Her şeye küsüp tüm servetini
yoksullara dağıtıp evini bırakarak yollara düşen ve kırsal bir tren
istasyonunda ölüm döşeğinde zatürreden ıstırap çeken Lev Nikolayeviç Tolstoy’un
son sözlerini şöyle mırıldandığı söylenir: ‘Ya mujikler? Mujikler nasıl
ölüyorlar?’ *
Mujikler de Don Quixote,
Napolyon Bonapart ya da Johann Sebastian Bach gibi ölmekte ve gelenin ne
olduğun bilmektedirler aslında. Değişen şudur ki tarihsel süreçte modernitenin
gelişimiyle birlikte, toplumda ölüm ayinlerinin dramatik içerikleri giderek
boşaltılmış, hatta ölümün mekânı değiştirilmiştir. İnsanlar artık evde ailenin
içinde değil de, hastanelerde yalnız başlarına ölmektedirler.
İnsanın ve toplumun en
karmaşık konularına el atan, tüm yaşamı gerçekleri anlama ve inceleme yolunda
geçen Lev Tolstoy’un Üç Ölüm adlı öyküsü ve İvan İlyiç’in Ölümü
romanı içebakışla insanın kendi ölümünü anlama çabasını taşır.
“…Can çekişen İvan İlyiç
durmadan avazı çıktığı kadar haykırıyor, kollarını sallıyordu. Eli küçük
liselinin başına çarptı. Çocuk onu yakaladı, dudaklarına götürdü ağlamaya
başladı. İşte o anda İvan İlyiç kara deliğe düştü, Oradaki ışığı gördü…
…
İçinde, ölüme karşı her
zamanki korkuyu arıyor, bulamıyordu. Hani ölüm?... Ne ölümü?...
Hiç korku yok! Çünkü ölüm
de yoktu, yerine ışık vardı. İvan İlyiç, birden bire yüksek sesle:-Demek
böyleymiş! dedi. Ne saadet!
Bütün bunlar onun için bir
anda oluverdi ve bu anın anlamı artık değişmedi. Orada bulunanlar için ise onun
can çekişmesi daha iki saat sürdü. Göğsünde bir şeyler hırıldıyor. Bitkin
vücudu titremeler içinde sarsılıyordu. Sonra hırıltılar gitgide seyrekleşti. Biri
üzerine eğilerek: -Bitti dedi. İvan İlyiç bunu duydu, içinde tekrarladı. Kendi
kendine ‘Ölüm bitti’ dedi. ‘O yok artık’ Derin bir soluk aldı. Bu soluk alış
yarıda kaldı. İvan İlyiç boylu boyunca uzandı ve öldü.25 Mart 1886’’**
Kitabı elime aldığımda vakit
gece yarısını çoktan geçmişti. Zamanın sayfalarını sararttığı kitabın iç kapak
derkenarına baktım ‘Eylül 1990/Ankara’ yazıyordu. Demek ki Tolstoy’un İvan
İlyiç’in Ölümü adlı eserini okuyalı yaklaşık 22 yıl olmuş. Faruk Erem Usta’nın
Bir Ceza Avukatının Anıları’ndan hemen sonra bitirmişim bu küçük romanı. Dolayısıyla
tümü Gogol’un Palto’sundan çıkan, Dostoyevski’nin Yer Altından Notlar,
Kafka’nın Değişim, Dava, Camus’nün Düşüş, Yabancı romanlarını da henüz
okumamışım henüz. Suç ve Ceza ise, lise yıllarında bir özet kitaptan zihnimde
kalan cinayet romanından ibâretmiş.
Hukuk öğrenimime devam edip
etmeme yönünde gelgitler yaşadığım bir dönemde kitabı okurken içimin
daraldığını, kalbimin sıkıştığını hatırlıyorum. Kitap bittiğinde ise yargıç
İvan İlyiç’in tuhaf duygu dünyası izleğinde ağır ağır ölüme giden talihsiz
sürecinin asla başıma gelmemesini dilediğimi. Oysa bu satırları yazarken, kim
bilir beni de benzer bir sonun beklediği düşüncesi neden o kadar ürpertici
gelmiyor!
Roman yaşamının en iyi
noktasında olduğunu düşünen yargıç İvan İlyiç’in, zaman içinde unuttuğu insani
varoluşunu, ölümün kendisine nasıl yaklaştığını gördükçe aslında hiç
yaşamadığını fark edişini, iç dünyasında büyük bir saflık, samimiyet ve
sâhicilikle anlattığı uzunca bir öyküden ibârettir aslında. Ancak bu ibâretlik
düzeyi, varoluşun tüm boyutlarını, insanın çeşitli yüzlerini, hesaplaşmalarını,
içe bakış hâllerini kapsayan geniş bir oylumu taşımaya engel değildir.
