Şiir, Edebiyat, Kültür, Sanat

11 Mart 2015 Çarşamba

Sezai Karakoç Şiirlerinde Biçem ve Konuların Uyumu



Herkesin anlayacağı bir ifadeyle söylemek gerekirse konu neyin anlatıldığı, biçem ise bunun nasıl anlatıldığıdır. Mimarlıkta, figüratif olmayan resimde ve çoğu müzik yapıtında konu yoktur. Bunlardaki biçem bir şeyin nasıl anlatıldığına bağlı olamaz, çünkü bunlar doğrudan bir şey anlatmaz; başka şeyler yaparlar, başka ifade yollarını kullanırlar. Yazınsal yapıtların pek çoğu bir şeyler anlatırken çoğunlukla başka şeyler de yapar; yapıtların bunları gerçekleştirirken izlediği bazı yollar da biçeme ilişkindir. Ayrıca bir yapma tarzının ‘ne’si, bir başkasının ‘nasıl’ı olabilir. Aslında söz konusu tek işlevin anlatmak olduğu yerlerde bile, biçemin dikkate değer kimi özelliklerinin, anlatırken izlenen yolun özellikleri değil de konunun özellikleri olduğunu kabul etmek gerekir. Bu sebeple pek çok açıdan konu biçemle ilişkilidir. Çünkü biçemin ayırdına varmak, sanat yapıtlarını ve sundukları dünyaları anlamanın ayrılmaz bir parçasıdır.(1)

İlk şiirlerini Garip Akımı’nın hüküm sürdüğü 1950’li yıllarda yayımlayan Sezai Karakoç’un şiirde asıl yolculuğu İkinci Yeni Akım olarak adlandırılan dönemle başlar. Genel olarak bu dönem şiirlerinin biçim bakımından değilse de biçem ve içerik bakımlarından oldukça farklı olduğu açıkça görülebilir.  İkinci Yeni şairlerinin, dilin ve şiirin kurallarına Garip’ten daha köktenci olarak “başkaldıran” biçemlerine, “referanslarını” yaşamın traji-komik” çelişkilerinden alan içeriklerine karşılık; Sezai Karakoç’un dili ve biçemi daha “uslu”, içeriğindeki “geleneksel” öğelerle daha “dramatik”tir ve İkinci Yeni’nin çoğu kez kaçındığı “anlatı”yı gözüpek bir tavırla kullanmaktan çekinmez. Bunun sonucu olarak da Sezai Karakoç’un, “biçemin arkasında kalan düşünce şiiri” ne yöneleceği daha ilk şiirlerinden bellidir ve bu şiirlerinde diliyle biçemine de az çok, sonuna kadar bağlı kalır.(2)

Sezai Karakoç’un kendi özgün biçemini bulduğu  “Hızırla Kırk Saat” isimli uzun şiirini yayımladığı dönemde kendisine yöneltilen bir soruya: “Benim şiirim, aşk, hürriyet, arayış, ölüm gibi varolmanın dinamitlendiği noktalardaki trajik espriyi, irrasyonele, absürde bulanmış, (MUTLAK) ı zaptetmektir. Gittikçe bunu yapmak istiyor şiirim” (3) diye yanıt verirken, “Hızırla Kırk Saat”in yazılış hikâyesini ise şöyle anlatır: “Hızırla Kırk Saat adlı, kırk bölümlü şiirimi 1967 yılı mayıs ve haziran aylarında, Yenikapı'da, deniz kenarında, kayalıklar arasındaki bir kır kahvesinde yazdım. Aşağı yukarı, kırk gün, akşamüzeri, bir iki saat, orda, deniz dalgalarının kıyıya çarpma seslerini dinleyerek ve her seferinde şiirin bir bölümünü yazarak kitabı tamamladım. Zaten, bu yüzdendir ki, şiire, Hızırla Kırk Saat ismini verdim: Sanki orada Hızır'a randevu vermiştim de, her gidişimde, bu randevunun verimi ve armağanı olarak bir bölümle döndüm.” (4)

“Hızırla Kırk Saat” in yazılmasıyla başlayan süreçte Sezai Karakoç; şiirde istediğini yapabilmek için yönünü artık Batı’dan, Doğu’ya, kendi medeniyetine, kendi kimliğine, kendi içimize, kendi kültürel köklerimize dönmek gerektiğinin farkındadır ve bu farkındalık “Hızırla Kırk Saat”, “Taha’nın Kitabı”, Gül Muştusu” üçlemesindeki yoğun anlatıcı, destansı biçemi ve mesnevi tarzıyla kendini hissettirir ki biz bu üçlemeyi dağ doruğundan kopan bir kar topağının yamaçtan aşağıya yuvarlandıkça büyümesi, büyüdükçe de geçtiği yerlerden başka parçalar alarak çığa dönüşmesine benzetebiliriz.

“Bu çok sağlam surlu şehirden de geçtim
Beni yalnız yarasalar tanıdı”

Dizeleriyle başlayan kitapta Hızır, İslâm kültüründe var olan ve kıyamete kadar yaşayacağı düşünülen biridir ve Sezai Karakoç’un şiirine, insanoğlunun yaşam ve evreni semboller aracılığıyla adlandırma yeteneğinin bir sonucu girdiği, şairin inanç değerlerinin karşılığı olarak Hızırla birlikte yaradılıştaki sırrı, seyr-i sülûk bir ruh hâlindeymiş gibi kavramaya çalıştığı kuşkusuzdur. Şiirdeki söylem için “metafizik” görüşünde olanlara rağmen, Sezai Karakoç şiiri Batılı metafizik felsefeye dayanmaz. Çünkü şiirlerin biçemi metafizik felsefenin “özdeşlik”, yani insanoğlunun kendi boyutunun dışındaki boyutları göremeyeceği ilkesine tezattır. Zaten, Batılı mânâda felsefesi olmayan İslâm kültüründe İslam mistizmi şeklinde de tanımlanabilecek tasavvuf düşüncesi vardır ve bu açıdan Sezai Karakoç’un üçlemedeki şiirleri “Mistik”tir. Hatta şairin:

“Bir site kuran sabah yelinden
Bir uygarlık secdeden
Kütüphaneleri renklendiren
Muhyiddin-i Arabi değil miyiz”

Söyleminden ve şiirde yinelenen Muhyiddin-i Arabî çağrışımlarından yola çıkarak onun eski şiir geleneğimizi İslâm mistizmi olan tasavvuf temelinde bir yenileşme zeminine dönüştürdüğünü söylemek pekâlâ mümkündür.


Tasavvuf, insanın kendi içine yolculuğu, derunîleşmenin diğer adıdır. Kavramın ötesindeki gerçek; sistemin ötesindeki hayattır. Kelime değil hâl, kabuk değil özdür. Farklılıkların kendine referansla olageldikleri temeldeki bir; birlikteki ruhtur. (5)

Hızırla Kırk Saat’in ardından yayımlanan Taha’nın Kitabı:

 “Taha dağın ucunda
Bir kavis gördü
Dönen bir göz yayıydı bu
kirpiklerden ve güneşten
Dünyanın sularla kırılmasından
Doğma bir yaz yayıydı bu
Taha’daki değişme böyle oldu”

Dizeleriyle başlar ve bir nevi onun devamı niteliğindedir. Şair, bizi Taha’nın serüvenine tanık olmak üzere yola çıkarırken, kesinliğin dar sınırları içerisine değil, çağrışımların engin ufuklarının sonsuzluğunda gezdirir. “Taha”’nın serüvenini anlatıcısı; kimileyin yorumcudur, kimileyin seyirci… Taha’nın kim ya da ne olduğu konusunda ortaya bir çok yorumun atılmasının sebebi de budur; bana kalırsa Taha, “asr-ı saadet” te yeni bir “dünyevi” serüvene girişen “İslâm insanı”nın simgesidir; Taha’nın gördüğü “kavis” de, yüzyıllar öncesinde insanın kaderini değiştiren İslâm” dır.(6)

Bir başka değerlendirmeye göre “Mesnevi’de kirpiği eğrilip gözünün önüne gelmiş olduğu halde ay’ı gözleyen ve ay çıkmamış olmasına rağmen ayı gördüğünü söyleyen biri hikâye edilir. Bu kıssadan Mevlânanın çıkardığı hissedeki “bir eğri kıl gökyüzüne perde olursa..” cümlesi, Taha'nın, kendisi ile özü arasına giren kavisin niteliğini anlatmaya ışık tutacaktır. Bir ayağı çağımızda olan Taha, öbür ayağı ile peygamberler tarihini dolaşır. Taha mümindir. Dramatik bir gidiş içinde çağımızdaki “mümin”i simgeler. Önceki eserde Hızır’ın yüklendiği konumu burada Taha yüklenmiştir.(7)


Üçlemenin son kitabı Gül Muştusu’na:

 “Bahar Dediğin de ne
Bulutun içinde kaybolan kuş
Cihetsiz serçe sesleri
Duman ve buğu
Atardamarda bir kitap
Aşk uğruna yaralanmış bir Karacadağlının kucağımıza yıkılışı: gül”

Dizeleriyle başlayan Sezai Karakoç, şiirin ortasında “Çapası dalınca vakit toprağına” der.

Mutlak teslimiyetin, muhabbetin, aşkın, dirilişin sembolü, peygamberimizi simgeleyen gül muştusunda toprak; insandır, dildir, irfandır, edebiyattır, san’attır, değerlerdir. Kısaca gelenek ya da geleneklerdir. Ama bizim geleneklerimiz; içinde yetiştiğimiz Türk-İslâm kültürüdür.

