Şiir, Edebiyat, Kültür, Sanat

20 Mart 2015 Cuma

Şiir Önce Düzyazıdır


On altı, on yedi yaşındayken, “kötü bir şiir okuru, ‘bu şiir ne anlatıyor?‘ diye sorar, çünkü şiirin de, öykü ya da roman gibi, bir şeyler anlatmasını bekler” diye başlayan bir yazı okumuş ve çok etkilenmiştim. Gerçi o günlerde ben de öyküler yazıyor ve ileride de bir romancı olmayı düşlüyordum, ama şiirde öykülemeden kaçmak gerektiği, çünkü şiirin bir öykü gibi yazılıp okunmadığı ölçüde şiir olduğu benim de şiir anlayışımı özetleyen bir görüştü. Aradan bir on yıl geçip ciddi olarak şiir yazmaya başladığımdaysa, kendimi bu anlayışa göre değil, öyküleyerek yazarken buldum ve durup düşündüğümde de, hatırladığım ve sevdiğim şiirlerin nerdeyse tümünün, bir edebiyat sözlüğünün Yahya Kemal’in yapıtları için kullandığı deyimle, “birer hikâye karakterinde” olduklarını gördüm.

Ama böyle şiirleri yeğlememin ve bu ay yayımlanan kitabım “Kraliçe Viktorya’nın Düşü” nün de bir şiir kitabı olduğu kadar bir öykü kitabı da olmasının nedeni sanıyorum, yalnız yazmaya düzyazıyla başlamış olmam değil, aynı zamanda İngiliz edebiyatının ve yıllardır yaşadığım İngiltere’nin beni çok etkilemiş olmaları. Burada yalnız İngiliz şiirinin büyük anlatma geleneğinden söz etmiyorum. Bu alanda herhangi bir antolojiye göz atmak, İngiliz edebiyatının en göze çarpıcı özelliklerinden birinin, Chaucer’ın Canterbury Öyküleri’nden Spenser’ın Periler Kraliçesi’ne, Milton’ın Cennet’in Yitirilişi’nden Wordsworth’ün Prelüd’üne bir dizi, her biri bir roman uzunluğunda, anlatımcı şiiri kapsaması olduğunu kanıtlamaya yetecektir. Ama tipik bir İngiliz şiiri kısa ve “lirik” olduğundan bile her zaman nesnel bir durum betimler ve bunu yaparken de düzyazının mantığına ve kurallarına sadık kalır. Büyük on yedinci yüzyıl şairi Ben Jonson’ı İskoçya’ya yaptığı gezi sırasında şatosunda ağırlayan Drummond, ünlü konuğuyla yaptığı sohbetleri topladığı kitabında, “Bana, tüm şiirlerini önce düzyazı olarak yazdığını söyledi,” der. Şiirin önce ve temelde düzyazı olduğu ve düzyazı gibi okunabilmesi ve çözülebilmesi gerektiği benim de bugünkü şiir anlayışımın temel taşlarından biri.

Daha da ileriye gideyim: Bence İngiliz edebiyatı yalnız antik çağ’dan sonra ortaya çıkmış olan ulusal edebiyatların en eskisi değil, aynı zamanda da en önemlisi ve en büyüğüdür, çünkü Alman felsefesi gibi o da Batı’nın tüm özünü yansıtır. Değişik ”özlere” sahip bir “Batı” ile “Doğu” nun gerçekte olmadığının günümüzün en moda görüşlerinden biri olduğunun bilincindeyim, ama bu beni rahatsız etmiyor. Ben böyle bir ayrımın temelde gene de geçerli olduğunu düşünüyorum. Batılı dünya görüşünü tek bir cümleyle özetlemek gerekseydi kuracağım cümle “hayat bir öyküdür” olurdu. Ve tabi nasıl bu dünyanın, tıpkı bir öykü gibi, bir anlam ve biçimi olduğu, kişisel hayatın belli bir mantığı olan bir “biyografi”, toplumsal hayatın da eşit derece de belli bir mantık izleyen bir “tarih” oluşturdukları ve dilin bu mantık, biçim ve anlamı yansıtabileceği Batı’ya özgü görüşlerse, bu dünyanın somut gerçeklerinden kesin bir anlam çıkarılmayacağı, anlamın türlü soyutlamalarda aranması gerektiği  ve dilin (ve onun üstünde kurulu olan şiirin) dünyayla doğrudan dolaylı bir ilişki içinde olduğu, bana kalırsa, Doğu’ya özgü görüşlerdir. Buna bağlı olarak, Batı şiirinde, anlatılanın kendisi önem kazanıp dil yalınlaşır ve saydamlaşırken, Doğu şiirinde doğrudan ilişki kurulamayan gerçeklikten koparılan dil gittikçe kendi içinde daha önemli olmaya başlar ve şair anlatıcı değil, bir dil ustası olarak belirir.

Yirminci Yüzyıl Türk şiirinin tarihi bence Batı ile Doğu arasındaki bu karşıtlığın tarihidir. İlk büyük “Batılı” şairimiz kuşkusuz (sonradan yıllarca Londra’da yaşayıp İngiliz şiirini de tanıma olanağı bulan, ama “Tarz-garbi, dedim, olsun adet” dizesiyle ilan ettiği kararına Fransız edebiyatının klasiklerini okuyarak varan” Abdülhak Hamit’tir. Hamit’in şiiri yer yer gülünç bir kötülükte de olsa, “Hayat bir öyküdür” inancını yansıtan bir öykü şiiridir ve onu Yahya Kemal , Nazım Hikmet, Cahit Sıtkı, bir anlamda Orhan Veli ve gene bir anlamda Edip Cansever gibi başka “öykücüler” izler. Atalarım ve ustalarım olarak gördüğüm bu şairlerde Doğulu bir duyarlılıktan izler yok değildir, ama temelde Batı kökenli oldukları yadsınamaz ve oluşturdukları gelenek, kökleri divan edebiyatına ve “doğunun büyük şiirine uzanan” Haşim’in, Turgut Uyar’ın, Hilmi Yavuz’un yer aldıkları gelenekle karıştırılmaz.

İlginç olan, uzun bir aradan sonra bugün Türk şiirinde öykülemenin yeniden gündeme gelmiş olması. Enis Batur Gri Divan’da ““soyutlama dozu yüksek bir şiir anlayışından öyküleme dozu yüksek bir şiir anlayışına geçmekten söz ediyor; Tuğrul Tanyol’un öyküleme peşinde olduğu söyleniyor ve Lale Müldür, Seyhan Erözçelik ve Haydar Ergülen’le Gösteri’nin Nisan sayısında yapılan toplu söyleşide “öyküleme” sözcüğü yinelendiği gibi, daha ilginci, ”ortalama, hatta bayağı sözcüklerin şiirsellik kazanmasından” dem vuruluyor. Ben burada Yahya Kemal’in “kolektivitenin lisanını şiire sokmak” düşünün dirilişini görüyorum. Söz konusu olan şiir, şiir dilinin “anlaşılması” değil, gerçek dünyayla  gerçek bir ilişki kurabilmesi (ki bence “öyküleme" denen de temelde bu zaten) özellikle Seyhan Erözçelik’in biraz da hayıflanarak da olsa “eskiden erguvan diye bir sözcük vardı, şimdi yok” demesi hoşuma gitti; bu sözü çerçeveletip yazı masama koymayı düşünüyorum. Ama şunu söyleyeyim ki “erguvan”ın kişisel kaderi ne olursa olsun (ve aramızdan ayrılalı o kadar da olmuyor. Hilmi Yavuz, “ve neden/sözlerin soluk erguvan” diyeli kaç yıl geçti şunun şurasında?), temsil ettiği “müphem ve esrarengiz” doğulu “şiirsellik” bu günde Türkiye’de bir çok kimseyi büyülemeye devam ediyor ve buna  öykülemeye çalıştıklarını söyleyen kimi şairlerde bir ölçüde dahil.

Yanlış  anlaşılmasın; “Batı iyidir, Doğu kötüdür,” demiyorum. Doğu’nun en az Batı’nınki kadar zengin ve ilginç kültürünü yadsımak başka bir anlamda “ortalama, hatta bayağı” bir tutum olurdu. Zaten, bu sözcükleri salt coğrafi anlamlarıyla alırsak, Doğu ve Batı bugün, tıpkı Orhan Pamuk‘un çarpıcı romanı Beyaz Kale’de olduğu gibi, yer değiştirmekteler. Doğu öykülere özenirken, ”postmodernleşen” Batı, tüm öykülerin asılsız olduklarını, hayatın anlaşılamayacağını, dilin kaypak ve esrarengiz olduğunu söylüyor. Batı’nın, yeni inançlarına uygun bir biçimde, “mistik ve miskin” bir havaya bürüneceği, Doğu’nun da “akılcı ve atılımcı” olacağı gün bence uzak değil.Tabii ben de zamanla bu süreç içinde yer değiştirebilir, bir şiirin sonunda “ah şiirin metafizikselliği nasıl da gerekli bana/yıllardır reddettiğim buydu oysa” diyen İngiliz şairi Donald Davie gibi başka tür bir şiire özlem duyar ve bugün Hamit’le aramda gördüğüm akrabalığı ardımda bırakıp kendimi Haşim’e yakın duymaya başlayabilirim. Ama şu anda bana gerekli olan (coğrafi olarak nereye gitmiş olursa olsun) Batı’nın, temelinde düzyazı yatan şiiri.

Şavkar Altınel 
Soğuğa Açılan Kapı, YKY, İstanbul 2003 

Hiç yorum yok: