Herkesin anlayacağı bir ifadeyle
söylemek gerekirse konu neyin anlatıldığı, biçem ise bunun nasıl
anlatıldığıdır. Mimarlıkta, figüratif olmayan resimde ve çoğu müzik yapıtında
konu yoktur. Bunlardaki biçem bir şeyin nasıl anlatıldığına bağlı olamaz, çünkü
bunlar doğrudan bir şey anlatmaz; başka şeyler yaparlar, başka ifade yollarını
kullanırlar. Yazınsal yapıtların pek çoğu bir şeyler anlatırken çoğunlukla
başka şeyler de yapar; yapıtların bunları gerçekleştirirken izlediği
bazı yollar da biçeme ilişkindir. Ayrıca bir yapma tarzının ‘ne’si, bir
başkasının ‘nasıl’ı olabilir. Aslında söz konusu tek işlevin anlatmak olduğu
yerlerde bile, biçemin dikkate değer kimi özelliklerinin, anlatırken izlenen
yolun özellikleri değil de konunun özellikleri olduğunu kabul etmek gerekir. Bu
sebeple pek çok açıdan konu biçemle ilişkilidir. Çünkü biçemin ayırdına varmak,
sanat yapıtlarını ve sundukları dünyaları anlamanın ayrılmaz bir parçasıdır.(1)
İlk şiirlerini Garip Akımı’nın
hüküm sürdüğü 1950’li yıllarda yayımlayan Sezai Karakoç’un şiirde asıl
yolculuğu İkinci Yeni Akım olarak adlandırılan dönemle başlar. Genel olarak bu
dönem şiirlerinin biçim bakımından değilse de biçem ve içerik bakımlarından
oldukça farklı olduğu açıkça görülebilir.
İkinci Yeni şairlerinin, dilin ve şiirin kurallarına Garip’ten daha
köktenci olarak “başkaldıran” biçemlerine, “referanslarını” yaşamın
traji-komik” çelişkilerinden alan içeriklerine karşılık; Sezai Karakoç’un dili
ve biçemi daha “uslu”, içeriğindeki “geleneksel” öğelerle daha “dramatik”tir ve
İkinci Yeni’nin çoğu kez kaçındığı “anlatı”yı gözüpek bir tavırla kullanmaktan
çekinmez. Bunun sonucu olarak da Sezai Karakoç’un, “biçemin arkasında kalan
düşünce şiiri” ne yöneleceği daha ilk şiirlerinden bellidir ve bu şiirlerinde
diliyle biçemine de az çok, sonuna kadar bağlı kalır.(2)
Sezai Karakoç’un kendi özgün
biçemini bulduğu “Hızırla Kırk Saat”
isimli uzun şiirini yayımladığı dönemde kendisine yöneltilen bir soruya: “Benim
şiirim, aşk, hürriyet, arayış, ölüm gibi varolmanın dinamitlendiği noktalardaki
trajik espriyi, irrasyonele, absürde bulanmış, (MUTLAK) ı zaptetmektir.
Gittikçe bunu yapmak istiyor şiirim” (3) diye
yanıt verirken, “Hızırla Kırk Saat”in yazılış hikâyesini ise şöyle anlatır: “Hızırla Kırk Saat adlı, kırk bölümlü şiirimi 1967
yılı mayıs ve haziran aylarında, Yenikapı'da, deniz kenarında, kayalıklar
arasındaki bir kır kahvesinde yazdım. Aşağı yukarı, kırk gün, akşamüzeri, bir
iki saat, orda, deniz dalgalarının kıyıya çarpma seslerini dinleyerek ve her
seferinde şiirin bir bölümünü yazarak kitabı tamamladım. Zaten, bu yüzdendir
ki, şiire, Hızırla Kırk Saat ismini verdim: Sanki orada Hızır'a randevu
vermiştim de, her gidişimde, bu randevunun verimi ve armağanı olarak bir
bölümle döndüm.” (4)
“Hızırla Kırk Saat” in
yazılmasıyla başlayan süreçte Sezai Karakoç; şiirde istediğini yapabilmek için
yönünü artık Batı’dan, Doğu’ya, kendi medeniyetine, kendi kimliğine, kendi
içimize, kendi kültürel köklerimize dönmek gerektiğinin farkındadır ve bu
farkındalık “Hızırla Kırk Saat”, “Taha’nın Kitabı”, Gül Muştusu” üçlemesindeki yoğun
anlatıcı, destansı biçemi ve mesnevi tarzıyla kendini hissettirir ki biz bu
üçlemeyi dağ doruğundan kopan bir kar topağının yamaçtan aşağıya yuvarlandıkça
büyümesi, büyüdükçe de geçtiği yerlerden başka parçalar alarak çığa dönüşmesine
benzetebiliriz.
