Pazaryerindeki
esnafların tezgâhlarına dizdiği mevsimlik zerzevatı satarken savurduğu çığlıkların kendine özge gürültüsü, genizlerinden çıkan ilginç seslerin giderek
yükselen tonu bas mıdır, bariton mu? Bilmiyorum.
Fakat her
hafta sonu gittiğim semt pazarında duymaya alışık olduğum o rekabetçi
haykırışların, annesinin elinden çekiştirip duran küçük bir çocuğun masûm ağıdını kolayca
bastırdığını iyi biliyorum.
Cumartesiydi.
Evin ihtiyaçları için haftalık pazar alışverişi yapıyordum. Onları muz dizilmiş
bir tezgâhın önünde gördüm. Dört, beş yaşlarındaki çocuk, minik parmaklarını uzatmış
hem ağlıyor, hem de diğer elinden çekiştiren annesine direniyordu.
“Muz istiyorum, muz istiyorummm”
Belli
ki annenin bütün öncelikleri tencereye konacaklar içindi. Kadıncağızla kısa bir
göz teması kurunca, cüzdanındaki miktarın yetersizliğini onun yüzünde buğulanan
aynanın sırrından anladım.
Kınalı
saçlarında uçuşan soluk yemeni güllerine benziyordu kadının bakışları. Dolmalık
biber seçtiği tezgâhın önünden ağır ağır uzaklaşırken, gözlerinden süzülen yaş, muhtemelen çürük kan kırmızıydı.
Bilirim…
Hayatında bol sıfırlar çoktan firariydi ve yüreğindeki karakışta ân karaydı, düş
beyaz.
Bilirim…
İçindeki yalan dünya, kuzucuğunun uzattığı her parmakta dört mevsim zemheriyi
yaşarken, umudun dallarında sürekli tipiye tutulurdu zaman. Ateş dumana boğulurdu, duman
tufana. Derme çatma ocağında güneş desenli resimler hep “haftaya kuzum, haftaya”
sözüyle çizilirdi.
Sonra…
Yorgun
argın vardığı iki göz evinde, çantasına gizlice bırakılanı görünce, şaşkınlıkla
bir parça gülümser, benzinde kısa süreliğine de olsa kardelenler açar mı? Açmaz mı?
Meraklanırım.
Fatih Yavuz Çiçek