İtalyan yazar Ricciotto Canudo’nun; 7.Sanat olarak adlandırdığı sinemanın büyüsüyle tanıştığımda, henüz 5-6
yaşlarında bir çocuktum. Sanırım 1970 yılıydı. Yurtdışında yaşayan uzak bir
akrabamızın Türkiye’ye izinli geldiği dönemlerden birinde onu ziyarete gitmiştik.
Hayli kalabalık olan evde, büyüklerin sohbet faslından sonra yurtdışından getirilen
sinema makinesi büyük salona kurulmuş, ışıklar söndürülmüş, biz çocuklar da beyaz
badanalı duvarın karşısına bağdaş kurup, Kartal Tibet’in siyah beyaz çekilmiş Karaoğlan
filmini şaşkınlık ve hayranlık karışımı bir duyguyla nefesimizi tutarak izlemiştik.
Hiç unutmuyorum; ilerleyen
günlerde izlediğim filmin etkisiyle kendime tahta bir kılıç, söğüt dalından da bir
at yapmış, komşularımızın çocuklarına da anlattığım “Karaoğlan” filmini kendi
aramızda bıkmadan usanmadan oynadığımız bir ritüele dönüştürmüştük.
Okula başlamak; okumayı, yazmayı
öğrenmek her çocuk için bir milattır. Okula başlayıp sınıfları atladıkça,
sinemanın büyüsü yerini hikâye, roman ve şiire bıraktı ve daha sonraki yıllarda
sinemaya ilgim izleyici olmaktan öteye de geçmedi. Bu yüzden olsa gerek, içimde
sürekli artarak büyüyen okuma, yazma tutkusunu hiçbir sanat dalı tahtından
indiremedi. Okumak, yazmak içime bir saltanat gibi kurulmuştu ancak düşünme ve
yazma sürecinde sinemanın düş gücüme pozitif etkisini hiçbir zaman yadsıyamam.
Yönetmen olmayı, sinema filmi
çekmeyi hiç düşlemedim. Hele ki sinema tarihinde vizyona girmiş birbirinden iyi
senaryoya sahip, gerek kurgusu, gerekse yönetmen dehasının izlerini taşıyan aşk
konulu başyapıt olmuş nice filmler varken, yeni çekilecek bir film projesinde
aşk hangi kareye, nasıl bir mizansenle sığdırılabilir ve farklı bir sinema
söylemiyle izleyicilere nasıl aktarılırdı, doğrusu hemen yanıt vermek güç.
Gözümün önüne Majid Majidi’nin
“Baran”, Ferzan Özpetek’in ”Karşı Pencere”, Clint Easwood’un “Yasak İlişki” filmlerinde
etkilendiğim sahneler geliyor. Majid Majidi’nin çektiği “Baran” filminin final
sahnesi yürekleri burkan platonik bir aşka vedayı duyumsatır. Baran; arabaya
binmek için yürürken lastik ayakkabısı çamura saplanır. Filmin erkek oyuncusu Yasef
eğilir ve ayakkabıyı alır, temizleyerek Baran’ın giymesi için yere bırakır.
Araba uzaklaşırken, kamera Baran’ın ayakkabısının toprakta bıraktığı ize
odaklanır. O esnada başlayan yağmur usul usul ayakkabının izindeki çukura
dolmaya başlar. Aşkın ve ayrılığın sükût hâli bu sahnede sinemanın diliyle
şiirsel bir renge bürünür.
Ferzan Özpetek’in “Karşı Pencere” filminde, Giovanna’nın hergün evini gözetlediği Lorenzo’nun penceresinden kendi evinin penceresine
gizemli bakışı bizi, onun sınırlarına, pencerenin arka tarafındaki karmaşıklığa,
oradan da yaşamın görünen gündelik gerçekliğinden daha güçlü bir gerçeklik
bulunduğu inancına götürür. Pencereden Giovanna’nın ruhuna açılan soyut geçitte Giovanna’nın düşlerinden uyandığı, arzularına gem vurduğu bu
sahne aslında kadının iç dünyasıyla, dış dünyasını uzlaştıran aşka dair
duyguları, zıt pencere imgesiyle görsel bir şölene dönüştürür.
Clint Eastwood’un yapımcı,
yönetmen ve Robert rolünü oynadığı “The Bridges of
Madison County” (Yasak İlişki) filminin sonlarına doğru Robert’ın yağmur
altında Francesca’ya bakışı, araçlar kırmızı
ışıkta beklerken kadının kapının kolunu tuttuğu, inip âşık olduğu adama
koşma/koşamama gelgitini yaşadığı karar anı, ölene dek kalbin derinliklerinde
yaşayacak saf ve temiz bir aşkı duyumsatırken, filmin sonunda izleyicilere “hayatta bu tür bir duygu yalnızca bir
kez hissedilir” repliğini bir kez daha söyleme gereğini duyumsatır.
Bu örneklerden şuraya gelmek istiyorum. Kuşkusuz her sanatın
kendine has bir iletişim dili, grameri var ve bu dilin yetkin kullanıldığı
sanat eserleri geleceğe kalmada diğerlerine göre bir adım öne çıkıyor. İçimizin
çıkmazına inen ve bizi güneşin çocukları gibi sonsuzluğa götürecek upuzun bir
tüneldir aşk. Bir kuyu olan içimizdeki göğün dili, yitik bir uygarlığın ancak sükûtla
keşfedilen lehçesidir aşk. Enis
Batur; “Aşkın en
sağlam sigortası mesafedir”der. Bir
yönetmen olsaydım sanırım baştan sona “imkânsızlık”, “kapanmayan mesafeler” ve
“acı” dolu karelerde anlatırdım aşk'ı.
Aşkın büyüklüğünü en iyi “acı”nın üstü örtülmesi mümkün
olmayan gerçekleri anlatabilirdi belki. Filmin son sahnelerinde bir
aynaya düşen aşkın kırılgan görüntüsü, katlanması güç bir dünya yaşamını ayna
metaforuyla sorgulayarak unutulmaz kılabilirdi.
Filmin konusunu şöyle kurgulardım. Deniz, kökleri Anadolu’da
olan ve 12 Eylül 1980 sonrası yurtdışına gidip oraya yerleşmiş bir içmimardır.
Çalıştığı firma İstanbul’da inşa edilen büyük bir iş merkezinin yapım işini,
Türkiye’de yerleşik başka bir firmayla ortaklık kurarak üstlenmiştir ve Deniz,
yıllar sonra eğitim gördüğü İstanbul’a gelir. Lale’de diğer ortağın inşaatla
ilgili görevlendirdiği içmimarlardan biridir. İş yaşamlarındaki başarıyı özel
hayatlarında yakalayamamış, evlilikleri sallantıda, mutsuzluğun cenderesinden
kurtulmak için kendilerini işine, şiirin ve kitapların büyüsüne kaptıran bu iki
insanın yolu “Aynalı Han” projesinde kesişir.
Proje gereği binanın iç ve dış cepheleri, kirişler, kolonlar,
sütunların tamamı aynalarla kaplanacaktır. Bina aynalarla kaplanmaya başladıkça
okudukları ayna temalı şiirler, Deniz ve Lale’yi birbirine yakınlaştırır. Bu
yakınlaşma onların kendilerini daha iyi tanımalarına, kendi iç aynalarında
aşkın görüntüsünü keşfetmelerine, iç dünyalarında hiç yaşanmamış duyguların
ötesini görmelerini sağlayacak, kendilerine yeni bir hayat kurmak isteyen
ikiliyi filmin sonunda yaşamın zıt anlamıyla yüzleştirecektir.
Her filmin izleyici kitlede iz bırakan sahneleri vardır
demiştik. Yukarıda konusunu kısaca yazdığım filmde; aşkın kırılgan hâlini,
kırılan bir ayna metaforuyla duyumsatarak, filmi belleklerde iz bırakacak bir
sahneyle taçlandırmak isterdim. Filmin sonuna doğru giriş katın aynalarının
montajı yapılmaktadır. Deniz; eşiyle yüzyüze konuşmak için yurtdışına
gideceğini ve uçak bileti aldığını söyler. Dışarıda yağmur başlamıştır. Lale'nin
ıslandığını gören Deniz, şemsiyeyi açar ve üşüdüğünü söyleyen Lale'ye çevresindekileri
umursamadan sarılır. Tam o esnada bir kaza olur ve montajı yapılan aynalardan
biri yere düşerek ikiye ayrılır. Kamera, kırılan aynaya yansıyan Deniz ve Lale'nin
ikiye bölünmüş gölgelerine odaklanır. Deniz, yolculuk hazırlığı yapacağını
söyleyerek izin ister. Akşam yemeğinde; eşine kötüye giden ortak yaşamları hakkında
konuşmak istediğini belirten Lale, konuşmaya başlarken, son dakika haberlerinde
Deniz'in Yeşilköy’de meydana gelen trafik kazasında öldüğünü duyar ve öylece
donup kalır. O anda Deniz’le birlikte geçirdiği vakitler gözlerinin önünden
geçer. Eşinin “seni dinliyorum” sözüne karşılık, titreyen dudaklarından Deniz’in
kendisine en son okuduğu dizeler dökülür:
“iki kırık ayna
tamamlamazmış birbirini
iki kırık ayna”*
Fatih Yavuz Çiçek
*Seyit Pelitli