“Ey gül sen bahar yağmuruna karışan
Diriliş şarabı olursun bize”

“Size bir mutluluk haberi gibi
Gül gelecek
Kıyamet demek gülün gelişi demek
Gül peygamber muştusu peygamber sesi”

Kitaba “Gül Muştusu”nun isim olarak verilmesi de bilinçli bir tercihtir. Çünkü Türk Edebiyatı’nda, Türk şiir geleneğinde gül kadar değişik benzetme ve mecazlara konu olmuş başka bir çiçek yoktur. Özellikle, Divan Edebiyatı, (13-18. yüzyıl) gül ile ilgili beyit ve dizeler açısından en zengin dönemdir. Bu zenginliğin asıl kaynağı ise din ve tasavvuftur. Kapalı bir inanç alanı oluşturan tasavvuf, düşüncelerini, neredeyse kendisine ait bir dil denilebilecek kadar farklı sembollerle ortaya koymuştur. Tasavvufa bağlananlar, tanrı ve peygamber sevgisini anlatırken günlük kullanım dilinin çok ötesine geçmişler ve neredeyse anlamlarını sadece kendilerinin bildikleri bir dil dünyası oluşturmuşlardır. Bu dil kullanımında, doğadaki her şey, tanrı ve peygamberin, insan ve doğa ile olan bağlantısını veren işaretler olarak ele alınmıştır.

“Kur’an meşalesini
Dikmek için karanlık dağlara
Işık saçmak için dört yana
Zeytine yağ
İncire bal vermek için
Gülün muştusunu vermek için
Dağlara taşlara
Kuşlara balıklara mercana
İnsana
Beni Sen gönderdin”

Tanrı, peygamber ve insan arasındaki gizli ilişkileri anlatmada gül belki de en uygun sembol olarak düşünülmüştür. Çünkü gül, rengi, kokusu, şekli gibi temel unsurlarının yanında gonca hâli, bülbül ile olan bağlantısı, dikenleri, bir baharlık ömrü olması gibi ikincil öğelerle sayısız kullanımlara uygun bir özelliğe sahiptir. Tasavvufi sembolizmde gonca durumundaki gül, tanrısal birliği, açılmış gül ise birliğin çokluk halinde ortaya çıkışını temsil eder.(8)

“Diriliş Neslinin Âmentüsü” nde “Kendimin bir diriliş eri olduğuna inanıyorum. Bir Diriliş Cephesi bulunduğuna ve kendimin de o cephede bir savaş adamı olduğuma, olmam gerektiğine inanıyorum” (9) diyen Sezai Karakoç’un şiirlerinde “Hızırla Kırk Saat” ile başlayan değişim, toprağa düşen bir çekirdeğin kabuğunu çatlatıp, filiz vermesi, dallanıp budaklanarak ağaca dönüşmesi, çiçek açması, meyve vermeye başlaması gibidir ve bu sebeple “Diriliş” düşüncesinin simgesi olarak seçilen “gül ağacı” Sezai Karakoç şiirlerinin “decoder”i olarak algılanmalıdır.

Sezai Karakoç Şiirlerinde Biçem ve Konuların Uyumu başlığını verdiğimiz bu çalışmamızı, Gül Muştusu’nda yer alan Fecir Devleti’nin final dizeleriyle sonlandıralım.

“Mercan kitap ve doğurgan yaradan
Zamanın an an tanık olduğu
Bütün gerçekliğiyle sûrelerden
Gelecek yeni bir, bir insan ruhu
Yüzü hep dönük fecir devletine
Gönlünde hep cennetten bir site
İpek örtülerin hışırtısı
Gün yüzlü insanların gezintisi
Dillerinde ipekten yumuşak
Kılıçtan keskin âyetler
Gezinirler fecir yapısının ufkunda
Ve ben gözlerim onları
Her sabah gün doğarken
Güvercinler konarken taraçalara
Fatih’te
Oturduğum
Çatı
Katında” (10)

Fatih Yavuz Çiçek

Kaynaklar
1-Nelson Godman, Dünyalar Nasıl Yapılır, Sayfa 29 Çeviri: Akın Terzi
2-Kemal Bek, Şiirden Eleştiriye, Sonkişot Yayınları, Sayfa 148
3-Diriliş-1967 Sayı. 10-11-12
4- Sezai Karakoç, Edebiyat Yazıları III: Eğik Ehramlar, Diriliş Yayınları 1996, Sayfa 20
5-Prof.Dr. Kenan Gürsoy, Bir Felsefe Geleneğimiz Var mı? Etkileşim Yayınları, Sayfa 86
6-Kemal Bek, Şiirden Eleştiriye, Sonkişot Yayınları, Sayfa 150
7-Ebubekir Eroğlu, Sezai Karakoç’un Şiiri, Bürde Yayınları, Sayfa 76
8-Türk ve Alman Şiirinde Gül İmgesi, Doç. Dr. Fatih Tepebaşılı, Yrd.Doç.Dr.Kemal
   Kahramanoğlu/Selçuk Üniversitesi
9-Diriliş Neslinin Âmentüsü, Sezai Karakoç, Diriliş Yayınları, Sayfa 7
10-Gün Doğmedan, Sezai Karakoç, Diriliş Yayınları Sayfa 422

1 yorum:

Adsız dedi ki...

Sezai Karakoc'u ve eserlerini pek severim cok tesekkurler paylasiminiz icin