Yıllar önce,
Hâkim-Savcı Adayları Eğitim Merkezi’nde staj yaptığımız sıralarda, Yargıtay
üyesi saygıdeğer meslek büyüğümüzden bir anı dinlemiştik. Anadolu’nun yoksul,
küçük bir ilçesinde genç Hukuk Yargıcı olarak görev yaptığı dönemdir. İlçeye
bağlı dağ köylerinden birinde iki yurttaş arasında taşınmaz sınır
anlaşmazlığına dayalı bir dâvâ sebebiyle keşfe gitmesi gerekmektedir. Uzun ve
sıkıntılı bir yolculuktan sonra çekişmeli taşınmazın yanına ulaşılır. Ancak
çekişmeye konu arazinin çoraklığı ve küçüklüğü, başta yargıç olmak üzere keşif
heyetini şaşırtır, üzer. Yargıç dâvâcı köylüye şaka yollu bir sitemle takılır:“Efendi,
bu verimsiz, çorak, el kadar toprak parçası için mi bizi tâ buralara kadar
sürükledin? Bu tarlanın değeri nedir ki? Edeceği fiyatı ben cebimden sana
ödeseydim de buralara kadar gelip bunca zahmeti çekmeseydik”
‘Topraktan
öğrenip, okumadan bilen’ köylünün cevabı oldukça anlamlıdır: “Hâkim beyim,
ben ne senin paranı isterim, ne de tarla dâvâsındayım. Ben‘hak’ peşindeyim.
Yalnızca hakkımı arıyorum” Hakkını aramayanın çok kısa süre içinde onurunu
da kaybedeceğinin, üstelik başındakini kendisine zâlim yapacağının
sezgisindedir zirâ.
Öykülerinde/romanlarında
yarattığı karakterlere ilişkin “Her seferinde kendimi tasvir ediyorum”diyen
Ukrayna kökenli Rus romancı Nikolay Vasilyeviç Gogol ise 1834 yılında
katıldığı toplantıda, yaşanmış bambaşka bir öyküye kulak misafiri olur: ‘Ava
çıkmaya çok meraklı küçük bir memur, yıllarca çabalayıp bin bir güçlükle para
biriktirerek bir av tüfeği satın alır. Yeni tüfeğiyle ava çıktığı ilk gün bir
sandalda iken, tüfeği bir kez bile kullanmadan suya düşüverir. Memur bu duruma
o kadar üzülür ki, tüfeğiyle birlikte sanki yaşamının anlamını, rengini de
yitirmiştir. Büyük düş kırıklığı içinde, bitkin bir durumda evine döner.
Üzüntüsünden hastalanır, yatağa düşer, günlerce ateşler içinde kıvranır. Bu
duruma daha fazla dayanamayan arkadaşları, aralarında para toplayarak kendisine
yeni bir tüfek alırlar. Memur ancak o zaman iyileşerek hasta yatağından
kalkar.’
Öykü
bittiğinde, toplantıya katılanlar gülmeye başlarlar. Yalnız Gogol gülmez bu
anlatıya, öylece etrafına ve anlamsız kahkahalar atan kalabalığa bakar. İçine
sessizce yerleşen acıyla Palto’nun ilk teyeli Gogol’ün zihninde bu toplantıda
atılmıştır. Uzun sayılabilecek bir çalışma sonrası öykü, Palto (Rusça:Şinel)
adıyla 1842’de yayımlanır.Rus bürokrasisinin kâbusu olan öykünün konusu kısaca şöyledir:
‘Akakiy Akakiyeviç Başmaçkin dünyaya âdetâ doğuştan aksiliklerle sınanmak
üzere gelmiştir. Öyle ki vaftiz edildiği sırada yüzünü buruşturması, bebeğin
daha o çağında, ileride küçük bir kalem memuru olacağını sezmiş olmasına
bağlanır.