Kezâ, meslektaşlarının İvan
İlyiç’in ölüm haberini gazeteden öğrendikten hemen sonra düşüncesine daldıkları
terfi, görev değişikliği, maaş artış hesaplamaları, bir yandan da ‘İşte o
öldü; Ben ölmedim!’ diye avunarak, ölenin kendileri değil de başkası
olmasından ötürü duydukları rahatlık, mâtem evinde cenâzenin bulunduğu ortamda,
yerine getirilen biçimsel, dinsel-geleneksel davranışların yanı sıra, (eski)
mesai arkadaşlarının her akşam yapıla geldiği gibi o akşam da oynanacak kâğıt
oyununu planlanmaları, ziyaretçilerin yapmacık keder sergilemeleri, ölü henüz
evdeyken cenaze giderlerinin aile bireylerince inceden inceye hesaplanması, eşi
ve en yakın arkadaşı arasında devletten alınacak dul maaşından öte neler koparılabileceğinin
açıklıkla konuşulması, öykünün baş kahramanının İvan İlyiç değil de, ölümüyle
onun makâmına geçecek olan Alekseyev’in olması bile düzlemi değiştirmeyecektir.
Toplumsal kurallara titizlikle
uyan bir kişiliği bulunan, bu nedenle çevresinde daima onaylanan İvan İlyiç,
hiçbir aşırılığa kapılmadan tamamlar Hukuk öğrenimini. Sonrasında, başladığı
memuriyette, meslekte yükselmenin yazılı olmayan ve önceleri kendine ters gelen
kurallarına zamanla uyum sağlar.
Yüksek mevkideki meslek
büyükleriyle kurduğu ilişkiler, nezâket, kibârlık ve dürüstlükle, neredeyse
sanatkârane yürüttüğü taşra görevlerindeki, savcılık, sorgu yargıçlığı
sırasında, elinde bulunan gücü bilmenin ve bunu yerinde kullanmanın verdiği
hazzı yaşar hep. Bir süre sonra, görev muhitinin asîl, parlak kızı Praskovya
Fedorovna’yla enikonu düşünülmüş bir evlilik yapar. Zamanla kıskanç ve huysuz
bir kadına dönüşen eşine yönelttiği ilgisini-emeğini, mesleğine harcamaya
başlar. Bu hırsla işine sarılır bir yandan da yargı bürokrasisinde yükseliş
çabalarını sürdürür. İvan İlyiç’in tüm yaşamını, tutkuyla sürdürdüğü işi,
meslektaşlarıyla sınırlı çevresi ve neredeyse her akşam katıldığı kâğıt oyunu
partileri doldurmaktadır.
Kocasının statüsünü ölesiye
önemseyen Praskovya Fedorovna için evlilik salt bu nedenle katlanılabilir bir
yüktür. Zamanla bu aile çatışmalarında İvan İlyiç’in meslekte yükselişiyle
paralel ve görece uzlaşı sağlanır, herkes kendi sınırlarına çekilir. Yıllar
içinde çocuklar doğar, büyür ve gözlerinin önünde sessizce birer genç kız,
delikanlı oluverirler.
Artık kendine yetmeyen statü
düzeyini yükseltmek için eşinin de tahrikiyle St. Petersburg’a yapılan bir
ziyarette biraz çaba, biraz tâlihin yardımıyla yargı bürokrasisinde ulaştığı
yüksek mevkiin verdiği mutlulukla yeni görev yerine taşınılır. Burada seçkin
bir muhitte zengin evlerine benzetilme çabasıyla döşenen konuta yerleşme
sırasında, o meş’um ev kazâsı gerçekleşir. Ama olsun, yeni kentte kurulan ev ve
iş düzeniyle, her yönden kusursuz olduğu düşünülen yaşantıya erişilmiştir
artık.
Hay aksi! Tam da bu dönemde
kazanın anısı olarak İvan İlyiç’in böğründe başlayan ağrı gittikçe artmaya
başlar. Sevimsiz, ağız tadını, yaşam keyfini kaçıran bir ağrıdır bu. Önce
önemsenmeyen, sonra dayanılmaz düzeye çıkan ağrılar sebebiyle girdiği ruh hâli
aile ilişkilerini sürdürülemez noktaya getirince bir hekime gitmekten başka
çare kalmaz.
Gizemli metinlerle mahkeme
salonlarında karabuduna muktedir kılınan ‘hâkimin’, hastalığı sırasında
muayene için gittiği ‘hekimin’ odasındaki zayıflığı, mujiklerin kendi
önündeki duruşundan farklı değildir. Hekimin egemenlik alanında onunla üst
perdeden ve anlaşılmaz tıp terimleriyle konuşması, hâkimin onun
söylediklerinden hiçbir şey anlamamaktan, sorularına yanıt alamamaktan duyduğu
üzüntü yeni bir çarpılmadır.
İvan İlyiç gittikçe ağırlaşan
acılı hastalığıyla birlikte, sararıp solar, mahkemedeki görevini sürdürmeye
çalışsa da yargılamalarını yürütememeye başlar. Her alanda hızla yalnızlaşır,
yalnızlaştıkça alınganlaşır, yatak odası bile gözden uzak yere taşınır.
Bedeninde başlayan yıkım, aile bireylerinin duyarsız davranışları ve işinin
hızla hayatını dolduran ana varlık olmaktan çekilmesiyle ruhsal çöküntüye
evrilir. Aldığı afyon ve vurulan morfin iğneleri acılarını dindirmeye,
gecelerini huzurlu bir uykuyla geçirmesini sağlamaya yetmez. İlyiç ölümle
yüzyüze geldiğini hissederek acıklı bir sorgulama sürecine girer. Okul
yıllarında okuduğu Kiezewettwer'in mantık kitabından
öğrendiği akıl yürütmede: 'Gaius bir insandır, insanlar ölümlüdür, o
halde Gaius'da ölümlüdür.’
önermesi Gaius'a, yani ‘anonim’ insana uygulandığında elbette hep doğru
olabilir. Ama kendisine uygulandığında kesinlikle öyle olmamalıdır. Çünkü o
Gaius değildir. Öteden beri sıradan insandan ayrı bambaşka bir varlıktır. Feci
bir şey olan ölüme zorla götürülmesine olanak yoktur. Böyle düşünürken aslında
bir yandan da her yerde O’nun (Azrail) kendisini gözetlediği
düşüncesiyle boğuşmaya başlamıştır.
Hastalıktan üç ay sonra bakıma
muhtaç duruma gelen İvan İlyiç karısı, kızı, oğlu, damat adayı, hizmetçileri,
meslektaşları, doktorları ve ahbaplarının artık onun ne zaman öleceğini merak
ettiklerini, hatta kendisinin bile çektiklerinden ne zaman kurtulacağını bilmek
istediği gerçeğini kavrar. Tüm sahtelikler içinde ev ahâlisinden yalnızca
Gerasim kendisine şefkâtle davranmakta, tiksinmeden tüm işlerinde yardımcı
olmaktadır. Artık yaşamdaki en yakını, hastalığı sebebiyle görmek istediği
ilgiyi, çocukmuşçasına sevilip avutulmayı veren saf köylü uşak Gerasim’dir.
Odasında yalnız kaldığı
zamanlarda acıdan ve öfkeden hıçkırıklarla ağlayıp, kendisiyle konuşarak,
başına gelenlerden ötürü Tanrı’dan hesap sorar. Yalnızca azap çekmemek ve mutlu
yaşamak istemektedir. Peki, mutlu bir yaşam nedir? Ömrünün eski güzel günleri,
tatlı anıları gibi mi? Sâhi çocukluğunun kısa bir bölümü dışında aslında hiç
güzel günleri, tatlı anıları olmuş mudur gerçekten? Gerektiği gibi yaşamış mıdır?
Oysa bütün kurallara uymuştur. Sonuç bu mu olmalıdır?
Yaşamak mahkemede mübaşirin: ‘Yargıçlar
heyeti geliyor!’ dediği anlardaki gibi midir?
‘-İşte geldi heyet! Ama
suçum yok benim. Öyleyse niçin?’
Birçok kez çocukluğunun saf ve
mutlu zamanlarını anımsar. Bu anımsamalar gerilere, yaşamının başlangıcında
aydınlık bir noktaya götürür onu. Zamanla kararan ışıktan nokta.
