Telefonda işittiğim ilk sözü buydu her zaman:
"Ben Asım."
Kendini hemen tanıtırdı; telefonu ben açmış da olsam, kendisi açmış da olsa, beklemeden "Ben Asım." sesini duyuyordum. Ben de "Sayın eleştirmen Asım Bezirci ile konuşmak istiyorum." diye sesleniyordum. Ya da "Cumhuriyet döneminin değerli eleştirmeni Sayın Asım Bezirci." diyordum.
"Asım demek yeter, benim adım Asım”
"Hayır, sizin adınız Asım Bezirci'dir; Türkiye'de binlerce Asım adlı kişi vardır, ama Asım Bezirci bir tanedir; onun için yalnızca Asım demek doğru değildir."
Zamanımız varsa bu gibi tatlı tartışmalarımız sürerdi.
Osmanlıca yazıp "Ne çıkar bir iki Arapça sözcükten!" Ya da "Ama bu Arapça sözcükler çok önemli, çok anlamlıl Bunlar olmazsa ne yazı, yazı olur ne şiir, şiir olur; şiir bunlarsız olmaz!" diyerek Arapça Farsça bol bol kullandığı yazılarını Türk Dili Dergisinde yayımlatmak isteyen bazı -bilinçsiz ve bilisiz diyeceğim- sevgili tanıdıkların bizde, içimizde yarattığı derin üzüncü hemen sezerek bana destek olmaya koşuyordu Asım Bezirci. "Anlarlar bir gün, öğrenirler bir gün, üzülme." diyerek bana avuntu vermeye çalışıyordu. Onların geri kalmışlığından sanki kendini suçluyor gibi davranarak benden özür dilemeye kalkıyordu, özellikle genç yazarlardan sanki hep kendisi sorumluydu!
*
Çok kalabalık bir perşembe gecesinde sevdiğimiz genç bir yazar dostumuz yüksek sesle bir olguyu herkese duyurdu:
"Arkadaşlar, dedi, Ahmet Miskioğlu şiirimi basmadı!"
Türk Dili Dergisi çalışanları, hiçbir yazarın özel durumunu onun izni olmadan yansıtmaya yetkili değildir.
O sevgili dostumuz, kendisine değgin bir olgunun duyurusunu doğrudan kendisi yapıyordu; bizim yapacak hiçbir şeyimiz kalmamış oluyordu.
Konu üstünde konuşmalar başladı. Sanki herkes sinirlenmişti. Böyle olur mu idi; yazarın, ozanın özgürlüğüne dokunulmalı mıydı? Birçokları görüşünü söyledi. Sanki, haksızlık yapmış bir kişi durumuna gelmiştim ben.
Bir hayli uzayan konuşmalardan sonra, bir arkadaş benim de konuşmamı istedi.
Ben ne söyleyebilirdim? Atatürk'ün kurduğu kapatılan Türk Dil Kurumu'nun ilkelerinin yürürlükte kalmasına çaba gösteren Türk Dili Dergisi’nin ilkeleri belliydi ve bunu herkes biliyordu. Yinelemenin bir anlamı var mıydı?
"Arkadaşın şiirini okudum. Çok beğendim. O şiiri yayımlayacak başka dergiler her zaman bulunur” dedim. Başka ne diyebilirdim?
Ama, Asım Bezirci dayanamadı, söz aldı, sanki benim adıma konuştu:
"Bu şiiri, ya da bunun gibi yazıları, içinde bol Arapça, Farsça sözcükler bulunan yazıları Türk Dili Dergisi'nde yayımlayamaz Ahmet Miskioğlu! Hatır için yayımlarsa kendine ters düşer. Türkçenin arı-duru görünümünü bozarak Türkçeyi yozlaştıran çok dergi var ülkemizde, onlar basabilir. Arkadaşlar, Ahmet Miskioğlu'ndan kendine ters düşmesini isteyemeyiz. En iyisi Türkçe karşılığı bulunan yabancı sözcük kullanmama yolunu tutmalıyız." dedi.
Asım Bezirci’nin bu konuşmasına kimse yanıt vermedi. Ve sorun, böylece kapanmış oldu.
*
Asım Bezirci; iyi bir eleştirmen, iyi bir incelemeci, denemeci olduğu ölçüde bir dilseverdi de. Dost dergisinde 1950-1960 yıllarında "Türkçe Karşılıklar Bulalım" başlığı altında çalışmaları var. 1960-1964 yıllarında da buna benzer çalışmalarını "Derlemeler Türetmeler" başlığı altında Türkçe dergisinde sürdürdü.
Nazım Hikmet üstüne hazırladığı 311 sayfalık incelemesini[i] bana imzalarken dile bakışını öne çıkararak şöyle yazmıştı: "Dost Ahmet Miskioğlu'na, Türkçenin arınması, gelişmesi, güzelleşmesi yolunda gösterdiği çabaya, dirence duyduğum saygıyla...28.2.93"
*
Onun çevirmenliği de üzerinde durulmamış bir yanıdır. Bezirci’nin 15 çeviri yapıtı vardır. Okurlarca tutulmuş yapıtlardır bunlar. İçlerinde on kez basılanlar vardır. Sözgelimi "Varoluşçuluk" (J.P. Sartre) bunlardan biridir. Bir konuşmasında şöyle demiştir: "Bir 'eleştirmen’ olarak tanıtılıp yargılanıyorum hep. Oysa, eleştirilerim yanında, denemelerimle çevirilerim de var benim. Onlara da en az eleştirilerim ölçüsünde emek veriyorum, özen gösteriyorum. Herhalde bu dallarda yeterince başarılı değilim. Yahut, ne bileyim, eleştirmenliğim belki de denemeciliğimle çevirmenliğimden çok ağır basıyor, eziyor ya da gölgeliyor onları. Fakat nedeni ne olursa olsun, sonuç hiç de iç açıcı değil. Dolayısıyla, buna ilk sizin parmak basmanıza sevindiğimi belirtmek istiyorum. Dilci yanıma da Türk Dili Dergisi'nde (Mart 1991) ilkin yine siz dikkati çekmiştiniz.”[ii]
Asım Bezirci, yaşamının en devinimli dönemine girmişti. 70 yapıtı olan bu insanın birçok yapıtları tükenmişti. Yeniden basılmaları gerekiyordu. O da yapıtlarının hepsini yeniden günışığına çıkarma eylemine girmişti. Kendine izlenceler yapmıştı. İşlerini hızla yürütebilmek için bilgisayar bile almıştı.
En son telefonla konuştuk Bezirci’yle. Sivas'a gidiyordu. Sivas'tan dönüşünde de doğrudan yazlığa, Ören'e gidecekti. Eşi Refika Bezirci Sivas'a gelmiyordu. Ören'de buluşacaklardı. Orada üç ay kalacaklardı. Planladığı gibi çalışacaktı. Bu arada görüşemiyeceğimizi vurguladı. Bu; bir ayrılış esenlik dilemesiydi. Üç ay için bir esenleşmekti. Sonsuza dek esenleştiğimizi ne o biliyordu ne de ben biliyordum.
Oysa, artık Asım Bezirci kardeşimle hiç görüşemeyeceğiz. Perşembe sabahları telefonlaşıp günün planlanması üzerinde hiç konuşamıyacağız. Yeni çıkacak betiklerini artık bana hiç imzalamayacak. Pırıl pırıl sevecen bakışlarıyla aramızda artık hiç dolaşmayacak.
Onu ve onunla birlikte 36 yaratımerini yakarak öldürenlere, bu alçaklığı yapanlara bin kargış!