“Bu çok sağlam surlu şehirden de
geçtim
Beni yalnız yarasalar tanıdı”
Dizeleriyle başlayan kitapta Hızır,
İslâm kültüründe var olan ve kıyamete kadar yaşayacağı düşünülen biridir ve
Sezai Karakoç’un şiirine, insanoğlunun yaşam ve evreni semboller aracılığıyla
adlandırma yeteneğinin bir sonucu girdiği, şairin inanç değerlerinin karşılığı
olarak Hızırla birlikte yaradılıştaki sırrı, seyr-i sülûk bir ruh hâlindeymiş
gibi kavramaya çalıştığı kuşkusuzdur. Şiirdeki söylem için “metafizik”
görüşünde olanlara rağmen, Sezai Karakoç şiiri Batılı metafizik felsefeye
dayanmaz. Çünkü şiirlerin biçemi metafizik felsefenin “özdeşlik”, yani
insanoğlunun kendi boyutunun dışındaki boyutları göremeyeceği ilkesine
tezattır. Zaten, Batılı mânâda felsefesi olmayan İslâm kültüründe İslam
mistizmi şeklinde de tanımlanabilecek tasavvuf düşüncesi vardır ve bu açıdan
Sezai Karakoç’un üçlemedeki şiirleri “Mistik”tir. Hatta şairin:
“Bir site kuran sabah yelinden
Bir uygarlık secdeden
Kütüphaneleri renklendiren
Muhyiddin-i Arabi değil miyiz”
Söyleminden ve şiirde yinelenen
Muhyiddin-i Arabî çağrışımlarından yola çıkarak onun eski şiir geleneğimizi İslâm
mistizmi olan tasavvuf temelinde bir yenileşme zeminine dönüştürdüğünü söylemek
pekâlâ mümkündür.
Tasavvuf, insanın kendi içine
yolculuğu, derunîleşmenin diğer adıdır. Kavramın ötesindeki gerçek; sistemin
ötesindeki hayattır. Kelime değil hâl, kabuk değil özdür. Farklılıkların
kendine referansla olageldikleri temeldeki bir; birlikteki ruhtur. (5)
Hızırla Kırk Saat’in ardından
yayımlanan Taha’nın Kitabı:
“Taha dağın ucunda
Bir kavis gördü
Dönen bir göz yayıydı bu
kirpiklerden ve güneşten
Dünyanın sularla kırılmasından
Doğma bir yaz yayıydı bu
Taha’daki değişme böyle oldu”
Dizeleriyle başlar ve bir nevi onun
devamı niteliğindedir. Şair, bizi Taha’nın serüvenine tanık olmak üzere yola
çıkarırken, kesinliğin dar sınırları içerisine değil, çağrışımların engin
ufuklarının sonsuzluğunda gezdirir. “Taha”’nın serüvenini anlatıcısı; kimileyin
yorumcudur, kimileyin seyirci… Taha’nın kim ya da ne olduğu konusunda ortaya bir
çok yorumun atılmasının sebebi de budur; bana kalırsa Taha, “asr-ı saadet” te
yeni bir “dünyevi” serüvene girişen “İslâm insanı”nın simgesidir; Taha’nın
gördüğü “kavis” de, yüzyıllar öncesinde insanın kaderini değiştiren İslâm” dır.(6)
Bir başka değerlendirmeye göre
“Mesnevi’de kirpiği eğrilip gözünün önüne gelmiş olduğu halde ay’ı gözleyen ve
ay çıkmamış olmasına rağmen ayı gördüğünü söyleyen biri hikâye edilir. Bu
kıssadan Mevlânanın çıkardığı hissedeki “bir eğri kıl gökyüzüne perde olursa..”
cümlesi, Taha'nın, kendisi ile özü arasına giren kavisin niteliğini anlatmaya
ışık tutacaktır. Bir ayağı çağımızda olan Taha, öbür ayağı ile peygamberler
tarihini dolaşır. Taha mümindir. Dramatik bir gidiş içinde çağımızdaki “mümin”i
simgeler. Önceki eserde Hızır’ın yüklendiği konumu burada Taha yüklenmiştir.(7)
Üçlemenin son kitabı Gül Muştusu’na:
“Bahar Dediğin de ne
Bulutun içinde kaybolan kuş
Cihetsiz serçe sesleri
Duman ve buğu
Atardamarda bir kitap
Aşk uğruna yaralanmış bir
Karacadağlının kucağımıza yıkılışı: gül”
Dizeleriyle başlayan Sezai
Karakoç, şiirin ortasında “Çapası dalınca vakit toprağına” der.
Mutlak teslimiyetin, muhabbetin,
aşkın, dirilişin sembolü, peygamberimizi simgeleyen gül muştusunda toprak; insandır,
dildir, irfandır, edebiyattır, san’attır, değerlerdir. Kısaca gelenek ya da
geleneklerdir. Ama bizim geleneklerimiz; içinde yetiştiğimiz Türk-İslâm
kültürüdür.
“Ey gül sen bahar yağmuruna
karışan
Diriliş şarabı olursun bize”
“Size bir mutluluk haberi gibi
Gül gelecek
Kıyamet demek gülün gelişi demek
Gül peygamber muştusu peygamber sesi”
Kitaba “Gül Muştusu”nun isim
olarak verilmesi de bilinçli bir tercihtir. Çünkü Türk Edebiyatı’nda, Türk şiir
geleneğinde gül kadar değişik benzetme ve mecazlara konu olmuş başka bir çiçek
yoktur. Özellikle, Divan Edebiyatı, (13-18. yüzyıl) gül ile ilgili beyit ve
dizeler açısından en zengin dönemdir. Bu zenginliğin asıl kaynağı ise din ve
tasavvuftur. Kapalı bir inanç alanı oluşturan tasavvuf, düşüncelerini,
neredeyse kendisine ait bir dil denilebilecek kadar farklı sembollerle ortaya
koymuştur. Tasavvufa bağlananlar, tanrı ve peygamber sevgisini anlatırken
günlük kullanım dilinin çok ötesine geçmişler ve neredeyse anlamlarını sadece
kendilerinin bildikleri bir dil dünyası oluşturmuşlardır. Bu dil kullanımında,
doğadaki her şey, tanrı ve peygamberin, insan ve doğa ile olan bağlantısını
veren işaretler olarak ele alınmıştır.
“Kur’an meşalesini
Dikmek için karanlık dağlara
Işık saçmak için dört yana
Zeytine yağ
İncire bal vermek için
Gülün muştusunu vermek için
Dağlara taşlara
Kuşlara balıklara mercana
İnsana
Beni Sen gönderdin”
Tanrı, peygamber ve insan
arasındaki gizli ilişkileri anlatmada gül belki de en uygun sembol olarak
düşünülmüştür. Çünkü gül, rengi, kokusu, şekli gibi temel unsurlarının yanında
gonca hâli, bülbül ile olan bağlantısı, dikenleri, bir baharlık ömrü olması
gibi ikincil öğelerle sayısız kullanımlara uygun bir özelliğe sahiptir.
Tasavvufi sembolizmde gonca durumundaki gül, tanrısal birliği, açılmış gül ise
birliğin çokluk halinde ortaya çıkışını temsil eder.(8)
“Diriliş Neslinin Âmentüsü”
nde “Kendimin bir diriliş eri olduğuna inanıyorum. Bir Diriliş Cephesi
bulunduğuna ve kendimin de o cephede bir savaş adamı olduğuma, olmam
gerektiğine inanıyorum” (9) diyen Sezai
Karakoç’un şiirlerinde “Hızırla Kırk Saat” ile başlayan değişim, toprağa düşen
bir çekirdeğin kabuğunu çatlatıp, filiz vermesi, dallanıp budaklanarak ağaca
dönüşmesi, çiçek açması, meyve vermeye başlaması gibidir ve bu sebeple “Diriliş”
düşüncesinin simgesi olarak seçilen “gül ağacı” Sezai Karakoç şiirlerinin
“decoder”i olarak algılanmalıdır.
Sezai Karakoç Şiirlerinde Biçem
ve Konuların Uyumu başlığını verdiğimiz bu çalışmamızı, Gül Muştusu’nda yer
alan Fecir Devleti’nin final dizeleriyle sonlandıralım.
“Mercan kitap ve doğurgan yaradan
Zamanın an an tanık olduğu
Bütün gerçekliğiyle sûrelerden
Gelecek yeni bir, bir insan ruhu
Yüzü hep dönük fecir devletine
Gönlünde hep cennetten bir site
İpek örtülerin hışırtısı
Gün yüzlü insanların gezintisi
Dillerinde ipekten yumuşak
Kılıçtan keskin âyetler
Gezinirler fecir yapısının
ufkunda
Ve ben gözlerim onları
Her sabah gün doğarken
Güvercinler konarken taraçalara
Fatih’te
Oturduğum
Çatı
Katında” (10)
Fatih Yavuz Çiçek
Kaynaklar
1-Nelson
Godman, Dünyalar Nasıl Yapılır, Sayfa 29 Çeviri: Akın Terzi
2-Kemal
Bek, Şiirden Eleştiriye, Sonkişot Yayınları, Sayfa 148
3-Diriliş-1967
Sayı. 10-11-12
4- Sezai Karakoç, Edebiyat
Yazıları III: Eğik Ehramlar, Diriliş Yayınları
1996, Sayfa 20
5-Prof.Dr.
Kenan Gürsoy, Bir Felsefe Geleneğimiz Var mı? Etkileşim Yayınları, Sayfa 86
6-Kemal
Bek, Şiirden Eleştiriye, Sonkişot Yayınları, Sayfa 150
7-Ebubekir
Eroğlu, Sezai Karakoç’un Şiiri, Bürde Yayınları, Sayfa 76
8-Türk
ve Alman Şiirinde Gül İmgesi, Doç. Dr. Fatih Tepebaşılı,
Yrd.Doç.Dr.Kemal
Kahramanoğlu/Selçuk Üniversitesi
9-Diriliş
Neslinin Âmentüsü, Sezai Karakoç, Diriliş Yayınları, Sayfa 7
10-Gün
Doğmedan, Sezai Karakoç, Diriliş Yayınları Sayfa 422
1 yorum:
Sezai Karakoc'u ve eserlerini pek severim cok tesekkurler paylasiminiz icin
Yorum Gönder