Şiir, Edebiyat, Kültür, Sanat

6 Mart 2017 Pazartesi

1984: İktidar ve Yabancılaşma



“Edebiyatın, gerek özsaygı kazanmada gerekse saltıkçı devlete ve hiyerarşik topluma karşı insana yakışır istemleri açıkça dile getirmede orta sınıfın özgürleşim hareketlerine yardımı dokunmuştur.” (Eagleton, 1998: 12)  George Orwell’in “Bin Dokuz Yüz Seksen Dört” isimli kitabının arka kapağındaki tanıtım yazısında yer alan ‘geleceğe ilişkin kâbus senaryosu (…) yalnızca yarına değil, bugüne de ilişkin bir uyarı çığlığıdır’ ifadesi, Eagleton’un belirttiği “saltıkçı devlet” kavramıyla örtüştürülünce toplum ve insanlık adına dikkat çekici bir sonuca ulaşılır zira buradan hareketle Orwell kült kitabı “Bin Dokuz Yüz Seksen Dört” ile kurduğu distopyada  bir yandan iktidarın “çağcıl eleştiri”sini yaparken diğer yandan da eleştirel politik roman türünün en iyi örneklerinden birini kurgulamadaki ustalığıyla yirminci yüzyıl edebiyatına damgasını vuran yazarlardan biri olmuştur denilebilir.

Çağcıl eleştiri, eleştirel politik roman dedik. Konuya bu kavramlara ilişkin yapılmış iki açıklamayla devam edelim.

Terry Eagleton’a göre çağcıl eleştiri, saltıkçı devlete karşı verilmiş bir savaşımdan doğmuş; bu savaşım     sonucu varolabilmişti. Günümüzdeyse, eleştiri yine devlete, ama bu kez burjuva devletine karşı savaşım vermelidir. Bu savaşım hepimizi ilgilendirmekte, hepimizin geleceğine yön vermektedir. Bu yüzden eleştiri, “kültür endüstrisinin” öğütücü çarklarından kurtarılarak köklü toplumsal dönüşümlerin kaldıracı yapılmalıdır. İşçiyseniz işinizden, öğrenciyseniz okulunuzdan, üniversitede hocaysanız kürsünüzden, düşünürseniz başınızdan olmayı bu ideal uğruna hâlâ göze alamamışsanız biliniz ki olanlarda sizin de parmağınız var ve sizi mahkûm etmek eleştirinin görevidir. (Eagleton, 1998: Kitap Arka Kapak)

“Eleştirel Politik roman denildiğinde ise, geniş anlamda herhangi politik bir olay veya olguyu sorgulayıcı veya eleştirel bir yaklaşımla dile getiren yapıtlar anlaşılmalıdır. Burada yazarın doğ­rudan bir güdümlülüğü söz konusu değildir. Yazar,  olayların kendisini gerçekçi bir biçimde vermek yerine, belli bir mesafeden okuyucuyu onlar üzerinde düşünmeye götürecek sorgulamalara yer verir. Doğrudan taraf tutmaz, amacı bireyleri politik olay ve olgular üzerine yeniden düşünmeye zorlamak ve böylece politik düzlemde bir bilinç oluşturmaktır. Zaman zaman kışkırtıcı bir anlatım tutumu söz konusu olsa da eleştirel romanın yazarı doğrudan yönlendirici olmaktan kaçınır. Eleştirel politik romanın konuları ilk bakışta doğrudan politikayla ilişkili gözükmeyebilir.  Söz konusu ya­pıtları politik roman sınıfına sokan en karakteristik öğe, içeriğin politikayla olan ilişkisi ve anlatıcının bakış açısıdır.  Burada en somut ölçü,  politika öğesinin romanı kapsamış olmasıdır. Yani politik olaylar, politik kişiler, politik bir atmosfer ve sorgulayıcı ve eleştirel bir bakış açısının hâkim olmasıdır.” (Eyigün: Güdümlü Politik Roman İle Eleştirel Politik Roman Türlerinin Karşılaştırılması Üzerine)  

Bin Dokuz Yüz Seksen Dört’te olaylar Okyanusya isimli distopik bir ülkede geçer.  Ülke yönetimi ve iktidarın gücü parti ve partiyi simgeleyen “Büyük Birader”in tekelindedir. “Büyük Birader” gücünü iç parti görevlileri, düşünce polisi, bakanlık çalışanları aracılığıyla kullanır. Okyanusya toplumunu oluşturan proleterler nefes aldıkları her yerde “Büyük Birader”in posterlerini görür, tele ekrandan sesini duyar, gündelik hayatın içinde karşılarına çıkan ve zafer markası vurulmuş her nesnede, her eşyada örneğin parada, posta pulunda, sigara ambalajında, içecek şişelerinde, bayraklarda, kitaplarda ve akla gelebilecek her şeyde “Büyük Birader”in “gözleriyle insanları izliyormuş gibi” kendilerine bakan resimleriyle karşılaşırlar.

Okyanusya’da farklı fikirlere asla tahammül yoktur. Muhalif tek ses Emmanuel Goldstein, partinin propagandasının yapıldığı “Nefret Haftasında” iktidar düşmanı bir hain olarak gösterilen yegâne kişidir. “Her zamanki gibi, halkın düşmanı Emmanuel Goldstein’ın yüzü ekranda belirdi. İzleyiciler arasında, orada burada fısıltılar dolaştı. (…) Goldstein doğru yoldan sapmış bir haindi. (…) O, en büyük hain, partinin saflığını kirleten bir adamdı. Parti’ye karşı olan, bunu izleyen tüm suçlar, ihanetler, sabotaj eylemleri, karşı doktrinler, sapmalar onun öğretilerinden kaynaklanıyordu.” (Orwell, 2008:18) Aslında Goldstein parti tarafından inşa edilmiş tehdit unsuru bir düşman imgesi, fikirleriyle savaşılması, toplum nezdinde itibarının düşürülmesi, mağlup edilmesi gereken bir figürdür. Çünkü dışarıda Avrasya ve Doğu Asya, içerde Goldstein ile savaşan partinin sürdürdüğü organize savaş hâli, güncellenen savaş haberleri, partinin meşruiyet kazanmasını sağlayan, toplumu ortak hedef etrafında kenetleyen bir nevi tutkala dönüştürülmüştür.

Umberto Eco “Düşman Yaratmak” isimli makalesinde 1968’de Amerika’da, isimsiz bir yazar tarafından yazılan Iron Mountain Gizli Raporu: Barış İhtimali Ve İstenirliği başlıklı yazıdan yola çıkarak savaşla ilgili ilginç tespitlerde bulunur.

“Ama savaşmak için savaşacak bir düşman gerekli olduğu için, savaşın kaçınılmaz olması, düşmanın kişileştirilmesinin ve inşa edilmesinin kaçınılmaz olması anlamına gelir. Dolayısıyla bu yazıda büyük bir ciddiyetle, Amerikan toplumunun tamamının bir barış toplumuna dönüştürülmesinin bir felaketle sonuçlanacağı, çünkü insan toplumunun uyumlu bir şekilde gelişmesinin temelini oluşturan tek şeyin savaş olduğunu belirtiyordu. Savaş durumunun organize israfi, toplumun sağlıklı gidişatını düzenleyen bir emniyet supabı görevi görür. Savaş, stok sorununu halleden bir araçtır. Savaş bir toplumun kendini bir “ulus” olarak görmesini sağlar; savaşın karşı ağırlığı olmasa, hükümetler kendi meşruiyet alanlarını bile oluşturamazlar; sınıflar arası dengeyi sağlayan ve antisosyal unsurlardan yararlanılmasına izin veren tek şey, savaştır. Barış, istikrarsızlığa ve gençler arasında suça yol açar; savaş, bütün başıbozuk güçleri en doğru şekilde yönlendirerek onlara “statü” kazandırır. Ordu, mirastan mahrum edilenlerin ve adapte olamayanların son umududur; toplumu otomotivin gelişimi gibi, savaşa dayalı olmayan kurumlar için bedel ödemeye hazırlayan tek şey, hayat ve ölüm üzerinde yetkiye sahip olan savaş sistemidir. Savaş ekolojik açıdan da, canlı fazlalığı açısından bir emniyet supabı oluşturur. XIX. yüzyıla kadar savaşlarda sadece toplumun en güçlü üyeleri (savaşçılar) ölüp işe yaramayanlar kurtulurken günümüzdeki sistemler sivil merkezleri bombalayarak bu sorunun da çözümünü sağlamıştır. Bombardımanlar, âdet haline gelen çocuk ölümleri, dini açıdan cinsel riyazet, zorunlu hadım edilme veya ölüm cezasının yaygın kullanımına gören nüfus artışını daha iyi sınırlar. Nihai olarak da, çatışma durumlarının ağır bastığı, gerçek anlamda “insancıl” sanatın gelişmesini sağlayan savaştır. Böyle olunca, düşmanı inşa etme süreci yoğun ve sürekli olmak zorundadır. George Orwell, Bin Dokuz Yüz Seksen Dört’te bunun çok iyi bir örneğini sunar.” (Eco: 2014: 35, 36)

Parti’nin sürekli gerçek dışı veriler üreterek toplumu yanılttığı Okyanusya’da sosyal yaşam yok derecesindedir. “Proleterlerin ilgisini çeken tek sosyal olay piyangodur. Piyangoda büyük ikramiyeyi kazananlar ise düşsel kişilerdir.” (Orwell, 2008: 80) Yapılan bütün etkinlikler, yaşamın her anı partinin denetimi altında bulunduğu için mutlak iktidar gücünü elinde tutan parti tele ekranlardan adım adım bireyleri izlemekte, insanların geçmişini silmekte,  mahremiyet alanını daraltmakta, saf aşk, tutku ve cinselliği yok etmek isterken, aile içinde ebeveynlerin sistem dışı konuşmalarını, muhalif tavır ve hareketlerini, çocukları casus gibi kullanarak kontrol etmektedir.

Okyanusya’da herkes sadece “Büyük Birader”i sevmek, parti ilkelerine uymak, partinin düşmanla, ülkenin gelişimiyle ilgili verdiği uydurma istatistikî bilgileri koşulsuz şartsız kabullenmek zorundadır. Aksi halde ceza ve şiddet kaçınılmazdır. Öyle ki partinin denetimindeki tüm baskıcı uygulamalar neticesinde bireyler âdeta kapana kısılmış gibi sindirilmiş, Okyanusya halkı sorgulamaktan, düşünmekten, tartışmaktan, partiyle çatışmaktan korkan, sürekli parti ve iktidar lehine hareket etmeyi normal davranış biçimi olarak gören bir sınıfa dönüşmüştür. 

Fransız filozof Michael Faucault’ya göre “iktidar, her kurumun başka bir yerde yeniden canlanabileceği, kesip atılması gereken sistemde cisimleşmiştir.” Faucault, “İktidar ve bilginin birbirini gerektirdiğini” yazıp, “ne bilgi alanının yapısıyla bağlantısız bir iktidar ilişkisi ne de aynı zamanda iktidar ilişkilerini yapılandırmayan veya saymayan bilgi olur” diyor. Faucault’a göre özgürlük ve bireyselliği cisimleştirmekten çok uzak olan postmodern devlet, mutlak iktidarı somutlaştırır. Bu, olağandışı sinsi bir iktidardır. Faucault, Discipline and Punnıshment’ta bireyin, “Halihazırda kendisinden daha derin bir tahakkümün etkisinde” olduğunu söyleyip şunları ekler: “Kişiyi mesken edinen ve mevcut eden “tin’in (biyolojik bedenle, öznellik ve kişilik arasında kalan yer anlamında) kendisi, beden üzerinde iktidarın tatbik edildiği hâkimiyet faktörü, politik anatominin bir aracı, etkisi ve bedenin hapishanesidir.” (Niedzviecki, 2011: 162,163)

Çatışma ve sınıf ise, “Marks’ın modern sosyolojiye armağan ettiği iki temel kavramdır. Ona göre toplumsal yapının temel niteliği değişimdir, değişim ise çatışmayı, yani sosyal sınıflar arasındaki mücadeleyi ifade eder. Döneminin diğer düşünürleri gibi ilerlemeci bir anlayışa sahip olan Marks, “Çatışma olmadan ilerleme olmaz” der. “Uygarlığın bugüne değin izlediği yasa budur.” Marks’ın çatışma kuramına göre insanlar çıkar duyguları için mücadele eden bir yapıya sahiptirler. Eğer insanlar çıkarları için hareket etmiyorlarsa başkalarının lehine çalışan bir sosyal sistem tarafından kendi çıkarları konusunda kandırılmış demektir. Bu temelden hareketle gerek tarihteki toplumlar gerekse modern toplum farklı çıkarlara sahip iki toplumsal sınıf arasında diyalektik (çatışma) çerçevesinde çözümlenmelidir. Fikirler ve “ideoloji”ler gücü elde etmek isteyen sınıfın çıkarları doğrultusunda geliştirilirler ve diğer sınıfın çıkarlarının farkında olması engellenir. Farklı sınıfların çıkarlarının birbiriyle bağdaşması imkânsızdır zira bir sınıfın ekonomik anlamdaki kazancı ancak diğer sınıfın kazancının sömürülmesi ile sağlanır.” (Bilgin, 2010: 51)

Kitabın kahramanı Winston Smith Okyanusya’nın Doğruluk Bakanlığı Arşiv Dairesinde çalışmakta karizmatik lider “Büyük Birader”den nefret etmektedir. Winston, partili arkadaşlarıyla konuşurken otoriteye teslim olmuş görünür ve “Parti’ye bağlılık düşünmemek, düşünce gereksinimi duymamaktır. Parti’ye bağlılık bilinçsizlik demektir,” (Orwell, 2008: 52) görüşünü savunur. Tek başınayken tuttuğu günlüğe ise “Eğer bir umut varsa, proleterlerdedir” diye yazmaktan çekinmez. “Eğer bir umut varsa proleterlerde olması gerekiyordu, çünkü Parti’yi yıkacak güç, ancak Okyanusya nüfusunun yüzde seksen beşini oluşturan, hoşlanmış bu kaynaşan kitleden yaratılabilirdi.” (Orwell, 2008: 66) Proleterler, “Bilinçleninceye dek başkaldırmayacaklar, başkaldırmazlarsa da bilinçlenemeyecekler,” diye düşünmektedir Winston Smith.

Zihninden geçirdikleri sebebiyle “Düşünce Polisi”ne yakalanmak istemeyen Smith, kendisi gibi muhalif düşünceler içinde olan Julia ile tanıştıktan sonra cinsel içgüdünün parti tarafından baskılanmaya çalışılan gücünü keşfeder. “Parti’nin amacı yalnızca, kadınlarla erkeklerin arasında, sonradan denetleyemeyeceği bağların oluşmasının önüne geçmek değildi. (…) Sevgi değil de, ister evlilikte olsun, ister evlilik dışı olsun, cinsellikti tehlikeli olan.” (Orwell, 2008: 63)  Burada kastedilen tehlike ya da partinin cinselliği baskılamadaki amacının bireyin doğuştan gelen zihinsel yetisinin engellenerek doğal tutkuların köreltilmesine yönelik olduğu çok açıktır. Çünkü her bireyde var olan yeti, insanın düşünmesini, sorgulamasını, arzulamasını, haz duymasını olanaklı kılan melekelerin bütünüdür. Yeti iktidardır, aktif güçtür, erktir. Bu sebeple de: “Yalnızca birine duyulan aşk değil, bu hayvansal içgüdü, bu dokunulmamış tutku; Parti’yi parçalayabilecek yegâne güç buydu.(…) Bu parti’ye indirilmiş bir darbeydi. Sevişmek siyasal bir eylemdi. ” (Orwell, 2008: 114)

Fırsat buldukça Julia ile buluşmaya devam eden Smith ilişkilerinin mahremiyetini gizleyeceği, tele ekranların olmadığı bir mekân arayışına girer. “Nefret Haftası” etkinliklerinin düzenlendiği günlerde eski eşyalar satan Bay Charrington’un dükkânının üstündeki odayı kiralar. Kiraladığı odada Julia ile birlikte daha sık vakit geçirmeye başlar. Bu süreçte Julia’yı da yanına alarak kendisi gibi muhalif zannettiği partinin üst yöneticilerinden O’Brien’a düşüncelerini açıklar. O’Brien’ın gönderdiği ve Emmanuel Goldstein tarafından yazılmış yasak kitabı okur.

Günün birinde, üstelik güvenilir zannettiği Bay Charrington’dan kiraladığı odada “Düşünce Polisi”ne yakalanan Winston Smith, cezaevine konulur. Sorguya alınır. Orada O’Brien’ın partiye ve partinin ilkelerine sadık birisi olduğu gerçeğiyle yüzleşir. Cezaevinde işlediği düşünce suçu sebebiyle işkence ve şiddet görür. Bir süre sonra yaşadığı şiddete, psikolojik baskıya dayanamayan Winston Smith’in tüm direnci kırılır ve ruhunu iktidara satarak sistemin istediği gibi düşünen, konuşan bireylerinin safına katılır. “Artık sokaklarda çığlık atmıyordu. Sevgi Bakanlığı’na geri dönmüştü. Her şey bağışlanmıştı, ruhu kar gibi bembeyazdı. Halk mahkemesindeydi, itiraf ediyor, herkesi ele veriyordu.” (Orwell, 2008: 258) Nihayetinde Winston Smith kendisini  “Kahrolsun Büyük Birader” düşüncesine götüren belleğinden uzaklaşarak kendi bilincine yabancılaşır ve “Büyük Birader”i sevmeye başladığını düşünürken beynine giren bir kurşunla öldürülür.

Okyanusya toplumunda karizmatik otoriteyi simgeleyen “Büyük Birader”in meşruiyetini hukuk ve yasalardan değil şanlı devrimden alan dokunulmazlığına, geçmişin izlerini silen, tarih kitaplarını değiştiren partinin uygulamalarına sessiz kalan, yapılan her şeyi kabullenerek iktidara itaat eden bireylerin durumu ve Winston Smith’in geçirdiği kişilik evrimi okurlara “Yabancılaşma” kavramını düşündürür.

“Yabancılaşmanın özünde kişinin kendi benliğini unutması ya da benimsememesi yatar. Kişi bir başkasının, bir eşyanın, bir yasal kurumun karşısında kendini yitirmiş, ona bağımlı hale gelmiştir. Kendini dünyanın merkezi, fiillerinin sahibi olarak görmez; tersine, fiilleri ve bu fiillerin sonuçları, onun boyun eğdiği, hatta taptığı efendileri olmuştur.” (Fromm, 1990: 134)

“Taparcasına sevmenin bir yabancılaşma işareti olduğunu belirten Fromm, ilk yabancılaşma biçimlerinin puta tapıcılıkta ortaya çıktığını, bireylerin siyasî kurumlara ya da kişilere ve akıldışı tutkulara  (ihtiras, servet, kudret) tapmasının da mümkün olduğunu söyler. Bunların hepsinde ortak olan şey, bireyin kendine yabancılaşma sürecidir” (Bilgin, 2010: 186)  ve George Orwell, “Bin Dokuz Yüz Seksen Dört” ile bu süreci hem Winston Smith karakteri üzerinden hem de yaşadığı çağın politik eleştiri biçemi diyebileceğimiz bir kurguya yaslanarak anlatmıştır.

Birtan Yücel

Kaynaklar
1-Eagleton Terry (1998) Eleştirinin Görevi, Ankara, Bilim Ve Sanat Yayınları
2-Orwell George (2008) Bin Dokuz Yüz Seksen Dört, Can Yayınları
3-Dç. Dr. Eyigün Sabri (2006) Güdümlü Politik Roman İle Eleştirel Politik Roman Türlerinin Karşılaştırılması Üzerine
4- Eco Umberto (2014) Düşman Yaratmak, İstanbul, Doğan Kitap Yayınları
5-Niedzviecki Hal (2011) Ben Özelim! Bireylik Nasıl Yeni Konformizm Haline Geldi, Ayrıntı Yayınları
6-Bilgin Vejdi (2010) Bizi Kuşatan Toplum Sosyolojiye Giriş, Düşünce Kitabevi Yayınları
7-Fromm Erich (1990) Sağlıklı Toplum, İstanbul, Payel Yayınları

Hiç yorum yok: