Fatih Yavuz Çiçek
Sordu, Betül Tarıman Yanıtladı
- Betül Hanım günümüzde Türk şiirinin bittiği, tıkandığı görüşleri var.
Fazıl Hüsnü Dağlarca bir söyleşisinde “İnsanın
bittiği yer olabilir ama şiirin bittiği yer olamaz” diyordu. Sadece şiir
yazmakla kalmayan, şiirin sorunlarının çözümlenmesine ilişkin yazılar kaleme
alan, çeşitli edebiyat ödüllerine kurucu ve jüri üyesi olarak katkıda bulunan
bir şair olarak bu konuda neler söylemek istersiniz?
- Bu bence komik bir söylem.
Evet, bazı kişiler, konu kıtlığı çektiklerinden midir nedendir Türk şiirinin
bitip tıkandığını söylüyorlar. Türk şiiri ne bitti ne de tıkandı. Çünkü
okuduğum örnekler bunun böyle olmadığını bana söylüyor. Geçmişte de buna benzer
ifadeler kullanılmış ama ne şiir bitmiş ne de tıkanmıştı. Özellikle ben genç
şiire baktığımda umutlanıyorum. Genç arkadaşlarımın güzel şiirler yazdığını
gördükçe seviniyor, bundan sonra neler yazacaklarını merak ediyorum. Son
yıllarda çıkan şiir yıllıklarını okuduğumda, yıllıkların son sayfalarından
okumaya başladığımı itiraf etmeliyim. O sayfalarda genç, diri bir şiir
dikkatimi çekiyor. Lakin şiir yazılıyor. İnsan var oldukça, şiirde var olmaya
devam edecektir. Hem zaten burada bu söyleşiyi yapıyor olmamız bile şiirin
bitmediğine kanıt değil midir?
- Şiiri özgün ve özgür kılan en etkin araçlardan, edebiyatın en sağlam
delillerinden birisi de kuşkusuz dil. Türkçenin yabancılaşmaya karşı kendini
koruyan bir yapısı olduğu, dışarıdan aldığı sözcükleri içine katarken
değiştirip, dönüştürdüğü söylenir. Dil ve edebiyatta kullanımı hakkında
düşüncelerinizi öğrenebilir miyiz?
- Düşünce ve duygularımızı etkili
bir biçimde anlattığımız bir anlatım biçimi edebiyat. Şiirde kendimizi ifade
ettiğimiz türlerden biri. Binlerce yıldan bu yana söyleniyor yazılıyor.
Söylendiği, yazıldığı her dilde anlam buluyor. Bu zengin dil, insana yeni
olanaklar sunuyor her seferinde. Böyle denilince akla Yunus Emre, Dadaloğlu,
Karacaoğlan ve Dağlarca gibi isimler geliyor. Onlar arı Türkçeden ödün
vermeyerek duygularını samimi bir şekilde ifade etmişler. Dışardan aldıkları
sözcükleri Türkçenin ses yapısına uydurmayı başarmış dili
zenginleştirmişlerdir.
- Mesleğiniz gereği ülkemizin değişik illerinde görev yaptınız. Bu
sebeple şiirlerinizde hayatın her rengini görmek mümkün. Elbette her ilin
kendine has özellikleri, kültürel birikimi var. Farklı yerlerde yaşamanın, o
havayı duyumsamanın şiirinize katkıları oldu mu?
- Çocukluğumdan bu yana geziyorum
desem yalan olmaz. İlk önceleri babamın mesleği buna vesile oldu. Daha sonra da
kendim Anadolu’nun çeşitli kentlerini gezdim. Gezip gördüğüm kentler beni
etkilediler. Farklı kültürler, coğrafya… Ama en çok Bingöl. Orası bizim çıkış
kapımızdı. İstanbul’da, dört duvarla çevrili evimizden sonra kendimizi sokağa çıkarmıştık.
Tek katlı prefabrik evler, alabildiğince geniş oyun alanları bizi büyülemişti.
Tam iki yıl boyunca oynayabildiğimizce oynadık Bingöl sokaklarında. Kürt
arkadaşlarımız oldu. Birlikte aynı sıralarda oturduk, oyun oynadık, yemek
yedik. Ardından benim öğretmenlik hayatım başladı. Babamın peşi sıra gittiğimiz
Erzurum, Bingöl, İzmir, İstanbul, Konya, Gaziemir, Keşan’a bu kez Trabzon,
Kastamonu ve Antalya gibi şehirler eklendiler. Elbette gezip gördüğüm kentler
bu kadarla sınırlı değil. Etkinlik ya da gezme amaçlı gittiğim yerlerde daha
sonra bunlara eklendiler. Sonuçta her gittiğim kent beni etkiledi, dönüştürdü.
Türkiye’nin doğusu ile batısı arasındaki uçurum başından beri beni dehşete
düşürdü. Bu uçurumun, farklı yaşamakların, kültürün elbette ki şiirime
katkıları oldu. Zenginleştim. Zenginlik şiirime sindi. Şimdi bu birikimden
edindiklerim şiir olup çıkıyor.
- Mavi Han başlıklı şiirinizde “ ben
bahçe isterim çokları nar / içimden şehirler geçer ve içimde alevden sayfalar” diyorsunuz. Burada bir iç gurbet var gibi
ve gurbet kavramı deyince akla ayrılık, bekleme, kavuşma halleri geliyor. “bir şehirden öbürüne” insanın gurbeti
sizce nerede biter?
- Çocukluğumdan beri nerdeyse
gurbette yaşıyorum. Hiçbir yerde kalıcı olmadım. Ailem gibi. En fazla kaldığım
yer, zorunlu hizmet görevimi yapmak için gittiğim Kastamonu oldu. Orada da hep
gittim gideceğim korkusuyla yaşadım. İçimdeki bu gurbetlik hali hiç bitmedi.
Garip bir şeydi bu. İnsanın içini acıtan… Bir yerli olma duygusunu ise hiç
yaşamadım. Doğrusu bu ya, bir yere yerleşik olmayı çok isterdim. Gezeyim
dolaşayım ama yerim bellediğim yere yeniden döneyim. Bu olmadı. Her seferinde
alıştığım kentler, derken yeniden başlayan yolculuk… Bir de buna kendi içimde
yaptığım yolculuklar eklendi. Bu da diğerinden farklı değildi. Lakin insan
içinde farklı dünyaları barındırıyor. Sürekli bir dünyadan ötekine gidip
geliyor. Bu da başka bir gurbetlik hali işte. Bu nedenle her seferinde taşındık
içimdeki benle bir başka yere. Her seferinde ayrılık, bekleme, kavuşma… Hâlden
hâle geçtim nerdeyse. Bu gurbetlik hali sanırım hiç bitmeyecek. Bitmesin de.
Çünkü her olumsuz gibi görünen şeyde olumluya evirilen bir şey var. Bu da bende
şiir olup çıkıyor. Ya da bir çocuk öyküsüne, şiirine dönüşüyor.
- “ Turnadağ’da bir fidan var” en çok etkilendiğim şiirlerinizdendir. “ evlilik süsü verilmiş odalarda / bir
kaygıyla uzlaşmak / anahtarın kilitte dönmesinin kalpte bıraktığı ses kadardır”
dizeleri toplumsal bir konuyu lirik bir söylemle ifade ediyor. Şiirde lirizmi
vazgeçilmez buluyor musunuz?
- İnsan başından beri bir şiir
yazıyor. Acısını, kederini, sevincini, aşkını… Ele geçen buluntular bunun böyle
olduğunu bize gösteriyor. Ben de başından beri dünyanın, insanın hallerini dert
edindim kendime. Evlilik kurumuna eleştirel gözle bakmayı denedim. Dört duvar
arasında olup bitenler beni çok etkiledi. Sevgiliyken konuşan insanların
evliyken içine düştükleri boşluk, konuşmadan zaman geçirilen evler… Büyüyen
çocuk… Tüm bunları yazarken, lirizmi elden bırakmadım elbette. Bunun önemli
olduğunu düşünüyorum. Öte yandan bilenler bilirler, klasik Çin, eski İzlanda,
Osmanlı divan edebiyatı gibi bazı edebiyatlarda kullanılan dil, halkın günlük
dilinden farklıdır. Batı edebiyatında da gündelik dilin kullanılması yenidir.
İngiliz edebiyatında konuşma diliyle yazan ilk yazar Daniel Defoe’dur. Her şeye
rağmen konuşma dilinin edebiyata girmesi, edebi dilin özel bir dil olmasını
engellememiştir. Türk edebiyatında, şiirimizde bunun örneklerine sıklıkla
rastlıyoruz.
- “Sayıların Niyeti”ni sormak istiyorum. Şiirde birden dokuza geldikten
sonra “ dokuz beklemektir / dokuzdan
dokuzu çıkardım / kaldı sıfıra sıfır / sıfırla birlik kendime kaldım / ondur hayatının hikâyesi” diyorsunuz.
Şiirin bütününde ironik bir söylem, sayılar meslekler, adresler, iç içe geçmiş
insana ait halleri sanki aynı sahnede kelimelerle gösterime sunulmasını
andırıyor. Şiir ve matematik arasında doğru bir orantı kurulmasını nasıl
değerlendiriyorsunuz?
- “ Russell, “İyi anlaşıldığında
matematiğin yalnız doğruluğu değil, üstün bir güzelliği de içerdiği görülür.
Yaratılışımızdaki zaafları okşamaktan, resim ve müziğin abartılı çekicilinden
uzak, bir heykel kadar soğuk ve yalın, yalnızca büyük sanatta bulduğumuz
yetkin, katıksız bir güzelliktir bu. Yüceliğin denek taşı olan gerçek ruhsal
erinç ve doygunluğa, insandan daha fazla olma duygusunaysa, şiirde olduğu kadar
matematikte de erişebilirsiniz” der. Galileo’nun, “ Evren matematik diliyle
yazılmıştır; harfleri üçgenler, daireler ve diğer geometrik biçimlerdir. Bunlar
olmadan tek sözcüğü bile anlaşılmaz; bunlarsız ancak karanlık bir labirentte
dolanır” sözleri de zaman zaman matematik sevmeyen biri olarak kulaklarımda
çınlar durur. Oysaki dersi farklı bir şekilde anlatan hocalarım olsaydı, şiirle
aramda kurduğum güzel ilişki gibi matematik dünyası ile de aramda güzel bir bağ
kurulabilirdi. Fakat bu mümkün olmadı. Bu dünyaya şiirle bakabildiğim gibi
matematik gözüyle bu dünyaya bakamadım. Bunun için farklı bir ruh hali, tutum
gerekiyordu. Ah keşke sevgili hocalarım dersi farklı bir şekilde anlatsalardı
da, ben de matematiği sevebilseydim. Ama yapamazdılar. Çünkü onlar bu işi memur
şair, memur fizikçi, memur matematikçi edasıyla yapıyordular. Yoksa ben de
Matematiksel olarak, matematikçi Gödel
gibi sayıları, geometrik nesneleri beynimde uçuşturabilir,
anlamlandırabilirdim. Şiir yazarken gözümün önünde canlanan şeyler dünyası bir
matematik problemini çözerken gözümün önünde canlanabilirdi. Kötü bir kâşiftim
olsa olsa matematik söz konusu olduğunda. Bu anlamda bakıldığında şiir ve
matematiği yaratıcılık anlamında birbirine yakın buluyorum. Çünkü şiirde
herkesin göremediğini görmek, gördüklerimi şiire dönüştürmek hoşuma gidiyor.
Matematikte şiirden farklı değil.
- Şiiri hayatın siyah- beyaz negatiflerinin kelimelerle tab edilmiş
fotoğraf karelerine benzettiğim olmuştur. Son yayımladığınız kitabınız Ağır
Tören’den bir önceki kitabınız Kar Merdiveni’ninde de insana ait görülmüş,
yaşanmış ne varsa kelimelerle fotoğraflanmış, özellikle kadın sorunlarına ayna
tutulmuş hissini veriyor. Burada aklıma Tarkovsky ve şiirsel figürlerle dolu
“Ayna” filmi geliyor. Bu noktada “ Kar Merdiveni”nin şiir kitabı olmasının
ötesinde çok daha farklı bir konsepti olduğunu söyleyebilir miyiz?
- Tam da burada aklıma
Kastamonu’da öğrencilerimle iki yıl boyunca çıkarttığım “Toplu Fotoğraflar”
dergisi geldi. Bu, “Kardan Harfler” adı ile çıkan kitabımda yer alan bir
bölümdü. Daha sonra çıkardığımız dergiye ad oldu. Ben de her şiiri çekilmiş
fotoğraf karesine benzetirim. Böyle düşündüğümden olsa gerek, kitabıma böyle
bir bölüm yapmıştım. Neyse bu böyle. Gelelim asıl konuya. Gerek Kardan
Harfler’adlı kitabımda, gerek Güle Gece Yorumları, Kar Merdiveni ve Yapı Kredi
Yayınlarından çıkan son kitabım Ağır Tören’de de kadın sorununa eğildim. Bu
sanırım son kitabım Ağır Tören ve bundan önceki kitabım Kar Merdiveni’nin de
daha çok hissedilir oldu. Sanki bıçağın kemiğe dayandığı yerdi ve ben de
yazdım. Sert şiirlerdi bunlar. Binlerce yıldır görmezden gelinen kadını
görmezden gelemezdim. Onun acısı hepimizin acısıydı. Doğuda ezilen kadınla,
batıda yaşayan kadın arasında büyük farklılık yoktu. Belki biri ötekinden daha
fazla eziliyordu. Ama sonuçta eziliyordu. Şimdi de durum farklı değil. Okumuş
olmak cahillik götürmüyor. Bu edebiyat dünyasında da böyle. Dergileri erkekler
çıkartıyorlar. Yarışma jürileri erkeklerden oluşuyor. Bir lütufmuş gibi bir ya
da iki kadın jüride yer alıyor. Seçilen, ödüle değer görülen eserler erkek
egemen bakış açısıyla değerlendiriliyor. Örneğin geçen yıl Antalya’da
düzenlenen Altın Portakal şiir ödülünde tek kadın jüri üyesi yoktu. Bakalım bu
yıl jüride kadın yer alacak mı? Merakla bekliyorum. Öte yandan düzenlenen
panellerde de erkek şairler sırayı kadınlara kaptırmıyorlar. Bu nasıl
hakkaniyetse. Anlaşılır şey değil. Bir de bunu yapanlar kendilerini demokrat,
eşitlikçi diye tanımlayan insanlar, şairler. Bilmezler ki ilk doktorlar, ilk
sanatçılar, şairler kadınlar. Sürekli olarak kadın şairlere dosya yapanlar
onlar. Kadınları toplayıp toplayıp kadın şairler buluşması adıyla etkinlikler düzenleyenler
de. ( farklı amaçlarla yapılanları dışarıda tutarak) Durum böyle olunca erkek
şairler adına bir dosya neden düzenlenmediği sorusu aklımızın bir kenarına
takılıp kalıyor. Kimi kez de sevdiğim, dost bildiğim bir şair tarafından,
şiirin kadınlarına erkek egemen bakış açısıyla şiir yazılabiliyor. Hüseyin Avni
Cinozoğlu’nun “ Bacıyan-ı Rum Ya da Mihri Hatun’un Kardeşleri” adlı şiiri işte
bu türden bir şiir. Mihri Hatun bildiğimiz gibi Amasyalı. Yazdıklarıyla dönemi
içinde yazan şiir yazan kadınlardan ayrılmış. Günümüze kalmış, kendini kadın,
insan olarak ifade edebilen biri. Öte yandan şiirimizde 90’lı yıllardan beri
bir kırılmanın yaşandığı da gerçek. Kadınlar hiçbir dönemde olmadığı kadar
rahat kalem oynattılar edebiyatın her alanında. Özellikle şiirde. Aşklarını,
cinselliği kimi kez erotizme varan söylemle anlattılar. Kimi kez Mihri Hatun
örneğinde olduğu gibi yalnız kalmak pahasına. Nitel ve nicel anlamda gelişme
göze çarptı. Sanırım bu bazı şairlerin gözünü korkuttu. Bu kimi kez dile
getirilmedi. Bazen de Cinozoğlu’nda olduğu gibi şiir yolu ile dile geldi bu
endişe. Cinozoğlu erkek egemen bakış açısıyla yazdığı şiirle hemcinslerinin
düşüncelerini şiiri yoluyla aktardı. Onun, “ ne localarda huzur kaldı / ne adab-ı muaşeret / geçti beylerin zamanı /
biraz musavat hanımefendiler biraz adalet” demesi biraz da bundan
kaynaklanıyor. Bir de sanki güzel
olanların şiir yazamayacağı, tesadüfen şair oldukları kanısına kapılıveriyor şu
dizelerinde olduğu gibi: “ defilenin en
güzeli kızımız gonca / sanki tesadüfen şair olmuş / manken olsaydı Keriman
Halis’ten sonra / bir birincilik daha
gelirdi Türkiye’ye / dünya güzellik yarışmasında” Şiir böyle uzayıp
gidiyor. Sanki şiir uzasa şiir yazan kadınların sayısı da artacak. Şiiri
okudukça, bir de şiir yazan şair kadının önünde hizaya giren kadınlar göze
çarpıyor. Aslında kimsenin kimsenin önünde hizaya girdiği falan yok ama bu
Cinozoğlu tarafından öyle algılanmış. Herkes şiirini yazıyor. Hem de iyi
yazıyor. Yazmalı da. Şiire yeniden geri dönecek olursak… Sonuçta bu şiirle
ilgili olarak bir iki kişi dışında kimse bir şey söylemedi. Ayrıca
Cinozoğlunu’da kınamıyorum çünkü o da bu toplumun üyesi. Bu söylemlerle
büyümüş, büyütülmüş. Sanırım kafa yapımızı değiştirmek gerekiyor.
İşte belki de bu nedenle birazda
ayna tutmak istedim kendimize. Bir sorunu işaret etmek, göstermek istedim.
Sanırım bu bir başına yapılacak bir şey değil. Birlikte çözülebilecek bir sorun
olarak görünüyor buradan bakıldığında.
- Betül Hanım
söyleşi için teşekkür ediyorum.
- Ben teşekkür ederim.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder