Şiir, Edebiyat, Kültür, Sanat

23 Temmuz 2014 Çarşamba

Bir Ayrılık, Bir Yoksulluk, Bir Ölüm


Türk Dil Kurumu sözlüğünde “yoksul”: 'Geçinmekte çok sıkıntı çeken (kimse, toplum, ülke), yoksuz, fakir, fukara, zengin, varsıl karşıtı' olarak tanımlanırken yoksulluğun da, 'yoksul olma durumu, yoksuzluk, sefillik, sefalet, fakirlik' sözcükleriyle açıklandığını görüyoruz.

Yoksulluğun zıddı varsıllığın küreselleşen dünyada satın alma gücünün en önemli gösterge aracı olan paraysa, hızlı ve değişken sermaye akımlarıyla baş döndürücü bir şekilde yer değiştirirken, gelip gittiği ülkelerin ekonomik parametrelerinde alçalıp yükselen grafikler meydana getirmektedir. Özellikle az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeler, dünya ekonomisine yön veren finansal piyasalarda meydana gelen dalgalanmaların olumsuz yönlerinden çabuk etkilenmektedir. Bu etkileşim iktisadi göstergeleri kırılgan bir seyir izleyen ülkelerde uygulanan ekonomik politikaları temelinden sarsarken, yapısal bir sorun olan yoksulluğun boyutlarının çok yönlü incelenmesini de gerekli kılıyor gibi.

Jean Jacques Rousseau: “İnsanlar ne başkalarını satın alacak kadar zengin, ne kendilerini satacak kadar yoksul olmamalıdır. Servetler arasındaki büyük eşitsizlikler; hazineleri, sahiplerinin ellerinden alarak değil; hazine kurmanın yollarını ortadan kaldırarak; yoksulluğu yoksullar için bakımevleri kurarak değil yoksulluğu ortadan kaldırarak önlemek en temel yönetim sorunlarından biridir” der.

Tarihi ve kültürü bir hayli eskilere dayanan ülkemizde yoksullukla mücadelede konusu irdelendiğinde, devletçe alınan ekonomik tedbirlerin yanı sıra halk dayanışması ve toplumsal yardımlaşmanın geleneksel bir zeminde sürdürüldüğü görülür.

Nitekim 1915–1919 yılları arasında Osmanlı Ordusu'nda görev yapmış Venezüella vatandaşı Rafael de Nogales Mendez “Hilâl Altında Dört Yıl” isimli kitabında yurdumuzu ve gözlemlerini anlatırken dilencilere gösterilen hoşgörüyü, dilencilerin ellerinin hemen hemen hiç boş döndürülmemesini ve toplumsal dayanışmanın en üst düzeye çıktığı Ramazan ay’ından bahsederken:  “Bu dönemde fakirlere sakada verilir. Türkler son derece iyilikseverdirler. Ona verebilecekleri hiçbir şey bulunmadığında bile, ağızlarından tatlı bir tarzda söylenen ‘Allah versin kardeşim’ sözleri dökülür” satırlarını biraz şaşkınlık biraz hayranlıkla yazmıştır.

Geçmişte yoksulluğa karşı dayanışmanın ve hâli vakti yerinde olmayan insanlara yardımların gizlice yapılmasını, böylece gerçek ihtiyaç sahiplerine ulaşmayı amaçlayan yöntemlerden biri de “sadaka taşları” uygulamasıdır. Sadaka taşları toplumda sağlam bir sosyal yapı oluşturmanın, hem iktisadi dayanışma hem de bireyler olarak birlikte yaşama sanatının kuşkusuz en güzel örneklerinden biri olmuştur. Yine islam inancında yoksulluğa kalkan olacak uygulamalardan birisi de zekâttır ve zekât bu özelliğiyle eşit yaratılan fakat sosyal konumları farklı insanlar arasında kurulan önemli bir köprü vazifesi görür. Zekât sayesinde yoksullar zenginlere, zenginler yoksullara yaklaşarak birbirlerini anlama fırsatı bulurlar.

Bir toplumu oluşturan tüm bireylerin ve toplumun katmanlarının mümkün olduğu kadar yüksek refah seviyesine ulaştırılması ideal olandır. Çünkü gelir dağılımında meydana gelen eşitsizlik ülkemizde en çok kırsal kesimleri etkilemiş; yoksul kesimlerin varlıkla tanışması cumhuriyetin ilanından sonra köylerden kentlere yapılan göçlerle olurken, yoksulluk kavramı da geniş içeriğiyle Türk Edebiyatında ve Türk sinemasında kendine yer bulmuş önemli temalardan biri olmuştur.

Siyah-beyaz çekilen filmlerde zengin kız, fakir genç ikilemi, köylerde toprak zengini ağalar ve yoksul ve topraksız halk arasında yaşanan olaylar birbiri ardına beyazperdeye aktarılmıştır. Sinemalarda “Çıplak Vatandaş” ismiyle gösterime giren bir film anımsıyorum. O günün şartlarında bozulan sosyo-ekonomik koşulları ve ailesini geçindirmek için iyi niyetle çalışan ama geçim sıkıntısı sebebiyle ek işler yapmak zorunda kalan yoksul bir memurun trajikomik öyküsünün anlatıldığı bu filmi yönetmen ve senarist Başar Sabuncu gerçek hayatta yaşanmış bir olaydan yola çıkarak sinemaya aktarmıştır.

Türk Halk Edebiyatının unutulmaz isimlerinden Karacaoğlan:

“Üç derdim var birbirinden seçilmez
Bir ayrılık, bir yoksulluk, bir ölüm” 

derken; halk arasında söylenen “yokluk kapıya konulacak dert değil” deyişine adeta tercüman olmuş, bu şiir aynı zamanda Anadolu rock tarzında çalışmalarıyla tanınan Ersen ve Dadaşlar tarafından müzik eseri olarak da bestelenmiştir.

Konusu insan olan edebiyatın dallarından biri olan romanlarda da yoksulluk yazarların farklı bakış açılarıyla yer almıştır. Romanlarda seçilen tipler gerçekmiş gibi anlatılırken okurun toplumun içinde yer alan fert oldukları unutulmadan detaylar ustalıkla betimlenmiş, toplumsal sorunların işlendiği roman izleğinde okuyucu sanki kendi kökleriyle buluşturulmuştur.

Stendhal’ın romanı “Yol boyunca gezdirilen ayna” şeklindeki tanımlamasından yola çıkarak incelenirse Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun “Yaban” isimli eseri Anadolu bozkırında bir köyde yalnız başına yaşayan tek kolu kesik eski bir subayın mutsuzluğu ve kendi ülkelerinin gerçekliğini görmemiş aydınlara yönelik sorgulama gibi görünse de yoksul köy yaşamından örneklerle doludur.

Yine Fakir Baykurt’un sinemaya da aktarılan kitabı “Yılanların Öcü” köy yaşamında ortaya çıkan adaletsizlikleri ve eşitsizlikleri köyde bulunan yoksulların ve nüfuzlu insanların çatışmalarını gerçekçi bir dille anlatır.

Günümüz yazarlarından Latife Tekin “Berci Kristin Çöp Masalları” isimli kitabında köyden kente göçen yoksul insanların hayatlarını, kentin kıyısında çöp yığınlarının arasında sürdürmek zorunda kaldıkları gecekondu yaşamlarını anlatırken, 1980 sonrası edebiyatımıza toplumsal içerikli yeni bir soluk getirmiştir.

Yokluk-Varlık ekseninde gelişen bütün düşünsel yaklaşımlar önümüzdeki yıllarda edebiyatta, iktisadi ilimlerde yeni açılımlar, araştırma, inceleme ve yazıtlar olarak kim bilir hangi ufuklara yelken açar bilinmez.

Fakat bugün dünyada gelir dağılımından olumsuz etkilenen ülkelerde yoksulluğun mümkün olduğu kadar azaltılması için, yokluk ve açlığın en yoğun görüldüğü başta Afrika kıtasında yaşayan halklar olmak üzere Birleşmiş Milletler Örgütü, Dünya Bankası gibi kuruluşların projeler geliştirdiğini, paneller düzenlediğini, çeşitli ekonomik kaynaklar aktardığını biliyor, hattâ geçtiğimiz yıllarda ünlü pop müzik sanatçısı Bob Geldof’un geliri yoksul ülkelere bırakılmak üzere dünyanın çeşitli ülkelerinde bir dizi konserler düzenlediğini anımsıyorum.

Oysa asıl tehlike; önümüzdeki yüzyıl içerisinde etkisini güçlü bir biçimde hissedeceğimiz, küresel ısınmayla gelen yoksulluk olacak. Önümüzdeki 50 yıl içinde deniz seviyelerindeki yükselmeyle başlayan kuraklık ve iklim değişikliklerinin yaklaşık bir milyon canlı türünün yok olmasına sebep olacağı, tarımsal üretimde düşüşler ve kuraklık sonrası bitkilerde verim azalmasının görüleceği bu durumun yiyecek stoklarını hızla tüketeceği, kuraklık sonrası ani sağanak yağışların meydana getireceği erozyon ve ormanlarda yangınlar sonrasında oluşacak  eksilmelerin asıl düşünülmesi gereken yoksulluk felaketi olarak yeni yetişen nesilleri beklediği bilim adamlarınca sürekli ifade edilmektedir.

Nitekim geçtiğimiz yıllarda Pakistan’da aşırı yağmurlar sebebiyle oluşan sel afeti bu görüşü doğrular nitelikte görünüyor değil mi?

Küçük yaşımızdan itibaren büyüklerimizden beş şeyin kıymetini iyi bilmek gerektiğini öğrendik. Ölüm gelmeden hayatın, zamanı boşa geçirmemek gerektiğinin, hastalıktan evvel sağlığın, ihtiyarlıktan evvel gençliğin, yokluk gelmeden varlığın.

Gelecek için bir şeyler yapmalı ve bu yüzden işe ilkin çevre sorunlarını çözerek başlamak galiba en doğru olanı.

Fatih Yavuz Çiçek