"Bir kimse, oltasını neden, içinde tek balık olmadığını bildiği bir göle sarkıtır ve orada, o göl kıyısında oturup saatlerce bekler?
(...)
Sular bizi çağırır. Bizler; yaşamış gibi olanlar ve yaşar gibi yapanlar; bir av mıyız, avlanan mı? İkisi arasına kesin bir çit çekilemeyeceğini, bunun, en azından yaşanan zaman içinde tek bir yanıtı olmayacağını hiç o derece somutlukla algılamamıştım. Düşle gerçek arası gel-gitlerde; yine de somut. Bir ân. Hep o ölçüye, ölçeğe sığmaz, küçük an'lar... O an'lar içnde ansızın bir ışık çakar. Işığın düştüğü yer, nesne, zaman; bu ışık çakımına dek önceden bildiğiniz, algılayıp duyumsadığınız ne varsa hepsi, rengini, biçimini, derinliğini çarpıtır; dönüştürüp değiştirir. Nerdeyse elle tutulur ölçüde belirgin tasarılarınızı da geriletir, örter, siler. Ân, kendi ışığıyla düştüğü yerde, tam kendisi olarak gerçekleşir. Büyük bir dalganın, kumsalda her şeyin üstünü örtüp geri çekilmesi gibi, geride yepyeni, öncekine hiç benzemeyen, el değmemiş bir yüzey bırakarak çekilip gider. O yeni, henüz hiçbir el ve ayağın değmediği kumsalın yüzeyi, başka bir dalgaya -bir an'lık, başka bir ışık çakımına- kadar öylece, gözünü dünyaya ilk açmış bir çocuk bakışı denli saf, lekesiz kalır. Bir ân. Artık çok şey görmüş olduğu için de, o sonsuz saflığı algılama yeteneğinden yoksun bulunan gözlerimiz, en kısa süreli çakışların gerçekler içindeki en yalın gerçeğini bir yanılsama olarak değerlendirir."
Adalet Ağaoğlu/Yazsonu, syf. 8-9
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder