Türk Dil Kurumu sözlüğünde “yoksul”: 'Geçinmekte çok sıkıntı çeken
(kimse, toplum, ülke), yoksuz, fakir, fukara, zengin, varsıl karşıtı' olarak
tanımlanırken yoksulluğun da, 'yoksul olma durumu, yoksuzluk, sefillik, sefalet,
fakirlik' sözcükleriyle açıklandığını görüyoruz.
Yoksulluğun zıddı varsıllığın küreselleşen dünyada
satın alma gücünün en önemli gösterge aracı olan paraysa, hızlı ve değişken
sermaye akımlarıyla baş döndürücü bir şekilde yer değiştirirken, gelip gittiği
ülkelerin ekonomik parametrelerinde alçalıp yükselen grafikler meydana
getirmektedir. Özellikle az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeler, dünya
ekonomisine yön veren finansal piyasalarda meydana gelen dalgalanmaların olumsuz yönlerinden çabuk etkilenmektedir. Bu etkileşim
iktisadi göstergeleri kırılgan bir seyir izleyen ülkelerde uygulanan ekonomik
politikaları temelinden sarsarken, yapısal bir sorun olan yoksulluğun boyutlarının çok yönlü incelenmesini de gerekli kılıyor gibi.
Jean
Jacques Rousseau: “İnsanlar ne başkalarını
satın alacak kadar zengin, ne kendilerini satacak kadar yoksul olmamalıdır.
Servetler arasındaki büyük eşitsizlikler; hazineleri, sahiplerinin ellerinden
alarak değil; hazine kurmanın yollarını ortadan kaldırarak; yoksulluğu
yoksullar için bakımevleri kurarak değil yoksulluğu ortadan kaldırarak önlemek
en temel yönetim sorunlarından biridir” der.
Tarihi ve kültürü bir hayli eskilere dayanan ülkemizde
yoksullukla mücadelede konusu irdelendiğinde, devletçe alınan ekonomik
tedbirlerin yanı sıra halk dayanışması ve toplumsal yardımlaşmanın geleneksel bir zeminde
sürdürüldüğü görülür.
Nitekim 1915–1919 yılları arasında Osmanlı
Ordusu'nda görev yapmış Venezüella vatandaşı Rafael de Nogales Mendez “Hilâl
Altında Dört Yıl” isimli kitabında yurdumuzu ve gözlemlerini anlatırken
dilencilere gösterilen hoşgörüyü, dilencilerin ellerinin hemen hemen hiç boş döndürülmemesini
ve toplumsal dayanışmanın en üst düzeye çıktığı Ramazan ay’ından
bahsederken: “Bu dönemde fakirlere
sakada verilir. Türkler son derece iyilikseverdirler. Ona verebilecekleri
hiçbir şey bulunmadığında bile, ağızlarından tatlı bir tarzda söylenen ‘Allah
versin kardeşim’ sözleri dökülür” satırlarını biraz şaşkınlık biraz hayranlıkla
yazmıştır.
Geçmişte yoksulluğa karşı dayanışmanın ve hâli
vakti yerinde olmayan insanlara yardımların gizlice yapılmasını, böylece gerçek
ihtiyaç sahiplerine ulaşmayı amaçlayan yöntemlerden biri de “sadaka taşları” uygulamasıdır.
Sadaka taşları toplumda sağlam bir sosyal yapı oluşturmanın, hem
iktisadi dayanışma hem de bireyler olarak birlikte yaşama sanatının kuşkusuz en
güzel örneklerinden biri olmuştur. Yine islam inancında yoksulluğa kalkan
olacak uygulamalardan birisi de zekâttır ve zekât bu özelliğiyle eşit yaratılan
fakat sosyal konumları farklı insanlar arasında kurulan önemli bir köprü
vazifesi görür. Zekât sayesinde yoksullar zenginlere, zenginler yoksullara
yaklaşarak birbirlerini anlama fırsatı bulurlar.
Bir toplumu oluşturan tüm
bireylerin ve toplumun katmanlarının mümkün olduğu kadar yüksek refah
seviyesine ulaştırılması ideal olandır. Çünkü gelir dağılımında meydana gelen
eşitsizlik ülkemizde en çok kırsal kesimleri etkilemiş; yoksul kesimlerin
varlıkla tanışması cumhuriyetin ilanından sonra köylerden kentlere yapılan
göçlerle olurken, yoksulluk kavramı da geniş içeriğiyle Türk Edebiyatında ve
Türk sinemasında kendine yer bulmuş önemli temalardan biri olmuştur.
Siyah-beyaz çekilen filmlerde
zengin kız, fakir genç ikilemi, köylerde toprak zengini ağalar ve yoksul ve
topraksız halk arasında yaşanan olaylar birbiri ardına beyazperdeye
aktarılmıştır. Sinemalarda “Çıplak Vatandaş” ismiyle gösterime giren bir film anımsıyorum. O günün şartlarında bozulan sosyo-ekonomik koşulları ve ailesini geçindirmek
için iyi niyetle çalışan ama geçim sıkıntısı sebebiyle ek işler yapmak zorunda
kalan yoksul bir memurun trajikomik öyküsünün anlatıldığı bu filmi yönetmen ve
senarist Başar Sabuncu gerçek hayatta yaşanmış bir olaydan yola çıkarak
sinemaya aktarmıştır.
Türk
Halk Edebiyatının unutulmaz isimlerinden Karacaoğlan:
“Üç derdim var birbirinden seçilmez
Bir ayrılık, bir yoksulluk, bir ölüm”
derken; halk arasında söylenen “yokluk
kapıya konulacak dert değil” deyişine adeta tercüman olmuş, bu şiir aynı
zamanda Anadolu rock tarzında çalışmalarıyla tanınan Ersen ve Dadaşlar
tarafından müzik eseri olarak da bestelenmiştir.
Konusu insan olan edebiyatın
dallarından biri olan romanlarda da yoksulluk yazarların farklı bakış
açılarıyla yer almıştır. Romanlarda seçilen tipler gerçekmiş gibi anlatılırken
okurun toplumun içinde yer alan fert oldukları unutulmadan detaylar ustalıkla betimlenmiş,
toplumsal sorunların işlendiği roman izleğinde okuyucu sanki kendi kökleriyle
buluşturulmuştur.
Stendhal’ın romanı “Yol boyunca
gezdirilen ayna” şeklindeki tanımlamasından yola çıkarak incelenirse Yakup
Kadri Karaosmanoğlu’nun “Yaban” isimli eseri Anadolu bozkırında bir köyde
yalnız başına yaşayan tek kolu kesik eski bir subayın mutsuzluğu ve kendi
ülkelerinin gerçekliğini görmemiş aydınlara yönelik sorgulama gibi görünse de
yoksul köy yaşamından örneklerle doludur.
Yine Fakir Baykurt’un sinemaya da
aktarılan kitabı “Yılanların Öcü” köy yaşamında ortaya çıkan adaletsizlikleri
ve eşitsizlikleri köyde bulunan yoksulların ve nüfuzlu insanların çatışmalarını
gerçekçi bir dille anlatır.
Günümüz
yazarlarından Latife Tekin “Berci Kristin Çöp Masalları” isimli kitabında
köyden kente göçen yoksul insanların hayatlarını, kentin kıyısında çöp
yığınlarının arasında sürdürmek zorunda kaldıkları gecekondu yaşamlarını
anlatırken, 1980 sonrası edebiyatımıza toplumsal içerikli yeni bir soluk
getirmiştir.
Yokluk-Varlık ekseninde gelişen
bütün düşünsel yaklaşımlar önümüzdeki yıllarda edebiyatta, iktisadi ilimlerde
yeni açılımlar, araştırma, inceleme ve yazıtlar olarak kim bilir hangi ufuklara
yelken açar bilinmez.
Fakat bugün dünyada gelir
dağılımından olumsuz etkilenen ülkelerde yoksulluğun mümkün olduğu kadar
azaltılması için, yokluk ve açlığın en yoğun görüldüğü başta Afrika kıtasında yaşayan halklar olmak üzere Birleşmiş Milletler Örgütü, Dünya Bankası gibi kuruluşların projeler geliştirdiğini,
paneller düzenlediğini, çeşitli ekonomik kaynaklar aktardığını biliyor, hattâ geçtiğimiz
yıllarda ünlü pop müzik sanatçısı Bob Geldof’un geliri yoksul ülkelere
bırakılmak üzere dünyanın çeşitli ülkelerinde bir dizi konserler düzenlediğini anımsıyorum.
Oysa asıl tehlike; önümüzdeki yüzyıl içerisinde etkisini güçlü bir biçimde hissedeceğimiz, küresel ısınmayla gelen yoksulluk olacak. Önümüzdeki 50 yıl içinde deniz seviyelerindeki yükselmeyle başlayan kuraklık ve iklim değişikliklerinin yaklaşık bir milyon canlı türünün yok olmasına sebep olacağı, tarımsal üretimde düşüşler ve kuraklık sonrası bitkilerde verim azalmasının görüleceği bu durumun yiyecek stoklarını hızla tüketeceği, kuraklık sonrası ani sağanak yağışların meydana getireceği erozyon ve ormanlarda yangınlar sonrasında oluşacak eksilmelerin asıl düşünülmesi gereken yoksulluk felaketi olarak yeni yetişen nesilleri beklediği bilim adamlarınca sürekli ifade edilmektedir.
Nitekim geçtiğimiz yıllarda
Pakistan’da aşırı yağmurlar sebebiyle oluşan sel afeti bu görüşü doğrular
nitelikte görünüyor değil mi?
Küçük yaşımızdan itibaren
büyüklerimizden beş şeyin kıymetini iyi bilmek gerektiğini öğrendik. Ölüm
gelmeden hayatın, zamanı boşa geçirmemek gerektiğinin, hastalıktan evvel
sağlığın, ihtiyarlıktan evvel gençliğin, yokluk gelmeden varlığın.
Gelecek için bir şeyler yapmalı ve bu yüzden işe ilkin çevre sorunlarını
çözerek başlamak galiba en doğru olanı.
Fatih Yavuz Çiçek