Dairede
bırakın şefler ve diğer memurlar, odacıların bile saygı göstermediği bu adamın
sinikliği, kılık kıyafetinin döküklüğü, çoğu kez cümlelerini yarım bıraktığı
sözünü gereksiz yere uzatıp son diyeceğini başta saflıkla söylemesi, kaygılı
kişiliği, derdini anlatmadaki beceriksizliği dikkat çeken özelliklerindendir. Bunların
yanında özverili çalışması ve işine olağanüstü bağlılığı, takdir edilmese de
herkesçe bilinir.
Akakiy
50’li yaşlarında olmasına rağmen evlenmemiştir. Dönemin Rusya’sında en üst
düzey memurlara General unvanı verilirken, kendisi Çavuş sayılabilecek en alt
derece memurlardandır. İş arkadaşlarının alayları ve ağır şakaları bazen
dayanılmaz noktaya ulaştığında, yükselen sesinin tonunda acıya yenik düşen
adamın haykırışı vardır.
Yıllardır
birlikte çalıştığı mesai arkadaşları gibi ard arda göreve gelen bütün müdürler
de, kendi dünyasında yaşayan Akakiy’i masasında, bitmez tükenmez aynı işlerle
uğraşırken görürler. Bu haliyle sınıf atlaması imkânsız olan Akakiy
memuriyetinde üstlerinin yazılarını temize çekme görevinde hiç terfi etmeden
yıllarca, sevgiyle, şevkle ve bir sanatçı titizliği ile çalışır. Aslında yazısı
çok güzel, yetenekli bir memurdur. Akşam evine döndüğünde bir iki lokma
yedikten sonra, daireden getirdiği yazıları mutlulukla temize çekerek evde de
çalışmak dışında özel bir uğraşısı da yoktur. Gece yorgunluktan sızmadan önce
çayını yudumlamak yaşamdaki biricik keyfidir.
Aylık 400
Ruble maaşla yaşamaktan her hangi bir yakınması olmayan Akakiy, kuzeyin
donduruculuğu meşhur kış mevsiminin kapıyı çalmasıyla gerçeklerle yüzleşmeye
başlar. Kumaşı erimiş, astarı yırtılmış, sarkmış paltosu kalbura dönmüştür,
sözün kısası giyilecek durumu yoktur.
Mesai
arkadaşlarının alaylarına dayanamayan Akakiyeviç paltosunu yıllar önce
diktirdiği usta terzisine bu kez tamir için götürür. Bir gözü kör, alkolik
terzi Petroviç, evirir çevirir inceler ve sonuçta paltonun artık giyilemeyecek
kadar eskidiğini, yenisini dikmek gerektiğini söyler. Akakiy eski paltosunu
tamir ettirme, terzi ise yeni bir palto dikme inadından vazgeçmez. Terzi
kendince zanaatının onurunu korumaktadır. Akakiy’in kendi gibi yoksulluk
içinde, üstelik şarap parasına muhtaç terziyi yalvarışlarla iknâ etme çabası da
sonuç vermez. Nihâyet diğer gereksinimlerini öteleyerek yeni bir Palto
diktirmeye karar verir.
Terzinin
sarhoş bir zamanında yanına tekrar giden Akakiy sıkı bir pazarlıkla kedi kürkü
yakalı, gümüş taklidi düğmeli yoksul zarafetini yansıtacak yeni paltonun
fiyatını 150 Rubleden 80 Rubleye kadar indirir ve paltonun dikimi için 1 yıl
sonrasına sipariş verir.
Evet,
yanlışlık yoktur. Akakiy paltosunu ancak 1 yıl sonra satın alabileceğini hesaplamıştır.
Çünkü yoksul memurun birikmiş 40 Rublesi vardır yalnızca. Memur parasını iki
katına çıkarma yollarını aramaya başlayarak bu değerli paltoya sahip olmak için
seferber olur.
Harcamalarını
kısmak amacıyla akşamları evinde yemek yemeyi, çay içmeyi bırakmak, odasında
kandil yakmamak için yaşlı ev sahibesinin salonunda mecburi misafirlik,
giysilerini daha uzun aralıklarla yıkamaya göndermek, yürürken ayaklarının
ucuna basarak ayakkabılarının tabanlarını aşındırmamaya özen göstermek v.s
günlük yaşantısında uyguladığı zorlu kararlardır. Ancak diktireceği paltonun
düşüyle yaşamındaki en önemli anlam eksikliği dolmuştur. Âdetâ bir paltoyu
değil, evlendiği eşini beklemenin heyecan ve mutluluğu içindedir.
Palto’yu
en ince ayrıntılarına kadar konuşmak için sık sık Petroviç’e uğrar. Bir yıl
boyunca azimle sürdürdüğü tasarruf çabaları sonunda, gereken 80 Rubleyi
biriktirir. Terzi ile pazara çıkarlar ve daha önce en ufak ayrıntılarını
defalarca konuştukları paltonun malzemelerini satın alırlar.
Terzi 2
haftada Palto’nun dikimini tamamlar ve bir gün sabah işe gitmeden kendisine
teslim eder. Yaşamındaki en görkemli günü olan Akakiy çok beğendiği yeni
paltosu ile daireye gider. Arkadaşları tarafından övgülerle karşılanan ve
paltonun hatırına da olsa ilk kez saygıyla onaylanan Akakiy’in, artık
Petersburg’un ünlü Nevski Caddesi’nde başı dik gezecek kadar özgüveni
gelmiştir.
Tüm mesai
arkadaşları bu yeni giysinin onuruna Akakiy’den bir parti daveti beklerken, şef
yardımcılarından biri o gün doğum günü olduğunu söyleyerek Akakiy başta olmak
üzere dairedeki memurları akşam evindeki partiye çağırdığını duyurur. Böylece
O’nu sıkıntılı, bir durumdan kurtarır. Akakiy istemese de bu davete katılması
gerektiğini anlar.
Evine
gelince paltosunu defalarca keyifle inceleyip, bu mutlulukla mesleğinde ilk kez
evde yazı temize çekmeyen Akakiy akşam vakti yoksul semtindeki evinden şef
yardımcısının evine yollanır. Yoksulun malını gözü önünde görmeyi istemesi
içgüdüsüyle, bu yeni Palto’sunu konuk gittiği evde vestiyere bırakırken bile
tedirgin olur. Akakiy kendisine sıkıcı gelen parti boyunca huzursuzdur. Yürüyerek
geldiği uzun yolun dönüşünü düşünerek, tekinsiz saatlere kalmadan bir an önce
evine ulaşmak istemektedir. Vakit gece yarısına erişince daha fazla dayanamaz
ve herkesten önce sessizce eğlenceden ayrılır.
Kış
gecesinin soğuğunda hızla ve korkuyla evine yollanırken ıssız sokaklardan geçen
Akakiy’in aklına gelen başına gelir. Bir anda karşısına çıkan kent haydutları
ne olduğunu anlamayan Akakiy’i tekme tokat döverek sırtından Palto’sunu çekip
alırlar.
Bağıra
çağıra yardım isteyen, ancak sesini duyuramayan adamcağız, olayı gören gece
bekçisine derdini anlatmaya çalışır. Ancak bekçi esneye esneye ertesi gün
karakola gitmesini polis müfettişinin hırsızları mutlaka bulacağını söyleyerek
onu başından savar.
Olayın
acısıyla yıkılan Akakiy, gecenin ayazında titreyerek eve döner. Sabaha kadar
uyuyamaz, yaşlı ev sahibesinin önerisiyle karakola gitmeye değil, bölge emniyet
müdürüne çıkmaya karar verir.
Ne var ki
emniyet müdürünün huzuruna çıkmak öyle kolay değildir. Yaşamında ilk kez
kişiliğini ortaya koyan Akakiy’in ısrarlı ses tonuyla yüksek mevkilerdeki tanıdıklarından
dem vurduğu îmâlı sözlerin etkisiyle müdürle görüşmesine izin verilir.
Emniyet
müdürü ile görüşmesinde yoksul bir memur olarak bu Palto’yu nasıl edindiği,
gerçekten paltosunun çalınıp çalınmadığı, gecenin o saatinde sokaklarda ne işi
olduğuyla sorgulanır tâlihsiz memur. Derdini anlatamayacağını sezen Akakiy,
evine döner, meslek yaşamında ilk defa o gün işine gitmez.
Ertesi
gün çaresiz, yıkılmış bir şekilde ve atamayıp bir köşede sakladığı eski paltosu
ile işine gider. İşyerindeki arkadaşlarının pek çoğu bu duruma üzülürler. Ama
giden malın geri gelmeyeceğini hatırlatmak iyiliğini de unutmazlar. Arkadaşlarından
biri paltonun bulunması için sorunu kesinkes çözebilecek yüksek mevkide bir
memur olan ‘mühim adam’a gitmesi gerektiğini söyler.
Akakiy
başka çıkar yol kalmadığını anlayarak ‘mühim adam’a gider. Tek bildiği
disiplin adı altında despotluk olan, memurları aşağılamayı, onları kendisine
saygı göstermeleri için hizâya sokmayı hüner sayan ‘mühim adam’ çocukluk
arkadaşıyla sohbet etmektedir.
Küçük
memur uzun bir bekleyişten sonra yüksek makâma çıkar. Akakiy’in güvensiz, ürkek
ve paspal görüntüsü karşısında ‘mühim adam’ arkadaşına ne kadar önemli
yerlere geldiğini göstermenin fırsatını yakaladığını düşünür ve adamcağız daha
derdini anlatamadan azara başlar. Ne hadle bürokratik silsileye uymadan
doğrudan karşısına çıktığını sorgular önce. Öyle ya hakkını arayan bir memur da
olsa önce kaleme başvurmalıydı, dilekçesi buradan masa şefine, oradan bölüm
şefine, oradan da sekretere iletilmeliydi ve ancak sekreterden kendisine
ulaşmalıdır.
Akakiy,
sekreterlerin işlerini ciddiyetle yapmadığını anlatmaya kalkışsa da
konuşturulmaz. Daha çok monologa dönüşen görüşmede bir aşamadan sonra öfkeden
deliye dönen ‘mühim adam’, karşısında korkudan taşkesilen Akakiy'i: 'Bu
ne cüret! siz kiminle konuştuğunuzu biliyor musunuz? Karşınızda kim var
farkında mısınız? Derhal odayı terk ediniz!' diyerek kovar.
Yere
yığılmak üzere olan Akakiy’i odacılar tutarak dışarı alırlar. ‘Mühim adam’ çıkardığı
gürültünün yarattığı etkiden, hele yan gözle baktığında arkadaşının da bu
durumdan tedirgin olmasından mutludur..
Akakiy
merdivenlerden nasıl indiğini dahi bilmeden sokağa çıkar. Kar fırtınasının
soğuğu kemiklerine işlerken, işittiği azardan kırılan onurunun acısıyla
vücudunu kesen rüzgârı hissetmez bile. Evine gittiğinde tir tir titremektedir.
Isınmak
için hemen yatağa girer. Ateşler içinde yanarken sayıklamaya başlar. Paltosu,
şehir haydutları, karakol, memurlar ve kendisini aşağılayıp kapı dışarı eden
Ekselansları General, Akakiy’in gözünün önünden hiç gitmez. Kendinden geçmiş bir
halde ve tümü Palto’yla ilgili kâbuslar, özürler, yalvarışlar içinde, yoksul
odasında ölür. İş arkadaşlarının bile haberi olmadan törensiz, gösterişsiz
gömülür.
Gerçi bir
süre sonra ‘mühim adam’ memurun karşısındaki acizliğini, çaresizliğini
hatırlayıp yüreği burkulsa da iş işten geçmiştir. Bir süre sonra Petersburg
sokaklarında bir hayâletin dolaştığı söylentisi tüm kente yayılır. Paltosunu
arayan Akakiy’in hayâletidir bu. Durumdan en çok ürken Çarlık Rusyasının
simgesi Ekselansları yani ‘mühim adam’ olur.
Tam da o
günlerde Ekselansları rahatlamak için gittiği neşeli bir dost toplantısından
ayrılıp metresinin evine giderken gece ansızın Akakiy’in hayâleti ile
karşılaşır. Bembeyaz yüzü ve çürümeye başlamış cesediyle karşısına dikilen
Akakiy ‘mühim adam’ın yakasına yapışır, görevini niçin yapmadığını,
hakkı gasp edildiğinde niçin kılını kıpırdatmayıp kendisine demedik laf
bırakmadığını haykırarak Palto’sunu ister. Dehşet içinde paltosunu çıkarıp
hayâlete veren Ekselansları titreyerek zar zor döndüğü evinde, tıpkı Akakiy gibi
hemen yatağa girer, korkudan süt liman olmuştur, o gece olanlardan kimselere
bahsetmez. İlginç olan ise o geceden sonra Akakiy’in hayâletinin bir daha
ortalıkta görünmemesidir.’
…
Zaman: Katı
monarşinin hüküm sürdüğü Çarlık dönemidir.Yer: Aleksandr Blok’un “Rusya
yoksul Rusya / Kül rengi köy evlerin senin / Ve rüzgârın getirdiği türküler /
Gözyaşları gibidir ilk sevgimin/…” dizeleriyle dile getirdiği, açlık ve
sefâletin, yoksulluk ve yoksunluğun, küçük mutlu azınlığa dokunmadan istibdadın
kılavuzluğunda, büyük halk kitlelerini inleterek, insanlığın en aşağı
biçimlerinde coğrafyayı dolaştığı, step ülkesi Rusya’dır.
Ancak
öykünün okur-yazarların gündemine düşmesiyle Çarlık Rusyasının seçkinci
kesiminin eleştirilerine, yapıtı eleştirecek düzey ve sözü olmayanların
alaylarına, burjuvazinin öfkesine göğüs germek Gogol’e düşecektir elbette. Üstelik
bürokrasiyi hicvettiği büyük komedisi Müfettiş adlı eserinin sahnelenmesi yüzünden
Rusya’dan ayrılmasını zorunlu kılan sert tepkiler henüz sönmemişken.
Bu ikinci
cür’et adli/yönetici bürokrat kesim, soylular sınıfı tarafından büyük bir
küstahlık, bir felâket olarak nitelenir. ‘Devletlû’ olmanın zorlu
aşamalarının üstesinden bir bir gelip, tüm insan basamaklarını geçerek mutluluk
ve refahı hak kazanan bir kont: ‘Şu Gogol'ün Palto'su ne
korkunç bir öykü. Bu köprüdeki hayâlet, hepimizin paltolarını sırtımızdan
çıkarır. Bu öyküyü okurken artık durumumu siz düşünün.’ diyecektir.
Eserin
yayımlandığı Çar 1.Nikola'nın yönetiminde anayasal bir düzen isteyen aydınlar asılmakta, sürgüne yollanmakta,
üzerlerinde sansür ve hafiye kuşatması sürmekte, geniş halk kesimleri ağır
yoksulluktan despotizmin ayırdına bile varamamaktadır.
Gogol
otokratik düzen savunucuları tarafından Rus insanını aşağılamakla, onu kötü
göstermekle, halkına ihânetle suçlanır. Yapmak istediğinin halkını aşağılamak
değil onu bu duruma sokan yozlaşmış yönetsel/yargısal bürokratik düzeni tüm
gerçekliği ile gözler önüne sermek olabileceği düşünülmez.
Zenginlerin,
soyluların, yüksek memurların ve anadilleri yerine Fransızca konuşmayı yeğleyen
şık azınlığın korkulu rüyası haline gelen Gogol’un bu mütevazı öyküsü, Rus
edebiyatının yenilikçileri, aydınlar, devrimciler arasında büyük bir coşku ile
karşılanır. Toplumun alt katmanlarındaki insanları anlama çabası edebiyatta ilk
kez yer bulmaktadır çünkü. Aşağıdakilerin de yüreklerinde sevgi bulunduğunu,
onların da mutlu olabileceklerini, acıyabileceklerini, acıtılabileceklerini,
hatta kimi zaman acıtabileceklerini bir öykü ile ayaklarının altına seren Gogol
açtığıpatikayla, daha sonra ardılları olacak Dostoyevski, Tolstoy, Turgenyev ve
Çehov’a esin kaynağı olur.
Palto’da
sıradan insanların yaşadıkları acılar, mâruz kaldıkları haksızlıklar ve ağır
yoksulluk kara mizahtan trajediye evrilen, simgesel, ironik dille, o güne değin
yazılanları ters yüz eden kurguda sarsıcı bir ustalıkla serimlenir. Palto,
özelde Rus, genel çerçevede dünya edebiyatına küçük insanların ilk gerçekçi
girişi olarak nitelendirilir.
Öyle ki
öykünün önemini ve açtığı çığırı vurgulamak için Dostoyevski'nin (Bazılarınca Turgenyev’in) ‘Hepimiz Gogol’ün
Palto’sundan çıktık’ diyerek tüm Rus gerçekçilerinin öncüsünün Gogol
olduğunu belirttiği söylenecektir. Kezâ gerçekten Gogol’le Rus
edebiyatında ‘bilinçsiz yaratıcılığın’ ‘yaratıcı bilince’
dönüşümü başlar.
Sürecin
devamında Dostoyevsky’nin İnsancıkları 1846’da, Ölüler Evinden Anılar’ı
1861’de, Yeraltından Notlar’ı 1864’te, Suç ve Ceza’yı, 1866’da, Turgenyev’in
Babalar ve Oğullar’ı 1862’de, Tolstoy’un İvan İlyiç’in Ölümü’nü 1886 yılında
yazması bu önermeyi doğrularken, açılan kapının önemini vurgular niteliktedir. Hatta
aynı dil kendisinden 80 yıl sonra, içinde yaşadığı, çevresini boğucu bir koza
gibi ören sisteme karşı taşıdığı uzak duruş duygusu bağlamında, Kafka’da aşkın
yoğunlukta yeniden üretilecektir.
Gerek Palto gerekse
Ölü Canlar, Müfettiş adlı yapıtları çerçevesinde Gogol’de tepki duyulan kavram,
feodalizmin bağrında filizlenen yeni kast, ‘bürokratik aygıt’dır.
Gogol
zavallı kahramanın Palto’sunu diktirmesinden çaldırmasına, bu yağmayı hiçbir
yetkilinin ciddiye almamasına kadar, öykünün her aşamasında ‘küçük insan’la
bürokratik aygıt arasındaki uçurumu sergiler. Akakiy öykünün sonunda kaybolan
paltosunun yerine, kim olduğuna bakmaksızın önüne gelenin paltosunu çalan,
onları dehşete düşüren bir hayâlete dönüşür nitekim.
Bu uçurumun
nedenselliğinin ötesinde yazarı asıl ilgilendiren, bu dünyada adâletin yerini
bulamamasının nasıl telâfi edileceğidir. İşte bu yüzden ölü Akakiy Akakiyeviç,
Kalikin Köprüsü’nde bu kez bir hayâlet olarak karşımıza çıkar.
Öyküdeki
başkişilerden ‘General’ yani ‘mühim adam’ günümüz
algısıyla askeri rütbeyi değil, yönetsel/yargısal bürokrasi piramidinde en
tepeye çıkmış yüksek mevkideki memuru simgeler. Onun davranışları ise ‘proto-kul’un
insani değerler yitimi süreci sonunda ‘ötekilere’ hastalıklı,
yüzeysel, şaşı bakışını anlatmaktadır.
Öyküde,
aslında fena bir adam olmayan, ancak bürokratik sisteme uyum sağlama sürecinde
mevkiini hazmedememiş, astlarına çok sert davranmayı hüner gören, dairesine
geldiğinde maiyetindekilere kendisini merdiven başında karşılamalarını emreden ‘mühim
adam’ bürokrat, Akakiy'i sırf arkadaşına gösteriş yapmak, gücünü
kanıtlamak için azarlayarak kovar. Gogol ‘mühim adam’ figürüyle,
aslında özel yaşamlarında iyi birer insan olabilen kişilerin dahi, hiyerarşik
düzenin tartışmalı gereklerine zamanla uyarak acımasız ve soğuk bir varlığa
dönüşmesinin örneğini verir.
Çağımızın ‘Neofeodalist’ ögeler taşıyan
bürokratik sisteminde bu aygıtı var edenler, sürdürenler yani devletin gücünü
kullanan kişiler; mülki, idâri, adli, askeri bürokrasi elitidir.
Dokunulmazlıkları olan, eleştirilmekten hiç hazzetmeyen bu yöneticilerin
önemleri, makamlarından gelir. Söyledikleri hep doğru, yapıp ettikleri hep
yerindedir, aslâ yanılmazlar. Onlar bilmeyecek de kuru kalabalık mı bilecektir?
Elbette bu önemli adamların da kendi aralarında,
dereceleri vardır. ‘En mühim’ olanı, tarihsel süreçte olageldiği
üzere kendisini devletin sahibi olarak görür. Yaptığı eylemlerin hesabını
vermez, onun sözünün üstüne söz söylenmez. Halka karşı suç işleme ayrıcalığı
vardır. O soruşturulamaz, yargılanamaz. Hukukun üstünlüğü, onun üstünlüğü yanında
hiçtir. O hukuka bağlı olmayacak, hukuk ona bağımlı kalacaktır. O ne derse,
hukuk odur.
İşte böyle bir mantıktan beslenen prototiple büyüyen
bürokrasinin işleyişindeki bozulma, zamanla öyle boyutlara ulaşır ki, halkın
işini yapmak ve problemlerini çözmek için var olan bürokratlar problemin
kaynağı oldukları gibi çözümü de halkın sorumluluğuna yüklerler. Palto’nun
Akakiy’i küçük insandır. Acımasız ve şefkâtten yoksun dünyada, yolun yarısını çoktan
geçmiş, iyi niyetli ufak hesaplar dışında güzel bir geleceğe ilişkin umudu
kalmamış bir memur olarak yaşantısını sürdürmektedir. Bu yaşam bize, başta
devlet katı olmak üzere sosyal yaşamın hiçbir yerinde önemsenmeyen insanın
yalnızlığını, ağır yoksulluğu, bu yoksulluğun insanı nelere-nerelere
sürükleyebileceğini gösterir. Yazar O’nun takıntı düzeyinde önemsediği eşyasını
kaybetmenin acısıyla içine düştüğü çözümsüzlüğü, kendini yok edişe uzanan ve
anlamsızlığa varan çaresizliğini anlatırken gülmekle ağlamak arasında bir yerde
tutar bizi. Kahramanın tüm tuhaflıklarına, zaman zaman okuyucuyu
kızdırarak, başına gelenleri neredeyse hak ettiği duygusunu uyandıran
pimpirikliğine rağmen ‘kendini biraz başkalarının yerine koyabilenlerin’ yüreğini
burkan bir sondur aslında onunki.
Öykünün yazıldığı tarihsel dönemini, coğrafyasını, ulusal
kimlik ve kültür değerlerini önemsizleştirip zaman/mekân engellerini kaldırarak
insan ve evrenin bütüncüllüğü bağlamında günümüz Türkiye’si insanını da
kapsayan gerçeği budur aslında. Tıpkı Rus düşünür, Fyodor
Tyutçev’in “Rusya, anlaşılamaz, hesaba kitaba da gelmez. Kendisine has bir
kimliği vardır. Rusya’ya sadece imân edilir.” sözlerinin salt Rusya’yı
anlatmaktan öte, Türkiye ile birlikte tüm gelenekçi doğu toplumlarını
özetlemesi gibi.
Küçük adam Akakiyeviç’in hakkını alamamanın acısından ölümü
karşısında günümüz hukuk adamının sorumluluğuna gelince: Palto öyküsüyle Akakiy
Akakiyeviç şahsında simgeleştirilen küçük insanın, sahipsizlerin, kimsesi
olmayanların zorlu hak arama çabası yalnızca Petersburg sokaklarında heyûlâ
gibi gezinmemektedir. Ankara’nın dolambaçlı viyadükleri başta olmak üzere,
yurdun her köşesinde bir köprünün üzerinde, kolluk görevlilerinin, yargıçların,
savcıların, avukatların yakalarından tutmuş, yıllardır sarsmaya devam
etmektedir.
Yasa koyucunun tarihsel süreçte değişen biçimselliğine (Feodal
, Tiran, Monark, Çar, Kral, Sultan, Seçilmişler) karşın, onun kendine özgü
güdülerle, reflekslerle aldığı bir kararıyla, yasa uygulayıcısının yüzyıllık
emeğine denk yargısal uygulamalar bütünü soba tutuşturan kağıt tomarlarına
dönüşmeye devam etmektedir.
Bu sancılı sarmalda, görevini tarafsızlık, hakkâniyet ve
eşitlik ilkelerinden ödün vermeden yerine getirerek hızlı ve etkin bir şekilde
adaleti sağlama yükü de, sorumluluğunun bilincindeki hukuk adamlarının
omuzlarını çürütmeye devam etmektedir. Küçük insanın hakkını alamadan ölüşü
izleğinde, usûlle uğraşmaktan esasa bir türlü girmeyen yargısal işleyişte
vebâlin kendi hanesine yazılmayacağından kim emin olabilir?
Mağdur ve yakınlarının suç nedeniyle kimi zaman
dayanılmaz düzeylere varan acılarını hafifletme adına, sanığın kamusal intikam
alma biçiminde, engizisyon mantığıyla cezalandırılması çağdaş hukukçunun
kuşkusuz ki kabul edemeyeceği bir yöntemdir.
Yasa koyucu tarafından bitmeksizin ‘sanık lehine’
yapılan yasa değişiklikleri, bu yönde aralıksız süren yüksek yargı yorumları, kimileyin
çalıyı dolaşmayı yeğleyen yerel mahkeme uygulamaları ülkemizde hukuk, adalet
adına yaşananların önemli bir parçasıdır. Ancak, mülkiyeti elinden alınan,
insanlık onuruyla oynanan, cinsel bütünlüğüne, konutuna, yaşam özeline,
özgürlüğüne aralıksız saldırılan ‘mağdur’ kimliği, yaptırımsız
kalan suçlara, suçları yargı kararıyla sabit görülmesine karşın, arsız
gülüşlerle ellerini kollarını sallayarak dolaşan faillere baktıkça
kanamaktadır.
Aynı biçimde, geciken adli süreçlerde, alınamayan
hakların, faillerin yaptırımsız kalan eylemlerinin, en az hakları ihlâl edilen
sanıklar kadar kamu vicdânını yaraladığı için gözden kaçırılmaktadır?
Çünkü elinde kasketini sımsıkı tutarken, ‘mühim adam’ karşısında
hâlâ nutku tutulan mağdur, yani kimsesi olmayan, yani hakkını alamayan, yani
küçük adam, çoğunca siyasi erk tarafından düşünme biçiminin kurgusuyla oluşan
toplumsal düzende ‘dürüst yaşamanın, yasalara, kurallara uyan yurttaş
olmanın’ zamanaşımına uğratılmayan bedelini ödemeye devam etmektedir.
Türk Şiirinin toplumcu-gerçekçi ustalarından Hasan
Hüseyin Korkmazgil’in dizeleriyle umudumuzu sürdürelim yine de…
Âmenna
'Yaşayanlar bir gün ölür'
elbette
ağaçlarla
balıklarla
kuşlarla ben
âmenna
'ağlayanlar bir gün güler'
elbette
uyanmakla
anlamakla
bilmekle ben
âmenna
'kısa çöp uzun çöpten hakkını alır'
elbette
direnmekle
kurtulmakla
barışla ben
âmenna
…/....
Metin Dikeç
YARARLANILAN KAYNAKLAR:
Palto-Nikolay V.
Gogol : Bordo Siyah Klasik Yayınlar/Çeviri:Aslı Takanay
Acılara Tutunmak-Hasan
Hüseyin Korkmazgil:Bilgi Yayınevi
Rus Edebiyatının Öğrettiği-Ataol Behramoğlu:Evrensel Basım Yayın
Gogol'ün Yapıtlarında Memur Tipleri- Prof. Dr. Ö. Aydın Süer