“Edebiyatın, gerek
özsaygı kazanmada gerekse saltıkçı devlete ve hiyerarşik topluma karşı insana
yakışır istemleri açıkça dile getirmede orta sınıfın özgürleşim hareketlerine
yardımı dokunmuştur.” (Eagleton, 1998: 12)
George Orwell’in “Bin Dokuz Yüz Seksen Dört” isimli kitabının arka
kapağındaki tanıtım yazısında yer alan ‘geleceğe
ilişkin kâbus senaryosu (…) yalnızca yarına değil, bugüne de ilişkin bir uyarı
çığlığıdır’ ifadesi,
Eagleton’un belirttiği “saltıkçı devlet” kavramıyla örtüştürülünce toplum ve
insanlık adına dikkat çekici bir sonuca ulaşılır zira buradan hareketle Orwell
kült kitabı “Bin Dokuz Yüz Seksen Dört” ile kurduğu distopyada bir yandan
iktidarın “çağcıl eleştiri”sini yaparken diğer yandan da eleştirel politik
roman türünün en iyi örneklerinden birini kurgulamadaki ustalığıyla yirminci
yüzyıl edebiyatına damgasını vuran yazarlardan biri olmuştur denilebilir.
Çağcıl eleştiri,
eleştirel politik roman dedik. Konuya bu kavramlara ilişkin yapılmış iki
açıklamayla devam edelim.
Terry Eagleton’a göre
çağcıl eleştiri, saltıkçı devlete karşı verilmiş bir savaşımdan doğmuş; bu
savaşım sonucu varolabilmişti. Günümüzdeyse,
eleştiri yine devlete, ama bu kez burjuva devletine karşı savaşım vermelidir.
Bu savaşım hepimizi ilgilendirmekte, hepimizin geleceğine yön vermektedir. Bu
yüzden eleştiri, “kültür endüstrisinin” öğütücü çarklarından kurtarılarak köklü
toplumsal dönüşümlerin kaldıracı yapılmalıdır. İşçiyseniz işinizden,
öğrenciyseniz okulunuzdan, üniversitede hocaysanız kürsünüzden, düşünürseniz
başınızdan olmayı bu ideal uğruna hâlâ göze alamamışsanız biliniz ki olanlarda
sizin de parmağınız var ve sizi mahkûm etmek eleştirinin görevidir. (Eagleton, 1998: Kitap Arka Kapak)
“Eleştirel Politik roman
denildiğinde ise, geniş anlamda herhangi politik bir olay veya olguyu
sorgulayıcı veya eleştirel bir yaklaşımla dile getiren yapıtlar anlaşılmalıdır.
Burada yazarın doğrudan bir
güdümlülüğü söz konusu değildir. Yazar, olayların kendisini gerçekçi bir
biçimde vermek yerine, belli bir mesafeden okuyucuyu onlar üzerinde düşünmeye
götürecek sorgulamalara yer verir. Doğrudan taraf tutmaz, amacı bireyleri
politik olay ve olgular üzerine yeniden düşünmeye zorlamak ve böylece politik
düzlemde bir bilinç oluşturmaktır. Zaman zaman kışkırtıcı bir anlatım tutumu
söz konusu olsa da eleştirel romanın yazarı doğrudan yönlendirici olmaktan
kaçınır. Eleştirel politik romanın konuları ilk bakışta doğrudan politikayla
ilişkili gözükmeyebilir. Söz konusu yapıtları politik roman sınıfına
sokan en karakteristik öğe, içeriğin politikayla olan ilişkisi ve anlatıcının
bakış açısıdır. Burada en somut ölçü, politika öğesinin romanı
kapsamış olmasıdır. Yani politik olaylar, politik kişiler, politik bir atmosfer
ve sorgulayıcı ve eleştirel bir bakış açısının hâkim olmasıdır.” (Eyigün: Güdümlü Politik Roman İle
Eleştirel Politik Roman Türlerinin Karşılaştırılması Üzerine)
Bin Dokuz Yüz Seksen
Dört’te olaylar Okyanusya isimli distopik bir ülkede geçer. Ülke yönetimi
ve iktidarın gücü parti ve partiyi simgeleyen “Büyük Birader”in tekelindedir.
“Büyük Birader” gücünü iç parti görevlileri, düşünce polisi, bakanlık
çalışanları aracılığıyla kullanır. Okyanusya toplumunu oluşturan proleterler
nefes aldıkları her yerde “Büyük Birader”in posterlerini görür, tele ekrandan
sesini duyar, gündelik hayatın içinde karşılarına çıkan ve zafer markası
vurulmuş her nesnede, her eşyada örneğin parada, posta pulunda, sigara
ambalajında, içecek şişelerinde, bayraklarda, kitaplarda ve akla gelebilecek
her şeyde “Büyük Birader”in “gözleriyle
insanları izliyormuş gibi” kendilerine
bakan resimleriyle karşılaşırlar.
Okyanusya’da farklı
fikirlere asla tahammül yoktur. Muhalif tek ses Emmanuel Goldstein, partinin
propagandasının yapıldığı “Nefret Haftasında” iktidar düşmanı bir hain olarak
gösterilen yegâne kişidir. “Her
zamanki gibi, halkın düşmanı Emmanuel Goldstein’ın yüzü ekranda belirdi.
İzleyiciler arasında, orada burada fısıltılar dolaştı. (…) Goldstein doğru
yoldan sapmış bir haindi. (…) O, en büyük hain, partinin saflığını kirleten bir
adamdı. Parti’ye karşı olan, bunu izleyen tüm suçlar, ihanetler, sabotaj
eylemleri, karşı doktrinler, sapmalar onun öğretilerinden kaynaklanıyordu.” (Orwell, 2008:18) Aslında Goldstein parti
tarafından inşa edilmiş tehdit unsuru bir düşman imgesi, fikirleriyle
savaşılması, toplum nezdinde itibarının düşürülmesi, mağlup edilmesi gereken
bir figürdür. Çünkü dışarıda Avrasya ve Doğu Asya, içerde Goldstein ile savaşan
partinin sürdürdüğü organize savaş hâli, güncellenen savaş haberleri, partinin
meşruiyet kazanmasını sağlayan, toplumu ortak hedef etrafında kenetleyen bir
nevi tutkala dönüştürülmüştür.
Umberto Eco “Düşman
Yaratmak” isimli makalesinde 1968’de Amerika’da, isimsiz bir yazar tarafından
yazılan Iron Mountain Gizli
Raporu: Barış İhtimali Ve İstenirliği başlıklı
yazıdan yola çıkarak savaşla ilgili ilginç tespitlerde bulunur.
“Ama savaşmak için
savaşacak bir düşman gerekli olduğu için, savaşın kaçınılmaz olması, düşmanın
kişileştirilmesinin ve inşa edilmesinin kaçınılmaz olması anlamına gelir.
Dolayısıyla bu yazıda büyük bir ciddiyetle, Amerikan toplumunun tamamının bir
barış toplumuna dönüştürülmesinin bir felaketle sonuçlanacağı, çünkü insan
toplumunun uyumlu bir şekilde gelişmesinin temelini oluşturan tek şeyin savaş
olduğunu belirtiyordu. Savaş durumunun organize israfi, toplumun sağlıklı
gidişatını düzenleyen bir emniyet supabı görevi görür. Savaş, stok sorununu
halleden bir araçtır. Savaş bir toplumun kendini bir “ulus” olarak görmesini
sağlar; savaşın karşı ağırlığı olmasa, hükümetler kendi meşruiyet alanlarını
bile oluşturamazlar; sınıflar arası dengeyi sağlayan ve antisosyal unsurlardan
yararlanılmasına izin veren tek şey, savaştır. Barış, istikrarsızlığa ve
gençler arasında suça yol açar; savaş, bütün başıbozuk güçleri en doğru şekilde
yönlendirerek onlara “statü” kazandırır. Ordu, mirastan mahrum edilenlerin ve
adapte olamayanların son umududur; toplumu otomotivin gelişimi gibi, savaşa
dayalı olmayan kurumlar için bedel ödemeye hazırlayan tek şey, hayat ve ölüm
üzerinde yetkiye sahip olan savaş sistemidir. Savaş ekolojik açıdan da, canlı
fazlalığı açısından bir emniyet supabı oluşturur. XIX. yüzyıla kadar savaşlarda
sadece toplumun en güçlü üyeleri (savaşçılar) ölüp işe yaramayanlar kurtulurken
günümüzdeki sistemler sivil merkezleri bombalayarak bu sorunun da çözümünü
sağlamıştır. Bombardımanlar, âdet haline gelen çocuk ölümleri, dini açıdan
cinsel riyazet, zorunlu hadım edilme veya ölüm cezasının yaygın kullanımına
gören nüfus artışını daha iyi sınırlar. Nihai olarak da, çatışma durumlarının
ağır bastığı, gerçek anlamda “insancıl” sanatın gelişmesini sağlayan savaştır.
Böyle olunca, düşmanı inşa etme süreci yoğun ve sürekli olmak zorundadır.
George Orwell, Bin Dokuz Yüz Seksen Dört’te bunun çok iyi bir örneğini sunar.”
(Eco: 2014: 35, 36)
Parti’nin sürekli gerçek
dışı veriler üreterek toplumu yanılttığı Okyanusya’da sosyal yaşam yok
derecesindedir. “Proleterlerin ilgisini çeken tek sosyal olay piyangodur.
Piyangoda büyük ikramiyeyi kazananlar ise düşsel kişilerdir.” (Orwell, 2008: 80) Yapılan bütün
etkinlikler, yaşamın her anı partinin denetimi altında bulunduğu için mutlak
iktidar gücünü elinde tutan parti tele ekranlardan adım adım bireyleri
izlemekte, insanların geçmişini silmekte, mahremiyet alanını daraltmakta,
saf aşk, tutku ve cinselliği yok etmek isterken, aile içinde ebeveynlerin
sistem dışı konuşmalarını, muhalif tavır ve hareketlerini, çocukları casus gibi
kullanarak kontrol etmektedir.
Okyanusya’da herkes
sadece “Büyük Birader”i sevmek, parti ilkelerine uymak, partinin düşmanla,
ülkenin gelişimiyle ilgili verdiği uydurma istatistikî bilgileri koşulsuz
şartsız kabullenmek zorundadır. Aksi halde ceza ve şiddet kaçınılmazdır. Öyle
ki partinin denetimindeki tüm baskıcı uygulamalar neticesinde bireyler âdeta
kapana kısılmış gibi sindirilmiş, Okyanusya halkı sorgulamaktan, düşünmekten,
tartışmaktan, partiyle çatışmaktan korkan, sürekli parti ve iktidar lehine
hareket etmeyi normal davranış biçimi olarak gören bir sınıfa
dönüşmüştür.
Fransız filozof Michael
Faucault’ya göre “iktidar, her kurumun başka bir yerde yeniden
canlanabileceği, kesip atılması gereken sistemde cisimleşmiştir.” Faucault, “İktidar ve bilginin birbirini
gerektirdiğini” yazıp, “ne bilgi alanının yapısıyla bağlantısız bir iktidar
ilişkisi ne de aynı zamanda iktidar ilişkilerini yapılandırmayan veya saymayan
bilgi olur” diyor. Faucault’a göre özgürlük ve bireyselliği cisimleştirmekten
çok uzak olan postmodern devlet, mutlak iktidarı somutlaştırır. Bu, olağandışı
sinsi bir iktidardır. Faucault, Discipline and Punnıshment’ta bireyin,
“Halihazırda kendisinden daha derin bir tahakkümün etkisinde” olduğunu söyleyip
şunları ekler: “Kişiyi mesken edinen ve mevcut eden “tin’in (biyolojik bedenle,
öznellik ve kişilik arasında kalan yer anlamında) kendisi, beden üzerinde
iktidarın tatbik edildiği hâkimiyet faktörü, politik anatominin bir aracı,
etkisi ve bedenin hapishanesidir.” (Niedzviecki,
2011: 162,163)
Çatışma ve sınıf ise, “Marks’ın
modern sosyolojiye armağan ettiği iki temel kavramdır. Ona göre toplumsal
yapının temel niteliği değişimdir, değişim ise çatışmayı, yani sosyal sınıflar
arasındaki mücadeleyi ifade eder. Döneminin diğer düşünürleri gibi ilerlemeci
bir anlayışa sahip olan Marks, “Çatışma olmadan ilerleme olmaz” der. “Uygarlığın
bugüne değin izlediği yasa budur.” Marks’ın çatışma kuramına göre insanlar
çıkar duyguları için mücadele eden bir yapıya sahiptirler. Eğer insanlar
çıkarları için hareket etmiyorlarsa başkalarının lehine çalışan bir sosyal
sistem tarafından kendi çıkarları konusunda kandırılmış demektir. Bu temelden
hareketle gerek tarihteki toplumlar gerekse modern toplum farklı çıkarlara
sahip iki toplumsal sınıf arasında diyalektik (çatışma) çerçevesinde
çözümlenmelidir. Fikirler ve “ideoloji”ler gücü elde etmek isteyen sınıfın
çıkarları doğrultusunda geliştirilirler ve diğer sınıfın çıkarlarının farkında
olması engellenir. Farklı sınıfların çıkarlarının birbiriyle bağdaşması
imkânsızdır zira bir sınıfın ekonomik anlamdaki kazancı ancak diğer sınıfın
kazancının sömürülmesi ile sağlanır.” (Bilgin,
2010: 51)
Kitabın kahramanı
Winston Smith Okyanusya’nın Doğruluk Bakanlığı Arşiv Dairesinde çalışmakta
karizmatik lider “Büyük Birader”den nefret etmektedir. Winston, partili
arkadaşlarıyla konuşurken otoriteye teslim olmuş görünür ve “Parti’ye bağlılık düşünmemek,
düşünce gereksinimi duymamaktır. Parti’ye bağlılık bilinçsizlik demektir,” (Orwell, 2008: 52) görüşünü savunur.
Tek başınayken tuttuğu günlüğe ise “Eğer
bir umut varsa, proleterlerdedir” diye
yazmaktan çekinmez. “Eğer bir
umut varsa proleterlerde olması gerekiyordu, çünkü Parti’yi yıkacak güç, ancak
Okyanusya nüfusunun yüzde seksen beşini oluşturan, hoşlanmış bu kaynaşan
kitleden yaratılabilirdi.” (Orwell,
2008: 66) Proleterler, “Bilinçleninceye dek
başkaldırmayacaklar, başkaldırmazlarsa da bilinçlenemeyecekler,” diye düşünmektedir Winston Smith.
Zihninden geçirdikleri
sebebiyle “Düşünce Polisi”ne yakalanmak istemeyen Smith, kendisi gibi muhalif
düşünceler içinde olan Julia ile tanıştıktan sonra cinsel içgüdünün parti
tarafından baskılanmaya çalışılan gücünü keşfeder. “Parti’nin amacı yalnızca,
kadınlarla erkeklerin arasında, sonradan denetleyemeyeceği bağların oluşmasının
önüne geçmek değildi. (…) Sevgi değil de, ister evlilikte olsun, ister evlilik
dışı olsun, cinsellikti tehlikeli olan.” (Orwell,
2008: 63) Burada kastedilen tehlike ya da partinin cinselliği
baskılamadaki amacının bireyin doğuştan gelen zihinsel yetisinin engellenerek
doğal tutkuların köreltilmesine yönelik olduğu çok açıktır. Çünkü her bireyde
var olan yeti, insanın düşünmesini, sorgulamasını, arzulamasını, haz duymasını
olanaklı kılan melekelerin bütünüdür. Yeti iktidardır, aktif güçtür, erktir. Bu
sebeple de: “Yalnızca birine
duyulan aşk değil, bu hayvansal içgüdü, bu dokunulmamış tutku; Parti’yi
parçalayabilecek yegâne güç buydu.(…) Bu parti’ye indirilmiş bir darbeydi.
Sevişmek siyasal bir eylemdi. ” (Orwell,
2008: 114)
Fırsat buldukça Julia
ile buluşmaya devam eden Smith ilişkilerinin mahremiyetini gizleyeceği, tele
ekranların olmadığı bir mekân arayışına girer. “Nefret Haftası” etkinliklerinin
düzenlendiği günlerde eski eşyalar satan Bay Charrington’un dükkânının
üstündeki odayı kiralar. Kiraladığı odada Julia ile birlikte daha sık vakit
geçirmeye başlar. Bu süreçte Julia’yı da yanına alarak kendisi gibi muhalif
zannettiği partinin üst yöneticilerinden O’Brien’a düşüncelerini açıklar.
O’Brien’ın gönderdiği ve Emmanuel Goldstein tarafından yazılmış yasak kitabı
okur.
Günün birinde, üstelik
güvenilir zannettiği Bay Charrington’dan kiraladığı odada “Düşünce Polisi”ne
yakalanan Winston Smith, cezaevine konulur. Sorguya alınır. Orada O’Brien’ın
partiye ve partinin ilkelerine sadık birisi olduğu gerçeğiyle yüzleşir.
Cezaevinde işlediği düşünce suçu sebebiyle işkence ve şiddet görür. Bir süre
sonra yaşadığı şiddete, psikolojik baskıya dayanamayan Winston Smith’in tüm
direnci kırılır ve ruhunu iktidara satarak sistemin istediği gibi düşünen,
konuşan bireylerinin safına katılır. “Artık
sokaklarda çığlık atmıyordu. Sevgi Bakanlığı’na geri dönmüştü. Her şey
bağışlanmıştı, ruhu kar gibi bembeyazdı. Halk mahkemesindeydi, itiraf ediyor,
herkesi ele veriyordu.” (Orwell,
2008: 258) Nihayetinde Winston Smith kendisini “Kahrolsun Büyük Birader”
düşüncesine götüren belleğinden uzaklaşarak kendi bilincine yabancılaşır ve
“Büyük Birader”i sevmeye başladığını düşünürken beynine giren bir kurşunla
öldürülür.
Okyanusya toplumunda
karizmatik otoriteyi simgeleyen “Büyük Birader”in meşruiyetini hukuk ve
yasalardan değil şanlı devrimden alan dokunulmazlığına, geçmişin izlerini
silen, tarih kitaplarını değiştiren partinin uygulamalarına sessiz kalan,
yapılan her şeyi kabullenerek iktidara itaat eden bireylerin durumu ve Winston
Smith’in geçirdiği kişilik evrimi okurlara “Yabancılaşma” kavramını düşündürür.
“Yabancılaşmanın özünde
kişinin kendi benliğini unutması ya da benimsememesi yatar. Kişi bir
başkasının, bir eşyanın, bir yasal kurumun karşısında kendini yitirmiş, ona
bağımlı hale gelmiştir. Kendini dünyanın merkezi, fiillerinin sahibi olarak
görmez; tersine, fiilleri ve bu fiillerin sonuçları, onun boyun eğdiği, hatta
taptığı efendileri olmuştur.” (Fromm, 1990: 134)
“Taparcasına sevmenin
bir yabancılaşma işareti olduğunu belirten Fromm, ilk yabancılaşma biçimlerinin
puta tapıcılıkta ortaya çıktığını, bireylerin siyasî kurumlara ya da kişilere
ve akıldışı tutkulara (ihtiras, servet, kudret) tapmasının da mümkün
olduğunu söyler. Bunların hepsinde ortak olan şey, bireyin kendine yabancılaşma
sürecidir” (Bilgin, 2010: 186) ve George Orwell, “Bin
Dokuz Yüz Seksen Dört” ile bu süreci hem Winston Smith karakteri üzerinden hem
de yaşadığı çağın politik eleştiri biçemi diyebileceğimiz bir kurguya
yaslanarak anlatmıştır.
Birtan
Yücel
Kaynaklar
1-Eagleton
Terry (1998) Eleştirinin Görevi, Ankara, Bilim Ve Sanat Yayınları
2-Orwell
George (2008) Bin Dokuz Yüz Seksen Dört, Can Yayınları
3-Dç.
Dr. Eyigün Sabri (2006) Güdümlü Politik Roman İle Eleştirel Politik Roman
Türlerinin Karşılaştırılması Üzerine
4- Eco
Umberto (2014) Düşman Yaratmak, İstanbul, Doğan Kitap Yayınları
5-Niedzviecki
Hal (2011) Ben Özelim! Bireylik Nasıl Yeni Konformizm Haline Geldi, Ayrıntı
Yayınları
6-Bilgin
Vejdi (2010) Bizi Kuşatan Toplum Sosyolojiye Giriş, Düşünce Kitabevi Yayınları
7-Fromm
Erich (1990) Sağlıklı Toplum, İstanbul, Payel Yayınları
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder