Şiir, Edebiyat, Kültür, Sanat

25 Ocak 2015 Pazar

Çıkmazda olan Kim? Şiir mi? Yoksa İdeolojik Saplantılar mı?


Yönetmenliğini Michael Radford'un yaptığı Postacı filmi, Şili'nin dünyaca ünlü şairi Pablo Neruda'nın sürgüne gönderildiği küçük bir İtalyan kasabasında kendisine gelen mektupları taşıyan Postacı Mario ile gelişen dostluğunu anlatır. Mario hayatı rutin yaşayan saf biridir. Adanın esmer güzeli Beatrice'ye âşıktır ve onun kalbini kazanmayı istemektedir. Neruda, Mario'ya hayatı öğretir. Hayatın içinde keşfedilmeyi bekleyen ve insanı mutlu kılacak, yaşamdan zevk almasına katkı yapacak küçük ayrıntıları, incelikleri ve elbette Beatrice'nin kalbini nasıl kazanması gerektiğini de. 

Postacı filminde akıllara kazınan bir replik vardır ki Mario'nun Neruda’ya söylediği “Şiir, yazana değil ihtiyacı olana aittir” repliği yalnızca sinema sanatına değil, şiir sanatına da damgasını vurmuştur ve öyle kolaylıkla unutulacak repliklerden biri değildir.

Aslında bu cümleden hareketle sözü şuraya getirmek istiyorum. Yazmak, çizmek, görüntülemek, insanın kendi içinde yeni bir dünya kurması ve bu düşsel dünyayı, asıl var olduğu dünyaya kaydetmesidir. Sait Faik’in “Haritada Bir Nokta” isimli öyküsünü anımsayalım. Yazma tutkusunu şöyle tarif eder: “Söz vermiştim kendi kendime. Yazı bile yazmayacaktım. Yazı yazmak da hırstan başka ne idi? Burada namuslu insanlar arasında sakin ölümü bekleyecektim; hırs, hiddet, neme gerekti? Yapamadım. Koştum tütüncüye, kâğıt kalem aldım oturdum. Ada'nın tenha yollarında gezerken canım sıkılırsa küçük değnekler yontmak için cebimde taşıdığım çakımı çıkardım. Kalemi yonttum. Yonttuktan sonra tuttum öptüm. Yazmasam deli olacaktım”

Benzer bir yaklaşımı Rainer Maria Rilke’nin “Evet, yazmak zorundaydım, yoksa çıldıracaktım!” Cümlesinde de görürüz. Hatta yazanların yazmayı, ihtiyacı olanlarında da yazılanları sahiplenmeyi sürdürdüğü edebiyat ortamında, şair, yazar ve eleştirmenlerince edebiyatın işlevi, Türk şiirinin geleceğine ilişkin zaman zaman öne sürülen savlarda vaktiyle Turgut Uyar tarafından söylenmiş şu sözü de sık sık duyarız:  “Şiir çıkmazda çünkü insan çıkmazda” 

Haklılık payı tartışılmaz olan bu cümleyi söylendiği dönemin şartlarından değil de hâlihazırdaki mevcut şiir ortamına bakarak irdelersek şiiri çıkmaza sokan faktörler hakkında daha sağlıklı bir fikir yürütülebiliriz.

Sözü hiç eğip bükmeden, dolanıp döndürmeden belirtelim. Günümüzde şiiri çıkmaza sokan en kusurlu ve başat yaklaşım, kimilerince kendi şiirini Türk şiirinin merkezinde görüp eş, dost, yandaş birlikteliğiyle oluşturulan kanonlarda ve kendilerine ördükleri kozanın içinde bir türlü kelebek olma sürecini tamamlayamama, yakalandıkları ideolojik saplantıların etkisiyle başkalarının yazdıklarını ısrarla görmezden gelme, birbirini anlamaya dinlemeye çalışmadan, iletişimsizliği inatla sürdürme alışkanlığından başka bir şey değildir.

Nitekim Mehmet Solak Hece Edebiyat Dergisinin Nisan 2008 136.sayısında kendisiyle yapılan söyleşide, “Genel olarak baktığımız zaman günümüz edebiyat dünyasında bir cansızlık, bir sessizlik, belki de tersine, bir kuru gürültü hâkim… Dağınık bir ortam var. Kim kime, dum duma… Bütün bu manzarayı nasıl değerlendiriyorsunuz?”  sorusunu yanıtlarken:

“Günümüz edebiyat ortamında bir cansızlık olduğu kanısında değilim. Canlılık var. Ancak edebiyat gettoları oluştu. Herkes kendi gettosunda gayet mutlu. Günün her saatinde kıpır kıpır, capcanlı bu gettolar. İşte buralardan yükselen canlı(!) şiir okuma seansları, bilumum türleriyle icra edilen selamlaşma seremonileri, rengârenk reklam etkinlikleri epeyce canlılık ve ses katıyor edebiyat dünyasına. Haliyle biraz da gürültü olmuyor değil. Kolektif çalışmaların engellenemeyen niteliği bu. Bir de diğer gettolara yönelen salvoları düşünürsek, ses epeyce artıyor. Bu gürültüye rağmen bir sarı sessizlik de yok değil. Müthiş bir paradoks. Kendilerinden olmadığı halde, belki tek başına olduğu halde, görünür işler yapanlara karşı sürdürülen sessizlik. Kimseden tık yok. Yani gettolarda ebelemece, gettolar arasında sobelemece oynanıyor; dışarıda kalanlar da kendi başlarının derdinde sessizliğe mahkûm yaşayıp gidiyorlar. Hâl böyle olunca, bakılan yere ve görüş alanına göre görüntü değişiyor. Kimi canlılık kimi cansızlık, kimi çokseslilik kimi sessizlik, kimi geri çekiliş kimi kuşak atılımı görebiliyor. Hatta sanal görüntüler bile oluşturulabiliyor. Mesela; on yıllar önce konuşulmuş, tartışılmış konuları, ilk kez kendi(leri) dile getiriyormuşçasına tercüme hipotezlerle bir aura oluşturmak çabasında olanlar, doğrusu çok ataklar bu konuda. Sözün kısası; edebiyat dünyasında işler, köylü kurnazlığı ve çeteci mantıkla yürüyor.” diyordu.

Ne kadar haklı bir tespit öyle değil mi?

İğneyi kendimize batırırsak, içimiz rahat. Ayna İnsan çıktığı günden itibaren edebiyata, şiire emek veren, derdi edebiyat olan herkese ama herkese dünyevî görüş ayrımcılığı yapmadan sayfalarını açmaya devam edecek ve hiçbir koşulda ideolojik saplantılara sırtını yaslamadan yoluna devam etme ilkesinden asla taviz vermeyecek.

Çünkü:

“Yetmişiki millete bir göz ile bakmayan
Şar’ın evliyasıysa hakikate âsidir”

İyi Okumalar

Ayna İnsan Ekim-Kasım-Aralık 2013 Sayı:9


Hiç yorum yok: