelişen olayları anlatıyor. Konusu ilgimi çekti. Kitabı almak istedim.
İkinci bir kitaba yöneldiğim sırada yanımda duran kadının telefonu çaldı. "Abla sen misin? İyi misin? Konuşabiliyor musun?" diye sordu karşı tarafa. Karşı taraf ne diyorsa sesinde birdenbire suçluluk duygusu belirginleşti, önce alttan aldı kibarca. "Ama abla ben seni kaç kez aradım. Senin telefonundan değil Aynur'un telefonundan arayıp son durumunla ilgili gelişmeleri sordum. Sen telefonla konuşamıyorsun diye Aynur'u aradım abla. Aynur sana benim aradığımı söylemedi mi? Feraye seni soruyor demedi mi? Nasıl olur? Niye söylememiş ki?"
Konuşmalardan anladığım kadarıyla adının Feraye olduğunu öğrendiğim kadıncağız başka bir şehirde yaşayan hasta ablasını çok istediği halde onu ziyarete gidememiş. Gidemeyince ne yapsın. En azından telefonla ablasının sağlık durumu hakkında bilgi sahibi olmaya çalışmış. Ablası telefonla konuşamayacak kadar hasta olduğu için de incelik gösterip hastalığın seyriyle ilgili bilgileri Aynur'dan almış. Kabahat Aynur'da. Feraye Hanım'ın ablasını sık sık aradığını, hâlini hatırını sorduğunu söylememiş. Ama abla hiçbir mazeret dinlemiyordu anlaşılan. Telefonun öbür ucundan ne söylüyorsa artık Feraye Hanım dayanamadı, sabır taşı çatladı en sonunda. Sesinin tonunu biraz sertleştirdi. "Tamam abla tamam, Hata bende. Kapatıyorum. Sonra görüşürüz" dedi ve telefonu kapattı.
Konuşmayı dinlemek istemedim aslında. Vallahi istemeden kulak misafir oldum. Ani gelişen bir şeydi ve üstelik kitaplara konsantrasyonumu da bozmuştu. "Bilirsin, zarifliğin kanunudur sessizlik" demiştim bir şiirde. Sessizce, sahafla hiçbir şey konuşmadan "Lâle Çılgınlığı"nı rafa bırakıp oradan ayrıldım.
Cadde boyunca güneye doğru, "Kara Sevda" dizisinin müziğini ıslıkla çalarak yürüdüm. Biraz ilerde soldaki sahafa girip sıkı bir pazarlıkla iki kitap aldım. Biri Umberto Eco'dan. "Sıfır Sayı." Diğeri Oğuz Atay'ın öyküleri. "Korkuyu Beklerken." Oğuz Atay'ın iki romanını, Tutunamayanlar ve Tehlikeli Oyunlar'ı okumuştum. Öykülerini topluca okuma fırsatım olmamıştı nedense. Sahafa on lira verip yakındaki AVM'ye geldim. Simit soğumuştu ama çıtır çıtır tazeliğini koruyordu. Bir kafeye geçip çay söyledim. Simitle çayın yanında biraz da peynir olsa ortam şahane olacaktı.. Karper peynirlerden varmış. Garson getirdi üç tane. Hepsini afiyetle yedim.
Çayımı yudumlarken "Sıfır Sayı" nın kapağını açtım. "Bu sabah musluktan su akmıyordu" diye başlıyordu. Bu cümle roman için iyi denilebilecek bir giriş cümlesiydi. Hızımı alamadım ve "ölüm korkusu anılara can veriyor" cümlesiyle biten ilk bölümü okumayı oracıkta, hemencecik bitirdim.
Çayı bitirip dışarı çıktım. AVM'den içeri girerken elinde tek bir gül dalıyla beklediğini gördüğüm delikanlının aynı yerde sabitlenmiş bir çivi gibi hiç kıpırdamadan beklemeye devam ettiğini farkettim. AVM'ye girip çıkan kalabalığın içinde onun yalnızlığı içimi burkmuştu. Sevgilisi sabrını sınamak için bilerek mi gecikmişti acaba? Veyahut buluşmaktan vaz mı geçmişti? Hüküm yürütmek güçtü. Güneş delikanlının yüzüne vuruyor, elindeki gülün gölgesi bana doğru bakıyordu. Orada, işte o anda ilhamın ışığı bir yıldız gibi parladı, şiir belleğime geldi ve yaz beni dedi. Yaz, kaçırma.
Artık şiir yazmak istemiyordum. Öykü yazmak istemiyordum. Önceden yazdığım ve demlenmeyi bekleyenleri arada bir burada yayımlayıp bitirdikten sonra her şeyden uzaklaşmak istiyordum.
Valery, "ilk dize tanrıdan gelen bir armağandır" der hani. Sait Faik'i anımsadım sonra. "Haritada Bir Nokta" isimli hikâyesinde şöyle yazar.
"Söz vermiştim kendi kendime: Yazı bile yazmayacaktım. yazı yazmak da, bir hırstan başka ne idi? Burada namuslu insanlar arasında sakin, ölümü bekleyecektim; hırs, hiddet neme gerekti? Yapamadım.
Koştum tütüncüye, kalem kâğıt aldım. Oturdum. Adanın tenha yollarında gezerken canım sıkılırsa küçük değnekler yontmak için cebimde taşıdığım çakımı çıkardım. Kalemi yonttuktan sonra tuttum öptüm. Yazmasam deli olacaktım."
Öyle işte.
Yazmasam delirir miyim. Delirmem ama ilk dize tanrıdan bir armağandı. Gelmişti. Evet, "okumak bir çılgınlıktı" belki ama yazmakta öyleydi sanırım. Dayanamadım, yazdım.
"Biz derin bir yalnızlığın pençesinde
ve güllere umut vadeden ışığın simyasında ağırlanıyoruz."
Kalemi cebime koyup tamirci arkadaşın atölyesine geldim. Çamaşır makinasının arızalı parçasını verip yenisini aldım. Eve gelip parçayı yerine monte ettim.
Makinayı çalıştırdım. Çalışmadı.
Şaşırmadım.
Artık hiçbir şeye şaşırmıyorum.
fy
Dip Not
Makinanın yeni diye aldığım yedek parçası da arızalı çıktı. Hata bende değil, arızalı parçayı sağlam diye atölyeye gönderenlerde. Arkadaşın atölyesinden ertesi gün yenisini getirttiğim parça sorunsuz çıktı. Makina şimdi tıkır tıkır çalışıyor.
5 yorum:
Yazmak da, okumak da, yaşamak da çılgınlık....
Yazmasak ölmeyiz belki ama yazmak bizi dinlemiyor ki...
Makine parçasını kendiniz monte ettiniz ha, güzel :)
İzmir'in kıymetini bilin. Denizin, imbatın, ıspanaklı boyozun, çipuranın, Kordon boyunun, Alsancağın, Pasaportun, Kemeraltının, Kızlarağası Hanının, İnciraltının, Varyantın, Asansörün, Güzelyalının, Teleferiğin, Karşıyaka, Bostanlı, Bornovanın ve aklıma gelmeyen diğer yerlerin. Yaşamak orada daha güzeldi galiba. Daha özgür, gamdan, kederden uzaktı.
Mühendislik okumadım ama ustalık belgem var :) Su, elektirik, kombi, makina vs. gibi işlerin çok karmaşık olmayan arızaları için usta çağırmıyorum. :)
Tez zamanda geri gelin :)
Ağır aksak da olsa güzel be İzmir...
Usta çağırıyoruz, parasıyla bile gelmekte nazlanıyorlar bu devirde, üstelik yapamadan gidiyorlar:) Nerde eski gerçek ustalar:)
Yazını hayranlıkla okudum genelde bu tarz yazılardan nedense sıkılıyor dum ama sevdim okudum .bu arada yazmak rahatlatır.en azından benim için öyle.sık olmasa da kafama esince yazarım belki şiirler bana ilham olur bu ara hiç şiir yazasim gelmiyor ajanda olduğu yerde kaldi😊siirlerimde bence iğrenç ama ışte gene de devam ediyorum ona şaşıyorum
Yazmak, bir tür sır kuyusu belki de. Kelimelerin içine sırlarımızı üflüyor, düşlerimizi gömüyoruz adeta.
Yorum Gönder