Leyla Karaca'nın Ferfir Yayınları tarafından 2013 yılında yayımlanan kitabı "Göğsündeki Gökyüzü," roman kahramanı Dilruba'nın kendi içine doğru çıktığı yolculuğu ve yolculuğu esnasında duymak, görmek, koku âlemlerine varışını, orada yaşadığı fantastik olayları mistik bir izlek üzerinden anlatıyor.
Roman; üniversite öğrencisi Dilruba'nın gördüğü bir rüyayı yorumlatmak amacıyla Safranla tanışması, orada, içine doğru çıktığı yolculukta Keşşafla karşılaşması ve Keşşaf'ın Dilruba'dan göğsündeki gökyüzünün fotoğrafını çekmesini istemesine, kendi göğsündeki gökyüzünü arayan Dilruba'nın hakiki aşkı ararken mecazi aşka tutulmasına, tutulduğu mecazi aşktan, kendisine yol gösteren Keşşaf'ı dinleyerek uzaklaşmasına odaklanıyor.
Dilruba'nın kendi içine çıktığı yolculuk, tasavvufi bir yolculuk olduğu için, roman kurgusunda ve yazarın biçeminde İslâm mistizmi yoğun bir şekilde hissediliyor.
İslâm mistizmi diyoruz, çünkü Prof.Dr. Kenan Gürsoy, "Bir Felsefe Geleneğimiz Var mı?" isimli kitabında konuyu şöyle açıklıyor: "İslâm mistizmi şeklinde de değerlendirebileceğimiz tasavvuf, kişi temelinde yaşanan dinî tecrübeyi en içsel noktadan yakalayarak bunu, düşünce, estetik zevk ve ahlâkla bütünleştirmeye gayret eden bir tavra işaret eder.
Fakat o, daha önceki bahislerde, felsefe için ifade edildiği şekliyle, "kendisini akılsal nedenlerle meşrulaştırabilme, haklı çıkarma iddiasında olan entelektüel bir faaliyet biçimi" değildir. Hatta felsefede cevaplardan çok sorulara dayalı olarak gelişen mesafeli yaklaşım, tasavvufta yerini, verilmiş olanla daha bir kucaklaşmaya ve onun iç anlamlarında daha bir derinleşmeyi sağlayan bir kabüllenişe bırakmıştır. Sadece, içten kavranabilecek olan özüyle bireysel coşkunun egemen olduğu bir buluşmayı özlemesi, tasavvuf'un sistematik düzeyde kendini kanıtlama ihtiyacında olmadığını da bize göstermektedir. Bütün mistik tavırlarda olduğu gibi, böyle bir yöneliş, (felsefenin istemiş olabileceği gibi) akıl yürütmelerle sürdürülen ve neden-sonuç ilişkilerinin sağladığı bir açıklama çabası değil, içinde veya karşı karşıya bulunulan Varlık ( ya da Hakikat) alanına bir nüfuz ediş, onda kendini fark ediş ve bu yolla yine kendini bir "sır" halinde öznel olarak yakalamayı arzulayıştır."
"Göğsündeki Gökyüzü" roman boyunca okura bu sırrı, bu arzulayışı duyumsatmaya çalışıyor. Dilruba'nın, romanın yan karakterlerinden Müdrikle yaptığı konuşmalarda zaman zaman öne çıkan felsefi, derinlikli ve altı çizilecek söylemler, yazarın felsefe eğitimi görmesi, şair kimliği ve felsefi konulara hakim olmasından kaynaklanıyor denilebilir. Ki sözünü ettiğimiz derinlikli cümleler sadece Müdrikle yapılan konuşmalarda değil, kitabın diğer bölümlerinde, iç monologlarda da kendini hissettiriyor, okuru meraklandırmayı, kitabın içine, Dilruba'nın iç dünyasına çekmeyi başarıyor.
Romanda geçen Ankara ve A4 bildirimlerinden ODTÜ öğrencisi olduğunu tahmin ettiğimiz Dilruba'nın ilk defa karşılaştığı ve sonra üç-dört kez buluşup konuştuğu Tuğrul'a mecazi aşkla tutulması, ilk etapta, günümüz şartlarında böylesi bir aşkın olamayacağını düşündürtse de, ilerleyen sayfalarda, "yıldırım aşk" niçin olmasın dedirtiyor. Çünkü Dilruba'nın Tuğrul'un fiziğinden ziyade onun kokusundan etkilendiği "koku âleminin" anlatıldığı bölümde daha net ifadelerle somutlaştırılmış.
Beşyüz sekiz sayfalık kitabı okumayı bitirdiğimde, romanda anlatılan bazı ayrıntılar daha kısa tutulabilir miydi diye düşünmeden edemedim. Örneğin; yazar, Dilruba'nın dergâha yolculuğu sırasında otobüsün içinde geçirdiği zamana ait detayları fazla uzatmadan geçebilir ve dergâha ikinci sefer gidişi sırasında ilk yolculuktan anımsadıklarını tekrar etmek yerine okurun hafızasına güvenmeyi tercih edebilirdi.
Bütün bu yazılanların okunmasından sonra akla şu soru gelecektir. Dilruba, "Göğsündeki Gökyüzü" nün fotoğrafını çekebiliyor mu?
Merak edenler için yanıt, romanın içinde...
fy