Ya bütün yaşamı, bilinçle
yaşadığını sandığı ömrü gerektiği gibi değilse. Uğruna savaşım verdiği, kimi
zaman belli belirsiz iç huzursuzluklarıyla uyum sağladığı meslek yaşantısı,
dört elle sarıldığı görevine ilişkin algıları, hatta ailesinin kuruluşu, kısaca
tüm doğru sandıkları temelden yanlış ise? Yapay ve yüzeysel değer yargılarına
göre tüketilen bir hayat aslında yaşanmış mıdır?
Klasik toplumsal anlayışın
değer yargılarının çarpıklığı ekseninde ideal bir bireyin tanımı ölüm gerçeği
göz ardı edilerek inşa edilmiştir. Toplumun hayatın amacı ve anlamı sorusuna
verdiği yanıt, maddi başarı ve yüzeysel mutluluk anlarıdır. Ölümle, kıvrandıran
acılarla, yalın gerçeklerle yüzleşmiş bireyin anlam dünyasında ise bunların
karşılığı yoktur. Genel düzlemde aydının, özelde hukukçunun ve daha özelinde
yargıcın, toplumdaki bireylerin yalnızca kendisini düşünüp, kişisel
çıkarlarının peşinde ömür tükettiği düzende, birincil sorumluluğu erdem ve
bilgeliği arama çabasıdır. Çünkü ölüm, er ya da geç, nasıl olsa gelecektir. Sokrates’in
diliyle: ‘Güç olan ölümden kaçınmak değil kötülükten kaçınmaktır. Çünkü
kötülük ölümden daha hızlı koşar’
Yaşamın anlamı ve amacı nedir?
sorunsalına çarpanlar, yani yüzleşenler, yani sakatlar ve ölüm döşeğindekiler,
bu sorunu kendi başlarına çözmek zorundadırlar. Çünkü toplum, yaşam hakkında
ayrıksı düşünenleri dışlar. Yaşlılar, ölümle yüzleşenler, toplum tarafından
sürekli mızmızlanan fazlalıklar olarak görülürler. Onlar toplumun canlılık
enerjisinin dışında kalan, çürümüş, bunamış, eskimiş insanlardır. Oysa ölümün
aynasından bakabildikleri için, bu ‘fazlalıklar’ gerçeği en yalın
görenlerdir.
İvan İlyiç’in gıyâbında,
hastalığının kendi kusurundan kaynaklandığını, iyileşememesinin ise tedâvi
kurallarına uymayan mızmızlığının sonucu olduğunu anlatıp duran karısına son
kertede sitemle söylediği: ‘Allah rızası için bırakın da rahat öleyim’
sözü; Her zamanki teatral biçimsellikle acılarını hafifletmeyi öneren doktora: ‘Onu
da yapamazsınız artık. Bırakın’ demesi, ölüm gerçeğini bilmenin ötesinde,
ona teslim olmaktan başka yol kalmadığını anlayan adamın yalın gerçekliği
kavrayışıdır.
Sayıklamalar, sayıklamalar… Üç
gün boyunca süren çığlıklar, çırpınışlar. Ölüm kararı infaz edilen adamın
cellâdın karşısındaki çabası gibi beyhûde. Ve İvan İlyiç’in deliğe düştüğü o
an…Her okuyucunun duygu/zihin dünyasında kendinden kılması, kendi varoluşunu
sorgulamasını gerektiren o an.
Başlangıçta Tolstoy’un adını
Bir Yargıcın Ölümü olarak koyduğu öyküye ilişkin ana fikir ve temanın 1881 yılında,
Tula Mahkemesi’nde yargıçlık yapan İvan İlyiç Meşnikov’un öldüğünü duyduğunda
aklına geldiği; Meşnikov’un kardeşinden olayın ayrıntılarını öğrendikten sonra,
anlatının ölümle önce mücâdele eden, sonra da kendisini ona bırakan bir adamın
günlüğünü kaleme almaya başladığı; Ancak zamanla öykünün eğer üçüncü kişinin
ağzından anlatılırsa, trajik boyutunun derinlik kazanacağını görerek günlüğü,
bir romana dönüştürdüğü bilinir.
İvan İlyiç’in Ölümü… Mesleği
gereği insanoğlunun en sıradan, olağan gündelik faaliyetleri yanında onun en
mahrem, en yüksek ve en aşağı hâllerine tanık olan yargıçın trajedisidir.
Ülkenin ıssız köşelerinde görev yaptığı dönemde, yanında Tanrı’dan ve
Devlet’ten başka kimsenin bulunmadığını düşündüğü taşrada çöreklenir bu düşünce
zihninde. Yargıcın ölümle karşılaşması elbette kendi ölümünden ibâret
değildir.Yargıç ve savcı meslek yaşamı boyunca ölümün bir süje ve ölünün obje
olarak yüzlerce, binlerce sûretini görür.
Ölüm olgusuna karşı
kimilerinde açık bir korku, kimilerinde belli belirsiz bir ürküntü ve merak ile
başlayıp zamanla teşrih masasında parçalanmış gövdelerin, yaşlı, genç, kadın,
erkek, çocuk ve bebeklerin otopsi işlemlerine tanık olma; Bu tanıklığın
yarattığı travmanın ‘meslekte deneyim’adıyla kanıksanması, ölümün hep
başkalarının ölümü olarak kabulü ile nekâhet evresine girer. Ne var ki olguyu
bastırma, yâdsıma, mantığa bürüme veya humor görüngülü bu savunma mekanizmaları
sonsuza kadar sürmeyecektir.
Ölüme gittiğini bir gece
yatakta iken aniden duyumsar yargıç. O zamana dek görmediği, görmek istemediği
gerçek tüm çıplaklığıyla karşısındadır. Ölmekte olduğunu kalbinin
derinliklerinde hissetmesine karşın ilkin bu düşünceyi kabullenemez. Ölüm
düşüncesini içselleştirmenin kahrını yaşadığı sırada ise etrafındakiler onu
yeterince anlamaz ya da anlamak istemezler. Dünyada her şeyin eskisi gibi
gittiğini sanırlar, sıra dışı hiçbir şey yokmuş gibi hatta İvan İlyiç’i yok
sayarak gündelik yaşamlarına devam ederler. Tıpkı bir zamanlar kendisinin
yaptığı gibi. Öyle ya, elden ne gelir yaşam devam ediyordur.
Bir gece eğlenceden dönen
ailesinin evin diğer bölümlerinden, ölüm odasına gelen ‘yaşama’ sesleri
çıldırtır onu. Çektiği acının dayanılmazlığı içinde ve öfkeden boğularak
yattığı yerden karanlığa bakıp gerçeğini ifşâ eder kendine:‘Hiçbir şeyin
önemi kalmadı artık. Ölüm! Evet ölüm!... İçeridekilerin hiçbiri bilmiyor bunu. Bilmek
istemiyorlar. Acımıyorlar. Sadece gülüp eğleniyorlar. Hiçbir şey umurlarında
değil. Ama bir gün kendileri de ölecek. Bugün ben, yarın onlar… Fakat mutlaka
ölecekler. Bundan kurtuluş yok. Gülüp oynasınlar bakalım. Hayvanlar!’
İnsanın kendi varlığının
anlamı üzerine yaşadığı dehşet İvan İlyiç’in temel sorunsalı olarak ortaya
çıkar. Yargıç yargılama ediminin bir aktörü olarak, ölümün ve yaşamın ebedi
meydan okumaları ile karşı karşıya geldiğinde, aslında her yargının ve
kendisinin bu evrensel metafizik meydan okumanın muhatabı olduğunu, yaşamın ve
ölümün sonsuz mahkemesinde bir yargılanana dönüştüğünü görür. Bu görme yargıcın
formel dünyanın ve aldanışların düzenlenmiş güzergâhının bir serâba dönüşümünü
deneyimlemesini başlatır. Aslında her mahkeme, her karar yargıcın kendisi
hakkında gerçekleştirdiği bir pratiğe dönüşür. Bu yönüyle yaşıyor olmanın,
varoluşun dayanılmaz dünyası ile karşıya karşıya kalma durumu ortaya çıkar. Evrensel
mahkeme yargıcın, yargının kendi mahkemesidir.
Tolstoy, İvan İlyiç
Meşnikof’un şahsında bireyin ölüm sürecinde yaşadıkları kılavuzluğuyla,
tanrısal bir iş yaptığı vehminde olan hukukçunun, insan olarak ölüm
karşısındaki çâresizliğini, onu ilkin reddedip sonra yavaş yavaş kabullenip, en
son teslimiyetinin arzuya dönüştüğü ölüm olgusunun hiçbir statü, varlık, yaş,
cinsiyet ayrımı yapmaksızın tüm insanları eşitlediği hükmünü derinlikli bir
kurguyla verir.
Ölüm insanın sonlu
metafiziğinin bir penceresidir. Ölüm ve yaşamın diyalektiği, insanın anlam
arayışının kaynağıdır. Ölüme karşı tutumumuz yaşama vereceğimiz yanıtın
adresidir. Çünkü ‘sorular beklemez, yanıt isterler.’
Aslında bir yargıç olarak İvan
İlyiç Meşnikof sembolik bir figürdür. O yaşamın ve ölümün kıyısındaki insandır.
İnsan anlam anaforunun ortasındadır. Yargı bu anlam seçimi ile ilgilidir. Bu
bağlam, değerler dünyasındaki etik insan biçiminin, kendi iç evrenindeki derin
karşılığının anlamını özümseyip hiçbir zaman hatırından çıkarmaması, yasaların
uygulanması şeklindeki eylem sürecinin bir yargı teknokratlığıyla sınırlı
olmayıp insanın künhüne/ontolojisine bir projeksiyon tutma işlevini
ıskalamaması gerektiğini anımsatır.
Yargıç, kürsüsünde iken usûl
kuralları çerçevesinde salt teknik işlemler bütünü olarak gördüğü yargılama
eyleminde insani tutumunu/duruşunu sergilemede turnusol kâğıdı işlevi gören
olgularla sınanır her gün. Nice zaman sonra meslekte profesyonelleşme adına her
türlü duygudan, tepkiden uzaklaşarak küntleşmesine neden olan maskı’nın,
halk deyimiyle ‘mahkeme duvarı’ tutumunun zamanla gösterişli bir
yansıtma olmaktan çıkarak kişiliğine dönüştüğü gerçeğini unutur.
‘Toplum içinde giderek
yükselirken, meğer hayatta hızla aşağı düşüyormuşum’ itirafı yargıcın
mesleğini ifâ ederken içinde bulunduğu normlar hiyerarşisine paralel makamlar
hiyerarşisinin ve yargılama eyleminin seremonik atmosferinin aslında bir göz
bağı (illusion) olduğunu çok
geç kavramanın hayıflanışıdır. Burada insanın kendi otantik varoluşsal
boyutlarını yitirmesi karşısında onu bekleyen çölleşmeyi de estetize eder. Varoluşsal
yabancılaşma bir anlam yitimi olarak karşımıza çıkar. Yaşamı hiçleştiren
konformizm yine bir öz yıkım olacaktır. Trajedi ise yükselirken düşüştür. Bir
anlamda ‘ihtişam ve sefâlettir’. Statü göstergelerinin gönderiminin kifâyetsizliğidir
açığa çıkan. Ölümün ve yaşamın dansı bütün bu göstergeleri soldurmuştur. Düşüş yargıcın
yargısında kendine dönmüştür bu kez.
Yargıçlar, savcılar,
avukatlar. Hukukçuların önemli bir kısmında teatral seremoniler, ünvânlar,
cübbeler içinde sergilenenen duruşta, ıskalanan çoğu kez yaşamın sahiciliğidir.
Bilim temelli normatife, içkin hikmet merceği ile bakamayan her gözü
bekleyen, yargıç İvan İlyiç Meşnikof’un âkıbetidir aslında. O kendi varlığının
gerçeğine ulaşmayı, değerler bilgisine ilişkin akıl karışıklığını gidermeyi,
ancak iç evreninde çıkacağı yolculukla çözebilecektir. Tüm sıfatlarını,
ünvânlarını, statülerini, içtikçe susatan tuzlu hırslarından oluşan
ağırlıklarını, bu iç yolculuğunun evrelerinde birer birer atmakla, onu
köleleştiren bağlar çözülecek, özgürlük ve kurtuluşu ayaklarının dibine
düşecektir.
Cübbesini mesleğinin onur
simgesi olarak gören -belki görmesi gereken- yargıç, onu giymekle insanın en
özeline müdâhil olma yetkesini içeren bir iktidar türünü elde etmişse de, ancak
iç evreninde bu cübbeden sıyrılmakla Asıl Benliği’ne, öz varlığına
kavuşabilir.
Son yollamada, Çağdaş Türk
şiirinin öncülerinden biri olduğu yeni yeni anlaşılan Asaf Hâlet Çelebi’nin Cüneyd
şiiriyle diyelim ki:
‘…
aç cübbeni cüneyd
ne görüyorsun
görünmeyeni
cüneyd nerede
cüneyd ne oldu
sana bana olan
ona da oldu
kendi cübbesi altında
cüneyd yok oldu’***
Metin Dikeç
*Mujik:(Rusçada) Köylü erkek
sınıf
**İvanİlyiç’in Ölümü- L. N.
Tolstoy/ MEB Yayınları 1990
***Om Mani Padme Hum-Asaf
Hâlet Çelebi/Adam Yayınları 1983