"Onu ilk gördüğümde elindeki çakısıyla
kavak ağaçlarının kabuklarını yontuyor, eski evlerine birkaç oda daha eklemek
için çatıyı onarmaya çalışan babasına yardım ediyordu. Yaşı yaşıma denk
sayılırdı ama boyunun benden uzun olduğu belliydi. Boylu posluydu. Gürbüz, güçlü
kuvvetli ve kendinden emin görünüyordu.
Uzaktan seyrettim bir süre. Hemen yaklaşmadım yanına. Kabuğunu soymayı
bitirdiği kavağı önce bir ucundan, sonra diğer ucundan kaldırıyor, sonra yığılmış ağaçların arka tarafına kabuğundan ayırdığı kavağı yuvarlıyordu tek başına. Onu izlediğimi
anlamıştı aslında. Umursamaz davranıyordu. Soymayı yeni bitirdiği bir kavağı
arka tarafa yuvarlamak için hazırlanırken gidip ağacın diğer ucundan ben de tuttum.
Sesini çıkarmadı. Bakışıyla yardımıma onay verdi. Ağacı, soyulan kavakların
arasına birlikte yuvarladık. Başka bir
kavağa yöneldiğinde “Çakırların torunu musun?” sorusuyla sessizliğini bozdu.
“Evet,” dedim. “Artık her yaz geleceğim. Benim adım Mehmet” diyerek elimi
uzattım. “Ben de Aslan” dedi gözleri ışıldayarak. El sıkıştık. Kavakları
soyarken ben ona yaşadığım şehri anlattım, okulumu, denizi. O bana ağaçları,
kuşları, yaban çiçeklerini, yer altı mağaralarını.
İş bitmeye yakın, sert bir kabuğun
arasına sıkışan çakıyı çıkarmak isterken çizilen parmağından akan kanı silmek
istedi. Engelledim. “Kan kardeş olalım mı Aslan?” dedim. Başını salladı.
Çakısıyla parmağımın ucunu hafifçe çizdi. Eliyle bastırıp kanın dışarı
çıkmasını sağladı. Kanlı parmaklarımızı birbirine bastırdık. Tanışıklığımız böyle başlamıştı. O gün; Aslan’la
hem arkadaş, hem kan kardeş olmuştuk."
fy