Şiir, Edebiyat, Kültür, Sanat

30 Eylül 2014 Salı

Zamanın dışında



"Hem bazı aşkların olgunlaşmaya gereksinimi yoktur, zamanın dışındadırlar ya da kendi ölçülerine uygun bir zaman dilimi içinde gerçekleşirler, yani bize kısa gibi gelirlerken, aslında sonsuzluğa uzanırlar."

Paolo Maurensıg/Yaralı Venüs, syf. 116

Bengi

Sütbeyaz,  tül kırmızı bir Hüma kuşu uçur tanrı katına 
ve kanatlarında semazen ol; insan, aşkla yaratılan.

Bir devir, 
bir çember, 
yüz seksen derecelik iki parça yaydan çık gel, demiştin
'gel, ne olursan ol yine gel'

Geliyorum

Karşımda billur kâse
Cem gibi yürüyorum işte, ney gibi çağırdığın o bengisuya. 

fy

28 Eylül 2014 Pazar

KENDİME RAĞMEN: BİR AŞK ŞİİRİ


Yalnızca sana dokunmuş olmak için
Belki yeniden ulaşırım diye o düşsel tene
Yıllardır
Gözlerinde yeşeren karanfili düşündüm

Bilmiyorum, araştırmadım..

Senden kalan sözcükler nerede
Ve insan kendine ait olan teri
Başkalarına atarak
Rahatlayabilir mi?..
Davul çatlamışken,
Kandil sönmüşken hele

Seni içimde sakladım
Sesini uykularıma ektim
Kendime rağmen yaptım bunu
Yalnızca sana dokunmuş olmak için

Buradayım

Buhurdanım

Sanki senden başka dünya varmış gibi.

Metin Güven/Kedi Uykuları syf. 25

26 Eylül 2014 Cuma

Deniz Kabuğu



Okyanusun derin diplerinde, mavi mercanların kıyısında, kendi dünyasının içinde saklayıp büyüttüğü inci tanesiyle birlikte mutludur. Pollyanna gibi yaşar durur küçük deniz kabuğu.

Yumuşak bir sedefle içine ördüğü paha biçilmez güzelliğin, birgün keşfedilip çıkarılmasını ister. Billur sulardan gün yüzüne küçük deniz kabuğu.

Güneşe kavuşup, ışıkla sevişmek, hoyratça yaşanmış ve tükenmiş, incinip yitirilmiş umutlara sabırla dokunmayı öğretir. Sevgi elle tutulur. Elle tutulmayı bekliyor belki de küçük deniz kabuğu.

fy

25 Eylül 2014 Perşembe

Gölge ve Meridyen


"İnsan gözü ile fotoğraf makinesinin objektifi arasındaki benzerlik, bu mesleğin ana ilkelerini bilen biri için gayet açıktır. Ancak karanlık odada çalışıldığında söz konusu olan bu benzerlik, tabiri caizse, genişlemeye başlar; gözlerimin önünde meydana gelen olay, içimizde, beynimizde gerçekleşen sürecin aynısıdır. Her ne kadar bu işlemi yıllardır yapıyor olsam da, görüntülerin kâğıt üzerinde belirdiğini her görüşümde ürpermeden edemiyorum; sanki boğulmuş birinin bedeninin suyun dibinden bana doğru yükseldiğini görüyorum."

Paola Maurensıg/Gölge ve Meridyen syf.13

Adnan Özer Şiirine İnşa Edilen Dil ve Kültür Köprüsü


“adımlarım
bir yere götürmüyor artık beni
küçük bir çıngırağım
çalıyorum kendi kendimi”

Şiirde hakikati arayan şairlerin hayatı; içinde yaşadığı dünyayı gönül bilgisiyle kavramak, yorumlamak, bulduğu hakikati yeniden ve güzellikle anlamlandırmakla geçer. Hakikatle güzellik arasında estetik bir ilişki vardır ve şair; bu süreçte kendi varlığıyla çevresindeki varlıkları, nesneleri tanır, ayırır, sınıflandırır, simgelerle, metaforlarla hakikati tanımlarken, aynı zamanda canlı cansız varlıklar arasındaki ilişkileri birbirine bağlayan soyut ve somut, öznel ve nesnel yeni köprüler inşa eder.

“Yeni bir şiir için yeni dil gerekiyor” diyen Adnan Özer; şiirlerinde inşa ettiği bu köprülerden birincisini yerleşik dil, ikincisini yurt sevgisiyle bütünleşen kültürel kimlik bilinciyle oluşturuyor.

“Yurdum, yonca kirpikli efendim, Türkiye!
Doğmuşum yeşil ellerine,
Anamın sehere terli bir gül gibi
erdiği gece”

Yerleşik dil ve kültürel kimlik bilinci diyoruz. Çünkü “dil, varlığın evidir, insanın dünyaya baktığı penceredir. Aşklar, sevgiler, kinler ve nefretler dile mayalanır, dilin hamurunda pişer ve günlük hayatımızın her alanına kültür olarak servis edilir. Dil bir anlaşma vasıtası olmaktan öte, iç dünyamızın dış dünyaya açıldığı bir kapıdır. Bu kapı yeterince açık, temiz, duru, sade olmadığı sürece kendimizi ifade etmemiz zorlaşır.”(1)

“Gidiyorum işte gör
Hayalde gör, düşte gör”

Bir ulusun geçmişten günümüze taşınan edebî eserlerine baktığımızda, o ulusun kendine has kültürel yaşamına ışık tutan verilerle karşılaşırız. Ulusların kültürel yaşam tarzı; o ulusun dili, inançları, kültürel kimliklerine bağlılıkları, bulundukları coğrafyayı tarih boyunca yurt edinmeleri, orayı benimsemeleriyle süreklilik kazanmıştır. Bozkurt Güvenç’in tanımıyla “İnsanoğlunun yaşam ve evreni semboller aracılığı ile anlamlandırma yeteneğinin bir sonucu olarak, toplum içinde insanlara aktarılan ve onlar tarafından içselleştirilen, dil bilgi, inanç, sanat, töre, hukuk, gelenek ve adalet gibi öğelerin (değerlerin) bütünü olan kültür”(2) ün bir anlamı da işlemektir. Yeryüzünde akla gelebilecek her şeyi, dili, güzel sanatları, notayı, edebiyatı, mimariyi ve insanı işlemektir.

“Yurdum, kehribar tespihli ustam, Türkiye!
Bülbüllerin düğünevinde
Hak toplayan abdallar gibi yaşıyorum.”

Temeli insan sevgisine dayanan, evrensel değerleri, gelenek ve modernizmi harmanlayarak rengârenk kanaviçeler gibi işleyen, özü itibariyle ağıtları çağrıştıran bir şiiri var Adnan Özer’in. Hatta otantik, grotesk şiirler yazıyor, “memleket şairi”dir tanımlamasına, bazı dizelerindeki biçeme bakarak “modern âşık” tanımlaması bile eklenebilir. Çünkü âşık edebiyatı folklorik öğelerin estetik, aynı zamanda da ontolojik bir sentezidir. Âşık, soyut ve ulaşılmaz sevgili tipiyle mistiğe bağlanırken(3) “şiir uzak sevgisidir” diyen Özer’in de tıpkı âşıklar gibi uzak sevgiliye bağlandığı, ona ulaşma yolunda çile çektiği görülür.

“ölülerin ak ayaklarında açar zambaklar
(zambaklar) yer kurtlarının tezgâhında dokunur
Senin –kötüler kötüsü- yüreğin bunları bilmez.”

Adnan Özer’e göre şiir konuşulduğu halkın diliyle yazılıp, söylenmelidir. Âşıklarda tıpkı Adnan Özer gibi tabiatı, insanı, sevgiyi, sevgiliyi, şahit olduğu olayları yerleşik konuşma dilinin rahatlığı içinde özgün imgelerle anlamlandırmışlardır.(4)

“seni seviyorum
bağda çiçeklenen salkım
dalda allanan meyva
öttükçe kendini tüketen kabakçı kuşu
öğütler bunu bana”

Bu üslup; kimilerince anlatımcı bir üslup olarak görülebilir, yer yer eleştirilebilir belki. Fakat şiirin biricikliği, nevi şahsına münhasırlığı, tekrarlanamaz oluşu, eleştiriyle birlikte düşünüldüğünde, yazılan şiir metinlerini yaşayan bir organizmaya dönüştürerek, şairi geleceğe taşır, şiirlerin ömrünü uzatır. Adnan Özer’in şiirlerinde kurduğu köprülerden geçen her okur, muhtemelen okuduğu şiir metinlerini bu bağlamda değerlendirecek, dönüştürecek, anlamlandıracak ve kendi nevi şahsına münhasır şiir algısında yeniden yapılandıracaktır.

Okunmak ve “nevi şahsına münhasır” diye anılmak. Zaten şairlerin isteği de bu değil midir?

“Bizim oralardan aldım ben bu renkleri;
Adnan Özer derler ‘nevi şahsına münhasır’,
Yurtsuzluktan hayta, özlemden ahmak,
Gözleri hâlâ o kalaylı bakırdadır.”

fy

Kaynaklar
1-Şükrü Ünalan ,  Dil ve Kültür, Gazi Üniversitesi Basımevi  2002, Ankara, syf.1
2-Bozkurt Güvenç, Kültür Konusu ve Sorunlarımız, Remzi Kitabevi, İstanbul, syf. 6
3-Prof.Dr.Erman Artun, Ozandan Âşığa Halk Şiiri Geleneğinin Kültür Kaynakları
4-Prof.Dr.Erman Artun, A.g.e
5-Adnan Özer, Seçme Şiirler, Özgür Yayınları, 2012, İstanbul

24 Eylül 2014 Çarşamba

İki ana bir kuzu


"İki ana bir kuzu"nun; Anadolu'da, kerpiç evlerin yapımında kullanılan bir mimari tarz olduğunu bilmiyorsan, ömründe bir kere de olsa kerpiçten yapılmış evlerin kışları sıcak, yazları serin olan havasını soluyarak uyumamışsan, "şimdi bu nedir? şiir mi?" diyen minik eleştirine katılamıyorum ey sevgili okurum.

Sabah sabah gülümsettin beni... Bugün ilk teşekkürüm sana. Çünkü iyidir gülümsemek ve gülümsetmeyi başarmak.

fy


23 Eylül 2014 Salı

Değişmeyen


“Bilirsin, kolayca huysuzlaşır evler, bomboş kalırlarsa”

                                                     Yorgo Seferis

ıssızlığı giyindiğimiz odalarda
birer ikişer dökülüyor
yüzümüzdeki sır oyalı çiniler

sanırım
ve giderek daha çok
unutulmuş sınır taşlarına benzedi yaşamak

hani diyorum, 
hani nerede gün akıttığımız sofadaki güneşim
şimdi kimler hangi makamda söylüyor 
                          abdalların yetim türküsünü
(duyan, bilen yok)
çünkü her şey bir yörük düğünü gibi yaşanıp bitmiştir
ve hayatla sevişmeyi unutmuştur pıhtılaşan kan

evet diyorum, evet, güzel olan ne varsa
güz düşümüyle birlikte ağır ağır çekilip gitti ömürden

hele karlı gecelerin büyüsü
cepleri misket dolu çocukluk
iki ana bir kuzuda
dört mevsim cıvıldayan o neş’eli serçecik

âh! evleri sessizlik vurunca
insan nasıl da özlüyor uçup gitmiş kuşlarını

fy 

22 Eylül 2014 Pazartesi

Yeni bir haftaya başlarken


Geçen haftanın son günü öğleden sonrasını şehir merkezine 30 Km.lik mesafede bulunan köyümüzde geçirdim. Otların fısıltısını dinledim. Kendi ellerimle büyüttüğüm ağaçlara dokundum. Yapraklarını okşadım cevizlerin. Gövdesinden öptüm elmayı. Hafifçe uğuldayan rüzgârın mırıldandığı şarkıyla birlikte yürüdüm. Edgar Morin, "Aşk, Şiir, Bilgelik" isimli kitabında  "Şiirin amacı, bizi şiir hâline sokmasıdır." der. O sessizlikte, sessizliğin şiir hâline nasıl dönüştüğünü yaşadım. Leonard Cohen'in "Armağan" isimli şiirini zihnimde kaldığı kadarıyla okudum gözlerimle. 

Bana diyorsun ki sessizlik
Huzura daha yakınmış şiirlerden
Ama armağan diye sana
Tutup sessizlik getirsem
(çünkü bilirim sessizliği)
derdin ki 
sessizlik değil
bu gene şiir
ve bana geri verirdin.

Dinek dağın eteklerindeki en uzak köy çeşmesinden içme suyu doldurdum birkaç damacana. Küçük bir çocukken teknesine düştüğüm bu çeşmede balık gibi çırpınışımı anımsayıp, gülümsedim. Kuraklığın etkilediği küçük bahçemizde bulunan üzüm asmalarını bozmadım. Biri haricinde diğerlerinin üzüm salkımlarına dokunmadım. Doğadaki kuşlara, arılara, böceklere bıraktım beslenmeleri için. Bahçenin yoksul görünümü ihtiraslarına teslim olan kalplerin gerçekliğini böyle böyle yitirmeye başladığını düşündürttü bana.

Yazmaya başladığım en son öykünün finalini tasarladım dolaşırken. Şiirde olduğu gibi öykülerde de finali önemsiyorum. Günümüzde yazılan öykülerin bence en önemli eksiklerinden birisi de zayıf finalleri. Ben bir okur olarak, öncelikle okuru ters köşeye yatıran metinleri okumaktan daha fazla keyif alıyorum. Her metin okuru ters köşeye yatıracak diye bir kural yok elbette. Fakat sürprizi kim sevmez ki? Günlük hayatta bile size yapılan küçük bir sürpriz, ruhunuzun sıkı sıkıya kapatılmış pencerelerini açıp içinizi güneşlendirmeyi, birikmiş küf kokusunun havasını yaşama sevinciyle değiştirmeyi başarır.

Yazdığım en son öykünün başlığı "Aslan" olacak. Ve bu gidişle belki de şiirlerden önce öyküler kitaplaşacak.

Hayırlısı diyelim...  

fy




21 Eylül 2014 Pazar

Uçuk/Kaçık


"Benim düşlerim şapkasından güvercin yerine ateş böceği çıkaran sihirbazın gösterisine benzerdi. Uçuktu."

fy

20 Eylül 2014 Cumartesi

Çağın bilinci olmak


"Ve ozan için, çağının kötü bilinci olmak yeter."

Saint-John Perse

Sır Labirentinde Düş Görme Seansları-II


Sular kuru bir dere yatağına can vermekle meşguldü, kum saati değişimle

Hayatın erime noktasında nefesini tuttum rüzgârın. Mevsim eylem zamanı.

Güneşe inat dolu yağdır. Es, gürle. Ay’ın ondördünü yüreğinde biriktir. Geceyi alkışla, belleği yücelt.

Ruhumun omuzladığı üç sabır taşını dikiyorum göğsümün burçlarına. İnanç, güven, sadakat. Bunu gör, bunu bil.

Bak, günler korsan meleklere yakalanmış. Töz’ün yüzü kıpkırmızı. Us mahcup ve kırılgan.

Yaz! Soldan sağa: Gelincik Ormanı
Yukarıdan aşağı: Batı Yakası, beklemede.

Birkaç yıl sonra… Ölüm yaşamı öpünce:

Dilimin ucunda bir doğu türküsü, kozalaklar tutuşur cehennem kayalıklarında. Cam kanatlı devin ayaklarında prangalı duruşma. Kıvılcımlar koşar adım infilak. Süngüsü düşmüş kalelerin üstünde canhıraş feryatlar. Durma okyanusa koş. Denizlere, göllere sor verdiğim tanık ifadelerini.

Gözlerimin yeşili kimin umurunda? Avuçlarım alev alev köz. Dumanı tüten bu kızıl nar benim. Etim, kemiğim. Nefes zenginliğim kömür karası.

Ey sağırlığın ortasında giyindiğim zulmet. Yıllardır ses vermeyi bekleyen notalar. Varlıkla hiçlik arası bir yolculuktan geliyorum. Dirimim koyu sisler içinde. Kendimi, evrenimi, nereye ait olduğumu bulmaya çabalıyorum. Bana gerçeğin vefalı aynasını gösterin ey dağlar taşlar.

Canım, ciğerim kül. Bu mühürlü resim; kırk yıllık yangın, bu suç asıl kimin?

Artakalan yoksulluğum.

Ve kum saati tükenirken kelebekler.

Üç günlük gözlerinde yaş, kanatlarında is.

Onlar; oyuncağı kırılmış çocuklar gibi, mahzun…

fy


19 Eylül 2014 Cuma

Ağu

Annem;
İnsan insanın ağusunu alır
Derdi
Ve eklerdi
Sıcak yumuşak sesiyle
-Hayat dediğin nedir ki?
Kimi zaman görkemli bir şölen
Kimi zaman yırtık, rüzgârsız bir yelken

"her neyse işte..."

Annem; kayalarda, dağlardı yaşardı
Ölümü tanırdı.

Metin Güven
Kedi Uykuları, syf.40

18 Eylül 2014 Perşembe

Aslan


"Onu ilk gördüğümde elindeki çakısıyla kavak ağaçlarının kabuklarını yontuyor, eski evlerine birkaç oda daha eklemek için çatıyı onarmaya çalışan babasına yardım ediyordu. Yaşı yaşıma denk sayılırdı ama boyunun benden uzun olduğu belliydi. Boylu posluydu. Gürbüz, güçlü kuvvetli ve kendinden emin görünüyordu.  Uzaktan seyrettim bir süre. Hemen yaklaşmadım yanına. Kabuğunu soymayı bitirdiği kavağı önce bir ucundan, sonra diğer ucundan kaldırıyor, sonra yığılmış ağaçların arka tarafına kabuğundan ayırdığı kavağı yuvarlıyordu tek başına. Onu izlediğimi anlamıştı aslında. Umursamaz davranıyordu. Soymayı yeni bitirdiği bir kavağı arka tarafa yuvarlamak için hazırlanırken gidip ağacın diğer ucundan ben de tuttum. Sesini çıkarmadı. Bakışıyla yardımıma onay verdi. Ağacı, soyulan kavakların arasına birlikte yuvarladık.  Başka bir kavağa yöneldiğinde “Çakırların torunu musun?” sorusuyla sessizliğini bozdu. “Evet,” dedim. “Artık her yaz geleceğim. Benim adım Mehmet” diyerek elimi uzattım. “Ben de Aslan” dedi gözleri ışıldayarak. El sıkıştık. Kavakları soyarken ben ona yaşadığım şehri anlattım, okulumu, denizi. O bana ağaçları, kuşları, yaban çiçeklerini, yer altı mağaralarını.

İş bitmeye yakın, sert bir kabuğun arasına sıkışan çakıyı çıkarmak isterken çizilen parmağından akan kanı silmek istedi. Engelledim. “Kan kardeş olalım mı Aslan?” dedim. Başını salladı. Çakısıyla parmağımın ucunu hafifçe çizdi. Eliyle bastırıp kanın dışarı çıkmasını sağladı. Kanlı parmaklarımızı birbirine bastırdık.  Tanışıklığımız böyle başlamıştı. O gün; Aslan’la hem arkadaş, hem kan kardeş olmuştuk."

fy

17 Eylül 2014 Çarşamba

Sır Labirentinde Düş Görme Seansları-I


Yaşam sessizce sonsuzluğu arıyordu, sonsuzluk yaşamın paydası nefesleri.

Ortası dirimin rüzgârıyla çizilmiş ve ikiye bölünmüş bir aynanın önündeyim. Orada, içine kimselerin girmesine kolayca geçit vermeyen düşlerin sır labirentinde ışıldayan soyut bir kapı bana doğru açılıyor.

Zaman tarifsiz, mekân belirsiz… Tenimden soyduğum özümle bilinmezliğe kuş gibi süzülüyorum.

Varlığım koyu hüzünlerin koridorunda tekil. Gözün közü görmediği siyahlıkta biraz sonra etraf ağır ağır grileşip gölgelenmeye başlıyor. Eşyalar, soyut nesneler, yüzler... Hepsi zaman rölesine bağlanmış büyülü devre ışıkları gibi birer birer açılıp aydınlanıyor.

Ayaklarım yalın. Dudaklarım buz. Yönüm gizini ele vermeyen iyiliğin cömert bahçesine doğru. Elimi sımsıkı tutan bir gölgenin mihmandarlığında yürüyorum.

Yalnızlığı dolunay gibi içimin serin ırmaklarında taşıyan hayatın trajedik sahneleri telve kıvamında üst üste yığılmış. Oluşan halkaların ağırlığı kalbimin seramiğini ters çevirmiş. Göz çukurumun derinliğinde suskun başaklar. Oysa gerçek cevher orada… Bilinmesi, işlenmesi gereken asıl giz, o uçurumda unutulmuş bir su değirmeni gibi öylece duruyor.

Yürüyorum.

Yüklediğim bir katre umut. Göklerdeki yıldız falından, ışık demetinden, çeliğine su verilen demirin keskin ağzından geçiyorum. Açılıyorum kum kitabı gibi. Kapanınca doru bir ata dönüşüyor gövdem.

Kanatlanıyorum.

Âh... Îşte iyiliğin cömert bahçesindeyim. Görülmesi güç bir düşün içinde. Sahi bu bahçe kimin eseri, nerede bağban.

İşaret parmağımı uzatıp güllere dokunuyorum. Dokunduğum her çiçekte bahçe boyut değiştiriyor. Evren gözlerimin önünde hiç noktası gibi minnacık, yaşam iyiliğin cömert bahçesinde berzah köprüsü gibi sonsuz.

İlerliyorum.
  
Sağımda solumda kuş tüyleri uçuşuyor ve tam önümde duruyor gökyüzünü aydınlatan kandiller. Şarkı söyleyen kızlar korosunu görüyorum, akın akın, dalga dalga çoğalan bir ışık harmonisi beni içine çekiyor. 

Gümüş yağmurcunlar kanatlanıp uçuyor dudaklarımdan. Dilimin buzlu tomurcuğu çözülüyor.

Kapanıyor Dünyanın görkemli kapıları. Haykırıyorum:

-Ey mutlu azınlık! Aynada güneş benim. Isıtıyor, ısınıyorum.

fy

16 Eylül 2014 Salı

Özgürlük ateşi


İnsan ölür ve özgürlük dünyasından köleliğin hükümdarlığına geçer. Yaşam özgürlüktür ve dolayısıyla ölüm, özgürlüğün yavaş yavaş yok olmasıdır. Önce bilinç zayıflar, sonra söner; bilincin söndüğü bir organizmada yaşam süreçleri bir süre daha devam eder, kan dolaşımı, solunum, metabolizma çalışır. Ama bu, kölelik yönünde kaçınılmaz bir geri çekilmedir, bilinç sönmüş, özgürlük ateşi sönmüştür.

Gece gökyüzünde yıldızlar sönmüş, Samanyolu kaybolmuş, güneş sönmüş, Venüs, Mars, Jüpiter sönmüş, okyanuslar donup kalmış, milyonlarca yaprak öylece kalakalmış ve rüzgâr durmuş, çiçekler renklerini, kokularını yitirmişler, ekmek kaybolmuş, su, havanın serinliği, boğuculuğu kaybolmuştur. İnsanın içinde var olan evrenin varlığı sona ermiştir. Bu evren insanların dışında var olan tek evrene şaşılacak şekilde benzer. Bu evren milyonlarca kafanın içinde yansımaya devam eden şeye şaşılacak şekilde benzer. Ama bu evren, özellikle okyanusunun sesi, çiçeklerinin kokusu, yapraklarının hışırtısı, granitlerinin renkleri, sonbahar tarlalarının hüznü, her biri insanların içinde geçmişte var olmuş, bugün de var olan ve insanların dışında sonsuza dek var olacak olan şeyden farklı olduğu için şaşırtıcıydı. Özel yaşamın ruhu, yani özgürlük, bu evrenin bir eşinin daha olmamasında, tek olmasındadır. Evrenin insan bilincinde yansıması, insan gücünün temelini oluşturur, fakat yaşam ancak insan zamanın sonsuzluğu içinde hiçbir zaman hiç kimse tarafından tekrarlanmayan bir dünya gibi var olduğunda bir mutluluk, özgürlük haline gelir, yüksek bir anlam kazanır. İnsan ancak o zaman kendisinde bulduğu şeyi başkalarında bularak özgürlüğün ve iyiliğin mutluluğunu hisseder.

Vasili Grossman, Yaşam Ve Yazgı, 2.Kitap syf. 318-319

Balık olmak



"Sorulara cevap vermedim. Kulaklarımı, gözlerimi, kalbimi Dünyaya kapadım. Ruhumu, içimdeki boşluğun yerini dolduran denizin dalgalarına bıraktım.

Küçük bir balık gibi hissediyordum kendimi. Zokadan kurtulmuş bir çipuradan farkım yoktu. Mesut, çok mesuttum o denizde."

fy

14 Eylül 2014 Pazar

İzin Dönüşü


İzin bitti. Kısa bir süreliğine uzaklaştığım arpalık kuyusuna tekrar dönüş yaptım. Üç hafta süren yıllık izin, son yıllarda geçirdiğim en berbat izin dönemiydi. Denize gidemedim. Gövdemi serin sulara bırakamadım. Dalgalarla kulaç atarak sevişemedim. Tembel tembel gönlümce yatıp kumlara uzanamadım. Esasında sadece denize değil, hiçbir yere gidemedim. Evde yemek, temizlik, ütü vs. gibi işlerle vakit geçti gitti. Kitaplar okudum. Listemdeki blogları, sosyal medya paylaşımlarını takip ettim. Evdeki işlerden fırsat bulduğum zamanlarda filmler izledim. Vasili Grossman'ın 3 ciltlik "Yaşam Ve Yazgı" sını bitirmek üzereyim. Albert Camus'dan "Yabancı", Yekta Kopan'dan "İçimde Kim Var" üç haftalık izinde okuduğum kitaplar oldu.

İzlediğim filmler arasında en çok etkilendiğim film "Oldboy" oldu. 2003 Kore yapımı filmin farklı bir versiyonunu ABD'liler de çekmiş. Ben her iki filmi de izledim. Özellikle finalde ortaya çıkan gerçekler ruhunuza ağır bir balyoz darbesi indiriyor. 

Yazdığım ve yarım kalan birkaç öykü vardı. Onları tamamladım. "Şans Meleği" ismini verdiğim öyküyü bitirdim nihayet. 12 Eylül döneminde yaşadıklarımdan etkilenerek kurguladığım yeni bir öyküye başlamıştım. Okuyanlar hatırlayacaktır. O öykünün son bölümünü "Cinnet" başlığıyla blog sayfamda yayımladım. 

Öyküleri yayımlamalısın tavsiyesinde bulunan arkadaşlarımın önerisiyle yazdığım öyküleri edebiyat dergileriyle paylaşmaya karar verdim. "Bavul" ismini verdiğim öykümü, sadece öykülere yer veren bir dergide yayımlamaya karar verdim. Diğerlerini de isteyen dergiler olursa paylaşır, yayımlarım. 

İzinde sabahları geç kalkmaya alışmıştım. Uykucu biriyim. Uykuya dayanamam. Erken kalkmaya ve işyerine tekrar dönüşe alışmam birkaç günümü alacaktır muhtemelen. Biriken işler. Planlanması gereken eğitimler, denetim süreçleri vs.

Hayat böyle, sürüp gidiyor işte...

fy

13 Eylül 2014 Cumartesi

Hangi Nefes?


"Hayat aldığımız nefesler ile değil, nefesimizi kesen anlar ile ölçülür."

Maya Angelou

12 Eylül 2014 Cuma

Ç'almak


"Hiçbir şey orijinal değildir. Fikirlerinizi ve hayal gücünüzü harekete geçiren her şeyi çalabilirsiniz. Eski filmleri, yeni filmleri, müzikleri, kitapları, tabloları, fotoğrafları, şiirleri, rüyaları, rastgele konuşmaları, mimariyi, köprüleri, sokak tabelalarını, ağaçları, bulutları, su birikintilerini, ışıkları, gölgeleri, silip süpürebilirsiniz.  Çalarken ruhunuza seslenenleri seçin ama. Böylece yaptığınız iş (ve çaldığınız şey) sahici duracaktır. Sahici olmak değersizdir, orijinal olmak ise mümkün değildir. Ve çaldığınızı örtbas etmeye kalkışmayın sakın. Ve ne olursa olsun, Jean-Luc Godard'ın şu sözünü hiç unutmayın: "Nerden aldığın değil, nereye götürdüğün önemlidir."

Jim Jarmusch

11 Eylül 2014 Perşembe

10 Eylül 2014 Çarşamba

Eyvay!


Sonra dünyaya döndüm; kredi kartlarıma, zaman aşımı faizini, icra memurunun insafına kalmış itibarıma, elektrik faturası kuyruğuna, dünyada ödenmesi gereken borçlarıma, döndüm, muhâneti muhannet edinmiş dostlarıma, kalpleri mühürlenmişlere

Sonra dünyaya döndüm; hatırlamadan olma gözyaşına, geceden başka çağ yok, biliyorum, yerinden çıkan tekrar dönemez yerine, bulamamışın yazgısıdır keder, böyle çizilirmiş kavis insanın yüzüne,döndüm, ah! İddiasını yitirmişin bakışına

Odam gözlerimdeki kederle rutubetli, uyku kokumu yitirmiş yatak, perde olmuş toz eşyadaki parmak izime, yalnızlığın bedeli yok, mutfakta mı dururdu kirli tabak su muslukta, döndüm ah!, olana olmuşa, giderken geride bıraktığım kayboluşa,

Sonra dünyaya döndüm; kendimle nasıl baş ederim kipine, ey ummak fiili, sudaki cilve çukuru, kalbimdeki süveydâ; vazgeçsem kim kalır boşlukta; günahsızlıktı terki terk ettiğim yer, ben dönerken göğsümde kalayını yitirmiş bakıra

Sonra dünyaya döndüm; oruçsuz yakalandığım iftar vaktine; muharrem ayının ilk on gününe, yakışmıyor şan pay gönderilmeyen mutfağa, seher vaktindeki ezan sesine, parmaklarım yokluğu  yoklamakla perişan, ey zeminsiz yol! döndüm, ah!, ayş-î dehrûza

Döndüm! döne döne kendime dönemeden döndüğüm yere döndüm!

Yücel Kayıran

3 Eylül 2014 Çarşamba

Gidene


Sen, gerçek bir aşk olduğuna inanmıştın…
Ben, kısa bir çılgınlık olduğuna 
Ama tam olarak neydi
Ne olmasını istemiştik
Asla bilemeyeceğiz belki de…

Bir deniz kıyısında yaşanmış bir rüya
Başka ülkelerden getirdiği hüzünlü bir şarkı
Bazı göçmen beyaz kuşların
Asi ve masmavi başka denizlerden
Hüzünlü bir şarkı, denizcilerin getirdiği
Boston'dan,
Norfolk,
Ve New York'dan,
Hüzünlü bir şarkı, balıkçıların sık sık söylediği
Denizlere açıldıklarında ve geri dönmediklerinde
Ve bazı marşların nakaratı oldu
Kuzeyde bir başka şairin söylediği
Kenarları beyaz fiyortta
Aşk dilenirken süslü sarışınlardan …

Bir düş idi
Bir mısra
Bir şarkı
Söyleyemediğimiz, belki, hiçbir zaman…

Sen, gerçek bir aşk olduğuna inanmıştın…
Ben, kısa bir çılgınlık olduğuna


İon MİNULESCU/Yedi İklim Dergisi,Temmuz 2014

Çeviri: Teodora Doni

İçimde Kim Var


Tatilde okuduğum kitaplardan biri de Yekta Kopan'ın "İçimde Kim Var" isimli romanı. Roman, Kopan'ın okuduğum ilk kitabı. "Yağmur, gökten yere yolculuğuna başlamak için gündüz insanlarının uykuya karışmasını bekledi" diziliminin yer aldığı son derece kötü yazılmış bir giriş cümlesiyle başlayan bu kitapla ilgili düşüncelerimi vakit bulursam geniş bir yazıda paylaşmaya çalışacağım.

Başlangıç için sadece şunu söyleyebilirim: Yazar, roman kurgusunda ikide bir yinelediği "Allah baba" ifadesiyle, âdeta sinemadaki 25.kare uygulamasını çağrıştırıyor. Yekta Kopan'a tavsiyem eğer bilmiyorsa önce İhlas Sûresini okusun ve bundan sonra yazacağı kitaplarda 'müslüman mahallesinde salyangoz satmaya' çalışmasın.

fy

2 Eylül 2014 Salı

Zaman


"En zor şey, zamanın üvey oğlu olmaktır. Kendi zamanında yaşamayan bir üvey oğulun alın yazısından daha zor bir şey yoktur. Zamanın üvey oğulları birden personel bölümlerinde, parti bölge komitelerinde, ordu siyasi şubelerinde, gazetelerin yazı işlerinde, sokakta dikkati çekiyorlar...Zaman sadece kendi doğurduklarını, kendi çocuklarını, kendi kahramanlarını, kendi emekçilerini sever. Geçmiş zamanın çocuklarını asla ve asla sevmez, geçmiş zamanın kahramanlarını kadınlar da sevmez, üvey analar da başkasının çocuğunu sevmez.

İşte zaman böyledir, her şey gider, ama o kalır. Her şey kalır, bir tek zaman gider. Ne kadar kolay, ne kadar sessiz sedasız gider zaman. Daha dün ne kadar emin, ne kadar neşeli, ne kadar güçlüydün zamanın oğlu. Bugünse başka bir zaman geldi, ama sen henüz anlamadın bunu.

Çarpışmada paramparça olan zaman, berber Rubinçik'in kemanında yeniden ortaya çıkmıştı. Keman bir yandan onların zamanının geldiğini, diğer yandan zamanlarının geçtiğini haber veriyordu.

"Geçti, geçti" diye düşündü Krımov."

Vasili Grossman/Yaşam ve Yazgı, syf.76-77