Şiir, Edebiyat, Kültür, Sanat

16 Mart 2015 Pazartesi

BETÜL TARIMAN’LA ŞİİRE HAYATA DAİR


Fatih Yavuz Çiçek Sordu, Betül Tarıman Yanıtladı

- Betül Hanım günümüzde Türk şiirinin bittiği, tıkandığı görüşleri var. Fazıl Hüsnü Dağlarca bir söyleşisinde “İnsanın bittiği yer olabilir ama şiirin bittiği yer olamaz” diyordu. Sadece şiir yazmakla kalmayan, şiirin sorunlarının çözümlenmesine ilişkin yazılar kaleme alan, çeşitli edebiyat ödüllerine kurucu ve jüri üyesi olarak katkıda bulunan bir şair olarak bu konuda neler söylemek istersiniz?

- Bu bence komik bir söylem. Evet, bazı kişiler, konu kıtlığı çektiklerinden midir nedendir Türk şiirinin bitip tıkandığını söylüyorlar. Türk şiiri ne bitti ne de tıkandı. Çünkü okuduğum örnekler bunun böyle olmadığını bana söylüyor. Geçmişte de buna benzer ifadeler kullanılmış ama ne şiir bitmiş ne de tıkanmıştı. Özellikle ben genç şiire baktığımda umutlanıyorum. Genç arkadaşlarımın güzel şiirler yazdığını gördükçe seviniyor, bundan sonra neler yazacaklarını merak ediyorum. Son yıllarda çıkan şiir yıllıklarını okuduğumda, yıllıkların son sayfalarından okumaya başladığımı itiraf etmeliyim. O sayfalarda genç, diri bir şiir dikkatimi çekiyor. Lakin şiir yazılıyor. İnsan var oldukça, şiirde var olmaya devam edecektir. Hem zaten burada bu söyleşiyi yapıyor olmamız bile şiirin bitmediğine kanıt değil midir? 

- Şiiri özgün ve özgür kılan en etkin araçlardan, edebiyatın en sağlam delillerinden birisi de kuşkusuz dil. Türkçenin yabancılaşmaya karşı kendini koruyan bir yapısı olduğu, dışarıdan aldığı sözcükleri içine katarken değiştirip, dönüştürdüğü söylenir. Dil ve edebiyatta kullanımı hakkında düşüncelerinizi öğrenebilir miyiz?

- Düşünce ve duygularımızı etkili bir biçimde anlattığımız bir anlatım biçimi edebiyat. Şiirde kendimizi ifade ettiğimiz türlerden biri. Binlerce yıldan bu yana söyleniyor yazılıyor. Söylendiği, yazıldığı her dilde anlam buluyor. Bu zengin dil, insana yeni olanaklar sunuyor her seferinde. Böyle denilince akla Yunus Emre, Dadaloğlu, Karacaoğlan ve Dağlarca gibi isimler geliyor. Onlar arı Türkçeden ödün vermeyerek duygularını samimi bir şekilde ifade etmişler. Dışardan aldıkları sözcükleri Türkçenin ses yapısına uydurmayı başarmış dili zenginleştirmişlerdir.    

- Mesleğiniz gereği ülkemizin değişik illerinde görev yaptınız. Bu sebeple şiirlerinizde hayatın her rengini görmek mümkün. Elbette her ilin kendine has özellikleri, kültürel birikimi var. Farklı yerlerde yaşamanın, o havayı duyumsamanın şiirinize katkıları oldu mu?

- Çocukluğumdan bu yana geziyorum desem yalan olmaz. İlk önceleri babamın mesleği buna vesile oldu. Daha sonra da kendim Anadolu’nun çeşitli kentlerini gezdim. Gezip gördüğüm kentler beni etkilediler. Farklı kültürler, coğrafya… Ama en çok Bingöl. Orası bizim çıkış kapımızdı. İstanbul’da, dört duvarla çevrili evimizden sonra kendimizi sokağa çıkarmıştık. Tek katlı prefabrik evler, alabildiğince geniş oyun alanları bizi büyülemişti. Tam iki yıl boyunca oynayabildiğimizce oynadık Bingöl sokaklarında. Kürt arkadaşlarımız oldu. Birlikte aynı sıralarda oturduk, oyun oynadık, yemek yedik. Ardından benim öğretmenlik hayatım başladı. Babamın peşi sıra gittiğimiz Erzurum, Bingöl, İzmir, İstanbul, Konya, Gaziemir, Keşan’a bu kez Trabzon, Kastamonu ve Antalya gibi şehirler eklendiler. Elbette gezip gördüğüm kentler bu kadarla sınırlı değil. Etkinlik ya da gezme amaçlı gittiğim yerlerde daha sonra bunlara eklendiler. Sonuçta her gittiğim kent beni etkiledi, dönüştürdü. Türkiye’nin doğusu ile batısı arasındaki uçurum başından beri beni dehşete düşürdü. Bu uçurumun, farklı yaşamakların, kültürün elbette ki şiirime katkıları oldu. Zenginleştim. Zenginlik şiirime sindi. Şimdi bu birikimden edindiklerim şiir olup çıkıyor.


- Mavi Han başlıklı şiirinizde “ ben bahçe isterim çokları nar / içimden şehirler geçer ve içimde alevden sayfalar” diyorsunuz. Burada bir iç gurbet var gibi ve gurbet kavramı deyince akla ayrılık, bekleme, kavuşma halleri geliyor. “bir şehirden öbürüne” insanın gurbeti sizce nerede biter?

- Çocukluğumdan beri nerdeyse gurbette yaşıyorum. Hiçbir yerde kalıcı olmadım. Ailem gibi. En fazla kaldığım yer, zorunlu hizmet görevimi yapmak için gittiğim Kastamonu oldu. Orada da hep gittim gideceğim korkusuyla yaşadım. İçimdeki bu gurbetlik hali hiç bitmedi. Garip bir şeydi bu. İnsanın içini acıtan… Bir yerli olma duygusunu ise hiç yaşamadım. Doğrusu bu ya, bir yere yerleşik olmayı çok isterdim. Gezeyim dolaşayım ama yerim bellediğim yere yeniden döneyim. Bu olmadı. Her seferinde alıştığım kentler, derken yeniden başlayan yolculuk… Bir de buna kendi içimde yaptığım yolculuklar eklendi. Bu da diğerinden farklı değildi. Lakin insan içinde farklı dünyaları barındırıyor. Sürekli bir dünyadan ötekine gidip geliyor. Bu da başka bir gurbetlik hali işte. Bu nedenle her seferinde taşındık içimdeki benle bir başka yere. Her seferinde ayrılık, bekleme, kavuşma… Hâlden hâle geçtim nerdeyse. Bu gurbetlik hali sanırım hiç bitmeyecek. Bitmesin de. Çünkü her olumsuz gibi görünen şeyde olumluya evirilen bir şey var. Bu da bende şiir olup çıkıyor. Ya da bir çocuk öyküsüne, şiirine dönüşüyor.  

- “ Turnadağ’da bir fidan var” en çok etkilendiğim şiirlerinizdendir. “ evlilik süsü verilmiş odalarda / bir kaygıyla uzlaşmak / anahtarın kilitte dönmesinin kalpte bıraktığı ses kadardır” dizeleri toplumsal bir konuyu lirik bir söylemle ifade ediyor. Şiirde lirizmi vazgeçilmez buluyor musunuz?

- İnsan başından beri bir şiir yazıyor. Acısını, kederini, sevincini, aşkını… Ele geçen buluntular bunun böyle olduğunu bize gösteriyor. Ben de başından beri dünyanın, insanın hallerini dert edindim kendime. Evlilik kurumuna eleştirel gözle bakmayı denedim. Dört duvar arasında olup bitenler beni çok etkiledi. Sevgiliyken konuşan insanların evliyken içine düştükleri boşluk, konuşmadan zaman geçirilen evler… Büyüyen çocuk… Tüm bunları yazarken, lirizmi elden bırakmadım elbette. Bunun önemli olduğunu düşünüyorum. Öte yandan bilenler bilirler, klasik Çin, eski İzlanda, Osmanlı divan edebiyatı gibi bazı edebiyatlarda kullanılan dil, halkın günlük dilinden farklıdır. Batı edebiyatında da gündelik dilin kullanılması yenidir. İngiliz edebiyatında konuşma diliyle yazan ilk yazar Daniel Defoe’dur. Her şeye rağmen konuşma dilinin edebiyata girmesi, edebi dilin özel bir dil olmasını engellememiştir. Türk edebiyatında, şiirimizde bunun örneklerine sıklıkla rastlıyoruz.  

- “Sayıların Niyeti”ni sormak istiyorum. Şiirde birden dokuza geldikten sonra “ dokuz beklemektir / dokuzdan dokuzu çıkardım / kaldı sıfıra sıfır / sıfırla birlik kendime kaldım / ondur hayatının hikâyesi” diyorsunuz. Şiirin bütününde ironik bir söylem, sayılar meslekler, adresler, iç içe geçmiş insana ait halleri sanki aynı sahnede kelimelerle gösterime sunulmasını andırıyor. Şiir ve matematik arasında doğru bir orantı kurulmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?

- “ Russell, “İyi anlaşıldığında matematiğin yalnız doğruluğu değil, üstün bir güzelliği de içerdiği görülür. Yaratılışımızdaki zaafları okşamaktan, resim ve müziğin abartılı çekicilinden uzak, bir heykel kadar soğuk ve yalın, yalnızca büyük sanatta bulduğumuz yetkin, katıksız bir güzelliktir bu. Yüceliğin denek taşı olan gerçek ruhsal erinç ve doygunluğa, insandan daha fazla olma duygusunaysa, şiirde olduğu kadar matematikte de erişebilirsiniz” der. Galileo’nun, “ Evren matematik diliyle yazılmıştır; harfleri üçgenler, daireler ve diğer geometrik biçimlerdir. Bunlar olmadan tek sözcüğü bile anlaşılmaz; bunlarsız ancak karanlık bir labirentte dolanır” sözleri de zaman zaman matematik sevmeyen biri olarak kulaklarımda çınlar durur. Oysaki dersi farklı bir şekilde anlatan hocalarım olsaydı, şiirle aramda kurduğum güzel ilişki gibi matematik dünyası ile de aramda güzel bir bağ kurulabilirdi. Fakat bu mümkün olmadı. Bu dünyaya şiirle bakabildiğim gibi matematik gözüyle bu dünyaya bakamadım. Bunun için farklı bir ruh hali, tutum gerekiyordu. Ah keşke sevgili hocalarım dersi farklı bir şekilde anlatsalardı da, ben de matematiği sevebilseydim. Ama yapamazdılar. Çünkü onlar bu işi memur şair, memur fizikçi, memur matematikçi edasıyla yapıyordular. Yoksa ben de Matematiksel olarak,  matematikçi Gödel gibi sayıları, geometrik nesneleri beynimde uçuşturabilir, anlamlandırabilirdim. Şiir yazarken gözümün önünde canlanan şeyler dünyası bir matematik problemini çözerken gözümün önünde canlanabilirdi. Kötü bir kâşiftim olsa olsa matematik söz konusu olduğunda. Bu anlamda bakıldığında şiir ve matematiği yaratıcılık anlamında birbirine yakın buluyorum. Çünkü şiirde herkesin göremediğini görmek, gördüklerimi şiire dönüştürmek hoşuma gidiyor. Matematikte şiirden farklı değil.     



- Şiiri hayatın siyah- beyaz negatiflerinin kelimelerle tab edilmiş fotoğraf karelerine benzettiğim olmuştur. Son yayımladığınız kitabınız Ağır Tören’den bir önceki kitabınız Kar Merdiveni’ninde de insana ait görülmüş, yaşanmış ne varsa kelimelerle fotoğraflanmış, özellikle kadın sorunlarına ayna tutulmuş hissini veriyor. Burada aklıma Tarkovsky ve şiirsel figürlerle dolu “Ayna” filmi geliyor. Bu noktada “ Kar Merdiveni”nin şiir kitabı olmasının ötesinde çok daha farklı bir konsepti olduğunu söyleyebilir miyiz?

- Tam da burada aklıma Kastamonu’da öğrencilerimle iki yıl boyunca çıkarttığım “Toplu Fotoğraflar” dergisi geldi. Bu, “Kardan Harfler” adı ile çıkan kitabımda yer alan bir bölümdü. Daha sonra çıkardığımız dergiye ad oldu. Ben de her şiiri çekilmiş fotoğraf karesine benzetirim. Böyle düşündüğümden olsa gerek, kitabıma böyle bir bölüm yapmıştım. Neyse bu böyle. Gelelim asıl konuya. Gerek Kardan Harfler’adlı kitabımda, gerek Güle Gece Yorumları, Kar Merdiveni ve Yapı Kredi Yayınlarından çıkan son kitabım Ağır Tören’de de kadın sorununa eğildim. Bu sanırım son kitabım Ağır Tören ve bundan önceki kitabım Kar Merdiveni’nin de daha çok hissedilir oldu. Sanki bıçağın kemiğe dayandığı yerdi ve ben de yazdım. Sert şiirlerdi bunlar. Binlerce yıldır görmezden gelinen kadını görmezden gelemezdim. Onun acısı hepimizin acısıydı. Doğuda ezilen kadınla, batıda yaşayan kadın arasında büyük farklılık yoktu. Belki biri ötekinden daha fazla eziliyordu. Ama sonuçta eziliyordu. Şimdi de durum farklı değil. Okumuş olmak cahillik götürmüyor. Bu edebiyat dünyasında da böyle. Dergileri erkekler çıkartıyorlar. Yarışma jürileri erkeklerden oluşuyor. Bir lütufmuş gibi bir ya da iki kadın jüride yer alıyor. Seçilen, ödüle değer görülen eserler erkek egemen bakış açısıyla değerlendiriliyor. Örneğin geçen yıl Antalya’da düzenlenen Altın Portakal şiir ödülünde tek kadın jüri üyesi yoktu. Bakalım bu yıl jüride kadın yer alacak mı? Merakla bekliyorum. Öte yandan düzenlenen panellerde de erkek şairler sırayı kadınlara kaptırmıyorlar. Bu nasıl hakkaniyetse. Anlaşılır şey değil. Bir de bunu yapanlar kendilerini demokrat, eşitlikçi diye tanımlayan insanlar, şairler. Bilmezler ki ilk doktorlar, ilk sanatçılar, şairler kadınlar. Sürekli olarak kadın şairlere dosya yapanlar onlar. Kadınları toplayıp toplayıp kadın şairler buluşması adıyla etkinlikler düzenleyenler de. ( farklı amaçlarla yapılanları dışarıda tutarak) Durum böyle olunca erkek şairler adına bir dosya neden düzenlenmediği sorusu aklımızın bir kenarına takılıp kalıyor. Kimi kez de sevdiğim, dost bildiğim bir şair tarafından, şiirin kadınlarına erkek egemen bakış açısıyla şiir yazılabiliyor. Hüseyin Avni Cinozoğlu’nun “ Bacıyan-ı Rum Ya da Mihri Hatun’un Kardeşleri” adlı şiiri işte bu türden bir şiir. Mihri Hatun bildiğimiz gibi Amasyalı. Yazdıklarıyla dönemi içinde yazan şiir yazan kadınlardan ayrılmış. Günümüze kalmış, kendini kadın, insan olarak ifade edebilen biri. Öte yandan şiirimizde 90’lı yıllardan beri bir kırılmanın yaşandığı da gerçek. Kadınlar hiçbir dönemde olmadığı kadar rahat kalem oynattılar edebiyatın her alanında. Özellikle şiirde. Aşklarını, cinselliği kimi kez erotizme varan söylemle anlattılar. Kimi kez Mihri Hatun örneğinde olduğu gibi yalnız kalmak pahasına. Nitel ve nicel anlamda gelişme göze çarptı. Sanırım bu bazı şairlerin gözünü korkuttu. Bu kimi kez dile getirilmedi. Bazen de Cinozoğlu’nda olduğu gibi şiir yolu ile dile geldi bu endişe. Cinozoğlu erkek egemen bakış açısıyla yazdığı şiirle hemcinslerinin düşüncelerini şiiri yoluyla aktardı. Onun, “ ne localarda huzur kaldı / ne adab-ı muaşeret / geçti beylerin zamanı / biraz musavat hanımefendiler biraz adalet” demesi biraz da bundan kaynaklanıyor.  Bir de sanki güzel olanların şiir yazamayacağı, tesadüfen şair oldukları kanısına kapılıveriyor şu dizelerinde olduğu gibi: “ defilenin en güzeli kızımız gonca / sanki tesadüfen şair olmuş / manken olsaydı Keriman Halis’ten sonra / bir birincilik daha gelirdi Türkiye’ye / dünya güzellik yarışmasında” Şiir böyle uzayıp gidiyor. Sanki şiir uzasa şiir yazan kadınların sayısı da artacak. Şiiri okudukça, bir de şiir yazan şair kadının önünde hizaya giren kadınlar göze çarpıyor. Aslında kimsenin kimsenin önünde hizaya girdiği falan yok ama bu Cinozoğlu tarafından öyle algılanmış. Herkes şiirini yazıyor. Hem de iyi yazıyor. Yazmalı da. Şiire yeniden geri dönecek olursak… Sonuçta bu şiirle ilgili olarak bir iki kişi dışında kimse bir şey söylemedi. Ayrıca Cinozoğlunu’da kınamıyorum çünkü o da bu toplumun üyesi. Bu söylemlerle büyümüş, büyütülmüş. Sanırım kafa yapımızı değiştirmek gerekiyor.    

İşte belki de bu nedenle birazda ayna tutmak istedim kendimize. Bir sorunu işaret etmek, göstermek istedim. Sanırım bu bir başına yapılacak bir şey değil. Birlikte çözülebilecek bir sorun olarak görünüyor buradan bakıldığında.         

-  Betül Hanım söyleşi için teşekkür ediyorum.
-  Ben teşekkür ederim.    


Hiç yorum yok: