On altı, on yedi yaşındayken, “kötü bir şiir
okuru, ‘bu şiir ne anlatıyor?‘ diye sorar, çünkü şiirin de, öykü ya da roman
gibi, bir şeyler anlatmasını bekler” diye başlayan bir yazı okumuş ve çok
etkilenmiştim. Gerçi o günlerde ben de öyküler yazıyor ve ileride de bir romancı
olmayı düşlüyordum, ama şiirde öykülemeden kaçmak gerektiği, çünkü şiirin bir
öykü gibi yazılıp okunmadığı ölçüde şiir olduğu benim de şiir anlayışımı
özetleyen bir görüştü. Aradan bir on yıl geçip ciddi olarak şiir yazmaya
başladığımdaysa, kendimi bu anlayışa göre değil, öyküleyerek yazarken buldum ve
durup düşündüğümde de, hatırladığım ve sevdiğim şiirlerin nerdeyse tümünün, bir
edebiyat sözlüğünün Yahya Kemal’in yapıtları için kullandığı deyimle, “birer
hikâye karakterinde” olduklarını gördüm.
Ama böyle şiirleri yeğlememin ve bu ay
yayımlanan kitabım “Kraliçe Viktorya’nın Düşü” nün de bir şiir kitabı olduğu
kadar bir öykü kitabı da olmasının nedeni sanıyorum, yalnız yazmaya düzyazıyla
başlamış olmam değil, aynı zamanda İngiliz edebiyatının ve yıllardır yaşadığım
İngiltere’nin beni çok etkilemiş olmaları. Burada yalnız İngiliz şiirinin büyük
anlatma geleneğinden söz etmiyorum. Bu alanda herhangi bir antolojiye göz
atmak, İngiliz edebiyatının en göze çarpıcı özelliklerinden birinin, Chaucer’ın
Canterbury Öyküleri’nden Spenser’ın Periler Kraliçesi’ne, Milton’ın
Cennet’in Yitirilişi’nden Wordsworth’ün Prelüd’üne bir dizi, her biri bir roman
uzunluğunda, anlatımcı şiiri kapsaması olduğunu kanıtlamaya yetecektir. Ama tipik
bir İngiliz şiiri kısa ve “lirik” olduğundan bile her zaman nesnel bir durum
betimler ve bunu yaparken de düzyazının mantığına ve kurallarına sadık
kalır. Büyük on yedinci yüzyıl şairi Ben Jonson’ı İskoçya’ya yaptığı gezi
sırasında şatosunda ağırlayan Drummond, ünlü konuğuyla yaptığı sohbetleri topladığı
kitabında, “Bana, tüm şiirlerini önce düzyazı olarak yazdığını söyledi,”
der. Şiirin önce ve temelde düzyazı olduğu ve düzyazı gibi okunabilmesi ve
çözülebilmesi gerektiği benim de bugünkü şiir anlayışımın temel taşlarından
biri.
Daha da ileriye gideyim: Bence İngiliz
edebiyatı yalnız antik çağ’dan sonra ortaya çıkmış olan ulusal edebiyatların en
eskisi değil, aynı zamanda da en önemlisi ve en büyüğüdür, çünkü Alman felsefesi
gibi o da Batı’nın tüm özünü yansıtır. Değişik ”özlere” sahip bir “Batı” ile “Doğu”
nun gerçekte olmadığının günümüzün en moda görüşlerinden biri olduğunun
bilincindeyim, ama bu beni rahatsız etmiyor. Ben böyle bir ayrımın temelde gene
de geçerli olduğunu düşünüyorum. Batılı dünya görüşünü tek bir cümleyle
özetlemek gerekseydi kuracağım cümle “hayat bir öyküdür” olurdu. Ve tabi nasıl
bu dünyanın, tıpkı bir öykü gibi, bir anlam ve biçimi olduğu, kişisel hayatın
belli bir mantığı olan bir “biyografi”, toplumsal hayatın da eşit derece de
belli bir mantık izleyen bir “tarih” oluşturdukları ve dilin bu mantık, biçim ve
anlamı yansıtabileceği Batı’ya özgü görüşlerse, bu dünyanın somut gerçeklerinden
kesin bir anlam çıkarılmayacağı, anlamın türlü soyutlamalarda aranması gerektiği ve
dilin (ve onun üstünde kurulu olan şiirin) dünyayla doğrudan dolaylı bir
ilişki içinde olduğu, bana kalırsa, Doğu’ya özgü görüşlerdir. Buna bağlı olarak,
Batı şiirinde, anlatılanın kendisi önem kazanıp dil yalınlaşır ve
saydamlaşırken, Doğu şiirinde doğrudan ilişki kurulamayan gerçeklikten koparılan
dil gittikçe kendi içinde daha önemli olmaya başlar ve şair anlatıcı değil, bir
dil ustası olarak belirir.
Yirminci Yüzyıl Türk şiirinin tarihi bence
Batı ile Doğu arasındaki bu karşıtlığın tarihidir. İlk büyük “Batılı” şairimiz
kuşkusuz (sonradan yıllarca Londra’da yaşayıp İngiliz şiirini de tanıma olanağı
bulan, ama “Tarz-garbi, dedim, olsun adet” dizesiyle ilan ettiği kararına Fransız edebiyatının klasiklerini okuyarak varan” Abdülhak Hamit’tir. Hamit’in şiiri yer
yer gülünç bir kötülükte de olsa, “Hayat bir öyküdür” inancını yansıtan bir
öykü şiiridir ve onu Yahya Kemal , Nazım Hikmet, Cahit Sıtkı, bir anlamda Orhan
Veli ve gene bir anlamda Edip Cansever gibi başka “öykücüler” izler. Atalarım ve
ustalarım olarak gördüğüm bu şairlerde Doğulu bir duyarlılıktan izler yok
değildir, ama temelde Batı kökenli oldukları yadsınamaz ve oluşturdukları
gelenek, kökleri divan edebiyatına ve “doğunun büyük şiirine uzanan” Haşim’in,
Turgut Uyar’ın, Hilmi Yavuz’un yer aldıkları gelenekle karıştırılmaz.
İlginç olan, uzun bir aradan sonra bugün Türk
şiirinde öykülemenin yeniden gündeme gelmiş olması. Enis Batur Gri Divan’da
““soyutlama dozu yüksek bir şiir anlayışından öyküleme dozu yüksek bir şiir
anlayışına geçmekten söz ediyor; Tuğrul Tanyol’un öyküleme peşinde olduğu
söyleniyor ve Lale Müldür, Seyhan Erözçelik ve Haydar Ergülen’le Gösteri’nin
Nisan sayısında yapılan toplu söyleşide “öyküleme” sözcüğü yinelendiği
gibi, daha ilginci, ”ortalama, hatta bayağı sözcüklerin şiirsellik kazanmasından”
dem vuruluyor. Ben burada Yahya Kemal’in “kolektivitenin lisanını şiire sokmak”
düşünün dirilişini görüyorum. Söz konusu olan şiir, şiir dilinin “anlaşılması”
değil, gerçek dünyayla gerçek bir ilişki kurabilmesi (ki bence “öyküleme" denen de temelde bu zaten) özellikle Seyhan Erözçelik’in biraz da
hayıflanarak da olsa “eskiden erguvan diye bir sözcük vardı, şimdi yok” demesi
hoşuma gitti; bu sözü çerçeveletip yazı masama koymayı düşünüyorum. Ama şunu
söyleyeyim ki “erguvan”ın kişisel kaderi ne olursa olsun (ve aramızdan
ayrılalı o kadar da olmuyor. Hilmi Yavuz, “ve neden/sözlerin soluk erguvan”
diyeli kaç yıl geçti şunun şurasında?), temsil ettiği “müphem ve esrarengiz”
doğulu “şiirsellik” bu günde Türkiye’de bir çok kimseyi büyülemeye devam ediyor
ve buna öykülemeye çalıştıklarını söyleyen kimi şairlerde bir ölçüde
dahil.
Yanlış anlaşılmasın; “Batı
iyidir, Doğu kötüdür,” demiyorum. Doğu’nun en az Batı’nınki kadar zengin ve
ilginç kültürünü yadsımak başka bir anlamda “ortalama, hatta bayağı” bir tutum
olurdu. Zaten, bu sözcükleri salt coğrafi anlamlarıyla alırsak, Doğu ve Batı
bugün, tıpkı Orhan Pamuk‘un çarpıcı romanı Beyaz Kale’de olduğu gibi, yer
değiştirmekteler. Doğu öykülere özenirken, ”postmodernleşen” Batı, tüm öykülerin
asılsız olduklarını, hayatın anlaşılamayacağını, dilin kaypak ve esrarengiz
olduğunu söylüyor. Batı’nın, yeni inançlarına uygun bir biçimde, “mistik ve
miskin” bir havaya bürüneceği, Doğu’nun da “akılcı ve atılımcı” olacağı gün
bence uzak değil.Tabii ben de zamanla bu süreç içinde yer değiştirebilir, bir
şiirin sonunda “ah şiirin metafizikselliği nasıl da gerekli bana/yıllardır
reddettiğim buydu oysa” diyen İngiliz şairi Donald Davie gibi başka tür bir
şiire özlem duyar ve bugün Hamit’le aramda gördüğüm akrabalığı ardımda bırakıp
kendimi Haşim’e yakın duymaya başlayabilirim. Ama şu anda bana gerekli olan
(coğrafi olarak nereye gitmiş olursa olsun) Batı’nın, temelinde düzyazı yatan
şiiri.
Şavkar Altınel
Soğuğa Açılan Kapı, YKY, İstanbul 2003
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder