Şiir, Edebiyat, Kültür, Sanat

22 Haziran 2014 Pazar

İVAN İLYİÇ’İN ÖLÜMÜ ya da YARGIÇIN TRAJEDİSİ


Her şeye küsüp tüm servetini yoksullara dağıtıp evini bırakarak yollara düşen ve kırsal bir tren istasyonunda ölüm döşeğinde zatürreden ıstırap çeken Lev Nikolayeviç Tolstoy’un son sözlerini şöyle mırıldandığı söylenir: ‘Ya mujikler? Mujikler nasıl ölüyorlar?’ *

Mujikler de Don Quixote, Napolyon Bonapart ya da Johann Sebastian Bach gibi ölmekte ve gelenin ne olduğun bilmektedirler aslında. Değişen şudur ki tarihsel süreçte modernitenin gelişimiyle birlikte, toplumda ölüm ayinlerinin dramatik içerikleri giderek boşaltılmış, hatta ölümün mekânı değiştirilmiştir. İnsanlar artık evde ailenin içinde değil de, hastanelerde yalnız başlarına ölmektedirler.

İnsanın ve toplumun en karmaşık konularına el atan, tüm yaşamı gerçekleri anlama ve inceleme yolunda geçen Lev Tolstoy’un Üç Ölüm adlı öyküsü ve İvan İlyiç’in Ölümü romanı içebakışla insanın kendi ölümünü anlama çabasını taşır.

“…Can çekişen İvan İlyiç durmadan avazı çıktığı kadar haykırıyor, kollarını sallıyordu. Eli küçük liselinin başına çarptı. Çocuk onu yakaladı, dudaklarına götürdü ağlamaya başladı. İşte o anda İvan İlyiç kara deliğe düştü, Oradaki ışığı gördü…
İçinde, ölüme karşı her zamanki korkuyu arıyor, bulamıyordu. Hani ölüm?... Ne ölümü?...
Hiç korku yok! Çünkü ölüm de yoktu, yerine ışık vardı. İvan İlyiç, birden bire yüksek sesle:-Demek böyleymiş! dedi. Ne saadet!

Bütün bunlar onun için bir anda oluverdi ve bu anın anlamı artık değişmedi. Orada bulunanlar için ise onun can çekişmesi daha iki saat sürdü. Göğsünde bir şeyler hırıldıyor. Bitkin vücudu titremeler içinde sarsılıyordu. Sonra hırıltılar gitgide seyrekleşti. Biri üzerine eğilerek: -Bitti dedi. İvan İlyiç bunu duydu, içinde tekrarladı. Kendi kendine ‘Ölüm bitti’ dedi. ‘O yok artık’ Derin bir soluk aldı. Bu soluk alış yarıda kaldı. İvan İlyiç boylu boyunca uzandı ve öldü.25 Mart 1886’’**

Kitabı elime aldığımda vakit gece yarısını çoktan geçmişti. Zamanın sayfalarını sararttığı kitabın iç kapak derkenarına baktım ‘Eylül 1990/Ankara’ yazıyordu. Demek ki Tolstoy’un İvan İlyiç’in Ölümü adlı eserini okuyalı yaklaşık 22 yıl olmuş. Faruk Erem Usta’nın Bir Ceza Avukatının Anıları’ndan hemen sonra bitirmişim bu küçük romanı. Dolayısıyla tümü Gogol’un Palto’sundan çıkan, Dostoyevski’nin Yer Altından Notlar, Kafka’nın Değişim, Dava, Camus’nün Düşüş, Yabancı romanlarını da henüz okumamışım henüz. Suç ve Ceza ise, lise yıllarında bir özet kitaptan zihnimde kalan cinayet romanından ibâretmiş.

Hukuk öğrenimime devam edip etmeme yönünde gelgitler yaşadığım bir dönemde kitabı okurken içimin daraldığını, kalbimin sıkıştığını hatırlıyorum. Kitap bittiğinde ise yargıç İvan İlyiç’in tuhaf duygu dünyası izleğinde ağır ağır ölüme giden talihsiz sürecinin asla başıma gelmemesini dilediğimi. Oysa bu satırları yazarken, kim bilir beni de benzer bir sonun beklediği düşüncesi neden o kadar ürpertici gelmiyor!

Roman yaşamının en iyi noktasında olduğunu düşünen yargıç İvan İlyiç’in, zaman içinde unuttuğu insani varoluşunu, ölümün kendisine nasıl yaklaştığını gördükçe aslında hiç yaşamadığını fark edişini, iç dünyasında büyük bir saflık, samimiyet ve sâhicilikle anlattığı uzunca bir öyküden ibârettir aslında. Ancak bu ibâretlik düzeyi, varoluşun tüm boyutlarını, insanın çeşitli yüzlerini, hesaplaşmalarını, içe bakış hâllerini kapsayan geniş bir oylumu taşımaya engel değildir.

Kezâ, meslektaşlarının İvan İlyiç’in ölüm haberini gazeteden öğrendikten hemen sonra düşüncesine daldıkları terfi, görev değişikliği, maaş artış hesaplamaları, bir yandan da ‘İşte o öldü; Ben ölmedim!’ diye avunarak, ölenin kendileri değil de başkası olmasından ötürü duydukları rahatlık, mâtem evinde cenâzenin bulunduğu ortamda, yerine getirilen biçimsel, dinsel-geleneksel davranışların yanı sıra, (eski) mesai arkadaşlarının her akşam yapıla geldiği gibi o akşam da oynanacak kâğıt oyununu planlanmaları, ziyaretçilerin yapmacık keder sergilemeleri, ölü henüz evdeyken cenaze giderlerinin aile bireylerince inceden inceye hesaplanması, eşi ve en yakın arkadaşı arasında devletten alınacak dul maaşından öte neler koparılabileceğinin açıklıkla konuşulması, öykünün baş kahramanının İvan İlyiç değil de, ölümüyle onun makâmına geçecek olan Alekseyev’in olması bile düzlemi değiştirmeyecektir.

Toplumsal kurallara titizlikle uyan bir kişiliği bulunan, bu nedenle çevresinde daima onaylanan İvan İlyiç, hiçbir aşırılığa kapılmadan tamamlar Hukuk öğrenimini. Sonrasında, başladığı memuriyette, meslekte yükselmenin yazılı olmayan ve önceleri kendine ters gelen kurallarına zamanla uyum sağlar.

Yüksek mevkideki meslek büyükleriyle kurduğu ilişkiler, nezâket, kibârlık ve dürüstlükle, neredeyse sanatkârane yürüttüğü taşra görevlerindeki, savcılık, sorgu yargıçlığı sırasında, elinde bulunan gücü bilmenin ve bunu yerinde kullanmanın verdiği hazzı yaşar hep. Bir süre sonra, görev muhitinin asîl, parlak kızı Praskovya Fedorovna’yla enikonu düşünülmüş bir evlilik yapar. Zamanla kıskanç ve huysuz bir kadına dönüşen eşine yönelttiği ilgisini-emeğini, mesleğine harcamaya başlar. Bu hırsla işine sarılır bir yandan da yargı bürokrasisinde yükseliş çabalarını sürdürür. İvan İlyiç’in tüm yaşamını, tutkuyla sürdürdüğü işi, meslektaşlarıyla sınırlı çevresi ve neredeyse her akşam katıldığı kâğıt oyunu partileri doldurmaktadır.

Kocasının statüsünü ölesiye önemseyen Praskovya Fedorovna için evlilik salt bu nedenle katlanılabilir bir yüktür. Zamanla bu aile çatışmalarında İvan İlyiç’in meslekte yükselişiyle paralel ve görece uzlaşı sağlanır, herkes kendi sınırlarına çekilir. Yıllar içinde çocuklar doğar, büyür ve gözlerinin önünde sessizce birer genç kız, delikanlı oluverirler.

Artık kendine yetmeyen statü düzeyini yükseltmek için eşinin de tahrikiyle St. Petersburg’a yapılan bir ziyarette biraz çaba, biraz tâlihin yardımıyla yargı bürokrasisinde ulaştığı yüksek mevkiin verdiği mutlulukla yeni görev yerine taşınılır. Burada seçkin bir muhitte zengin evlerine benzetilme çabasıyla döşenen konuta yerleşme sırasında, o meş’um ev kazâsı gerçekleşir. Ama olsun, yeni kentte kurulan ev ve iş düzeniyle, her yönden kusursuz olduğu düşünülen yaşantıya erişilmiştir artık.

Hay aksi! Tam da bu dönemde kazanın anısı olarak İvan İlyiç’in böğründe başlayan ağrı gittikçe artmaya başlar. Sevimsiz, ağız tadını, yaşam keyfini kaçıran bir ağrıdır bu. Önce önemsenmeyen, sonra dayanılmaz düzeye çıkan ağrılar sebebiyle girdiği ruh hâli aile ilişkilerini sürdürülemez noktaya getirince bir hekime gitmekten başka çare kalmaz.

Gizemli metinlerle mahkeme salonlarında karabuduna muktedir kılınan ‘hâkimin’, hastalığı sırasında muayene için gittiği ‘hekimin’ odasındaki zayıflığı, mujiklerin kendi önündeki duruşundan farklı değildir. Hekimin egemenlik alanında onunla üst perdeden ve anlaşılmaz tıp terimleriyle konuşması, hâkimin onun söylediklerinden hiçbir şey anlamamaktan, sorularına yanıt alamamaktan duyduğu üzüntü yeni bir çarpılmadır.

İvan İlyiç gittikçe ağırlaşan acılı hastalığıyla birlikte, sararıp solar, mahkemedeki görevini sürdürmeye çalışsa da yargılamalarını yürütememeye başlar. Her alanda hızla yalnızlaşır, yalnızlaştıkça alınganlaşır, yatak odası bile gözden uzak yere taşınır. Bedeninde başlayan yıkım, aile bireylerinin duyarsız davranışları ve işinin hızla hayatını dolduran ana varlık olmaktan çekilmesiyle ruhsal çöküntüye evrilir. Aldığı afyon ve vurulan morfin iğneleri acılarını dindirmeye, gecelerini huzurlu bir uykuyla geçirmesini sağlamaya yetmez. İlyiç ölümle yüzyüze geldiğini hissederek acıklı bir sorgulama sürecine girer. Okul yıllarında okuduğu Kiezewettwer'in mantık kitabından öğrendiği akıl yürütmede: 'Gaius bir insandır, insanlar ölümlüdür, o halde Gaius'da ölümlüdür.’ önermesi Gaius'a, yani ‘anonim’ insana uygulandığında elbette hep doğru olabilir. Ama kendisine uygulandığında kesinlikle öyle olmamalıdır. Çünkü o Gaius değildir. Öteden beri sıradan insandan ayrı bambaşka bir varlıktır. Feci bir şey olan ölüme zorla götürülmesine olanak yoktur. Böyle düşünürken aslında bir yandan da her yerde O’nun (Azrail) kendisini gözetlediği düşüncesiyle boğuşmaya başlamıştır.

Hastalıktan üç ay sonra bakıma muhtaç duruma gelen İvan İlyiç karısı, kızı, oğlu, damat adayı, hizmetçileri, meslektaşları, doktorları ve ahbaplarının artık onun ne zaman öleceğini merak ettiklerini, hatta kendisinin bile çektiklerinden ne zaman kurtulacağını bilmek istediği gerçeğini kavrar. Tüm sahtelikler içinde ev ahâlisinden yalnızca Gerasim kendisine şefkâtle davranmakta, tiksinmeden tüm işlerinde yardımcı olmaktadır. Artık yaşamdaki en yakını, hastalığı sebebiyle görmek istediği ilgiyi, çocukmuşçasına sevilip avutulmayı veren saf köylü uşak Gerasim’dir.

Odasında yalnız kaldığı zamanlarda acıdan ve öfkeden hıçkırıklarla ağlayıp, kendisiyle konuşarak, başına gelenlerden ötürü Tanrı’dan hesap sorar. Yalnızca azap çekmemek ve mutlu yaşamak istemektedir. Peki, mutlu bir yaşam nedir? Ömrünün eski güzel günleri, tatlı anıları gibi mi? Sâhi çocukluğunun kısa bir bölümü dışında aslında hiç güzel günleri, tatlı anıları olmuş mudur gerçekten? Gerektiği gibi yaşamış mıdır? Oysa bütün kurallara uymuştur. Sonuç bu mu olmalıdır?

Yaşamak mahkemede mübaşirin: ‘Yargıçlar heyeti geliyor!’ dediği anlardaki gibi midir?
‘-İşte geldi heyet! Ama suçum yok benim. Öyleyse niçin?’

Birçok kez çocukluğunun saf ve mutlu zamanlarını anımsar. Bu anımsamalar gerilere, yaşamının başlangıcında aydınlık bir noktaya götürür onu. Zamanla kararan ışıktan nokta.

Ya bütün yaşamı, bilinçle yaşadığını sandığı ömrü gerektiği gibi değilse. Uğruna savaşım verdiği, kimi zaman belli belirsiz iç huzursuzluklarıyla uyum sağladığı meslek yaşantısı, dört elle sarıldığı görevine ilişkin algıları, hatta ailesinin kuruluşu, kısaca tüm doğru sandıkları temelden yanlış ise? Yapay ve yüzeysel değer yargılarına göre tüketilen bir hayat aslında yaşanmış mıdır?

Klasik toplumsal anlayışın değer yargılarının çarpıklığı ekseninde ideal bir bireyin tanımı ölüm gerçeği göz ardı edilerek inşa edilmiştir. Toplumun hayatın amacı ve anlamı sorusuna verdiği yanıt, maddi başarı ve yüzeysel mutluluk anlarıdır. Ölümle, kıvrandıran acılarla, yalın gerçeklerle yüzleşmiş bireyin anlam dünyasında ise bunların karşılığı yoktur. Genel düzlemde aydının, özelde hukukçunun ve daha özelinde yargıcın, toplumdaki bireylerin yalnızca kendisini düşünüp, kişisel çıkarlarının peşinde ömür tükettiği düzende, birincil sorumluluğu erdem ve bilgeliği arama çabasıdır. Çünkü ölüm, er ya da geç, nasıl olsa gelecektir. Sokrates’in diliyle: ‘Güç olan ölümden kaçınmak değil kötülükten kaçınmaktır. Çünkü kötülük ölümden daha hızlı koşar’

Yaşamın anlamı ve amacı nedir? sorunsalına çarpanlar, yani yüzleşenler, yani sakatlar ve ölüm döşeğindekiler, bu sorunu kendi başlarına çözmek zorundadırlar. Çünkü toplum, yaşam hakkında ayrıksı düşünenleri dışlar. Yaşlılar, ölümle yüzleşenler, toplum tarafından sürekli mızmızlanan fazlalıklar olarak görülürler. Onlar toplumun canlılık enerjisinin dışında kalan, çürümüş, bunamış, eskimiş insanlardır. Oysa ölümün aynasından bakabildikleri için, bu ‘fazlalıklar’ gerçeği en yalın görenlerdir.

İvan İlyiç’in gıyâbında, hastalığının kendi kusurundan kaynaklandığını, iyileşememesinin ise tedâvi kurallarına uymayan mızmızlığının sonucu olduğunu anlatıp duran karısına son kertede sitemle söylediği: ‘Allah rızası için bırakın da rahat öleyim’ sözü; Her zamanki teatral biçimsellikle acılarını hafifletmeyi öneren doktora: ‘Onu da yapamazsınız artık. Bırakın’ demesi, ölüm gerçeğini bilmenin ötesinde, ona teslim olmaktan başka yol kalmadığını anlayan adamın yalın gerçekliği kavrayışıdır.

Sayıklamalar, sayıklamalar… Üç gün boyunca süren çığlıklar, çırpınışlar. Ölüm kararı infaz edilen adamın cellâdın karşısındaki çabası gibi beyhûde. Ve İvan İlyiç’in deliğe düştüğü o an…Her okuyucunun duygu/zihin dünyasında kendinden kılması, kendi varoluşunu sorgulamasını gerektiren o an.

Başlangıçta Tolstoy’un adını Bir Yargıcın Ölümü olarak koyduğu öyküye ilişkin ana fikir ve temanın 1881 yılında, Tula Mahkemesi’nde yargıçlık yapan İvan İlyiç Meşnikov’un öldüğünü duyduğunda aklına geldiği; Meşnikov’un kardeşinden olayın ayrıntılarını öğrendikten sonra, anlatının ölümle önce mücâdele eden, sonra da kendisini ona bırakan bir adamın günlüğünü kaleme almaya başladığı; Ancak zamanla öykünün eğer üçüncü kişinin ağzından anlatılırsa, trajik boyutunun derinlik kazanacağını görerek günlüğü, bir romana dönüştürdüğü bilinir.

İvan İlyiç’in Ölümü… Mesleği gereği insanoğlunun en sıradan, olağan gündelik faaliyetleri yanında onun en mahrem, en yüksek ve en aşağı hâllerine tanık olan yargıçın trajedisidir. Ülkenin ıssız köşelerinde görev yaptığı dönemde, yanında Tanrı’dan ve Devlet’ten başka kimsenin bulunmadığını düşündüğü taşrada çöreklenir bu düşünce zihninde. Yargıcın ölümle karşılaşması elbette kendi ölümünden ibâret değildir.Yargıç ve savcı meslek yaşamı boyunca ölümün bir süje ve ölünün obje olarak yüzlerce, binlerce sûretini görür.

Ölüm olgusuna karşı kimilerinde açık bir korku, kimilerinde belli belirsiz bir ürküntü ve merak ile başlayıp zamanla teşrih masasında parçalanmış gövdelerin, yaşlı, genç, kadın, erkek, çocuk ve bebeklerin otopsi işlemlerine tanık olma; Bu tanıklığın yarattığı travmanın ‘meslekte deneyim’adıyla kanıksanması, ölümün hep başkalarının ölümü olarak kabulü ile nekâhet evresine girer. Ne var ki olguyu bastırma, yâdsıma, mantığa bürüme veya humor görüngülü bu savunma mekanizmaları sonsuza kadar sürmeyecektir.

Ölüme gittiğini bir gece yatakta iken aniden duyumsar yargıç. O zamana dek görmediği, görmek istemediği gerçek tüm çıplaklığıyla karşısındadır. Ölmekte olduğunu kalbinin derinliklerinde hissetmesine karşın ilkin bu düşünceyi kabullenemez. Ölüm düşüncesini içselleştirmenin kahrını yaşadığı sırada ise etrafındakiler onu yeterince anlamaz ya da anlamak istemezler. Dünyada her şeyin eskisi gibi gittiğini sanırlar, sıra dışı hiçbir şey yokmuş gibi hatta İvan İlyiç’i yok sayarak gündelik yaşamlarına devam ederler. Tıpkı bir zamanlar kendisinin yaptığı gibi. Öyle ya, elden ne gelir yaşam devam ediyordur.

Bir gece eğlenceden dönen ailesinin evin diğer bölümlerinden, ölüm odasına gelen ‘yaşama’ sesleri çıldırtır onu. Çektiği acının dayanılmazlığı içinde ve öfkeden boğularak yattığı yerden karanlığa bakıp gerçeğini ifşâ eder kendine:‘Hiçbir şeyin önemi kalmadı artık. Ölüm! Evet ölüm!... İçeridekilerin hiçbiri bilmiyor bunu. Bilmek istemiyorlar. Acımıyorlar. Sadece gülüp eğleniyorlar. Hiçbir şey umurlarında değil. Ama bir gün kendileri de ölecek. Bugün ben, yarın onlar… Fakat mutlaka ölecekler. Bundan kurtuluş yok. Gülüp oynasınlar bakalım. Hayvanlar!’

İnsanın kendi varlığının anlamı üzerine yaşadığı dehşet İvan İlyiç’in temel sorunsalı olarak ortaya çıkar. Yargıç yargılama ediminin bir aktörü olarak, ölümün ve yaşamın ebedi meydan okumaları ile karşı karşıya geldiğinde, aslında her yargının ve kendisinin bu evrensel metafizik meydan okumanın muhatabı olduğunu, yaşamın ve ölümün sonsuz mahkemesinde bir yargılanana dönüştüğünü görür. Bu görme yargıcın formel dünyanın ve aldanışların düzenlenmiş güzergâhının bir serâba dönüşümünü deneyimlemesini başlatır. Aslında her mahkeme, her karar yargıcın kendisi hakkında gerçekleştirdiği bir pratiğe dönüşür. Bu yönüyle yaşıyor olmanın, varoluşun dayanılmaz dünyası ile karşıya karşıya kalma durumu ortaya çıkar. Evrensel mahkeme yargıcın, yargının kendi mahkemesidir.

Tolstoy, İvan İlyiç Meşnikof’un şahsında bireyin ölüm sürecinde yaşadıkları kılavuzluğuyla, tanrısal bir iş yaptığı vehminde olan hukukçunun, insan olarak ölüm karşısındaki çâresizliğini, onu ilkin reddedip sonra yavaş yavaş kabullenip, en son teslimiyetinin arzuya dönüştüğü ölüm olgusunun hiçbir statü, varlık, yaş, cinsiyet ayrımı yapmaksızın tüm insanları eşitlediği hükmünü derinlikli bir kurguyla verir.

Ölüm insanın sonlu metafiziğinin bir penceresidir. Ölüm ve yaşamın diyalektiği, insanın anlam arayışının kaynağıdır. Ölüme karşı tutumumuz yaşama vereceğimiz yanıtın adresidir. Çünkü ‘sorular beklemez, yanıt isterler.’

Aslında bir yargıç olarak İvan İlyiç Meşnikof sembolik bir figürdür. O yaşamın ve ölümün kıyısındaki insandır. İnsan anlam anaforunun ortasındadır. Yargı bu anlam seçimi ile ilgilidir. Bu bağlam, değerler dünyasındaki etik insan biçiminin, kendi iç evrenindeki derin karşılığının anlamını özümseyip hiçbir zaman hatırından çıkarmaması, yasaların uygulanması şeklindeki eylem sürecinin bir yargı teknokratlığıyla sınırlı olmayıp insanın künhüne/ontolojisine bir projeksiyon tutma işlevini ıskalamaması gerektiğini anımsatır.

Yargıç, kürsüsünde iken usûl kuralları çerçevesinde salt teknik işlemler bütünü olarak gördüğü yargılama eyleminde insani tutumunu/duruşunu sergilemede turnusol kâğıdı işlevi gören olgularla sınanır her gün. Nice zaman sonra meslekte profesyonelleşme adına her türlü duygudan, tepkiden uzaklaşarak küntleşmesine neden olan maskı’nın, halk deyimiyle ‘mahkeme duvarı’ tutumunun zamanla gösterişli bir yansıtma olmaktan çıkarak kişiliğine dönüştüğü gerçeğini unutur.

Toplum içinde giderek yükselirken, meğer hayatta hızla aşağı düşüyormuşum’ itirafı yargıcın mesleğini ifâ ederken içinde bulunduğu normlar hiyerarşisine paralel makamlar hiyerarşisinin ve yargılama eyleminin seremonik atmosferinin aslında bir göz bağı (illusion) olduğunu çok geç kavramanın hayıflanışıdır. Burada insanın kendi otantik varoluşsal boyutlarını yitirmesi karşısında onu bekleyen çölleşmeyi de estetize eder. Varoluşsal yabancılaşma bir anlam yitimi olarak karşımıza çıkar. Yaşamı hiçleştiren konformizm yine bir öz yıkım olacaktır. Trajedi ise yükselirken düşüştür. Bir anlamda ‘ihtişam ve sefâlettir’. Statü göstergelerinin gönderiminin kifâyetsizliğidir açığa çıkan. Ölümün ve yaşamın dansı bütün bu göstergeleri soldurmuştur. Düşüş yargıcın yargısında kendine dönmüştür bu kez.

Yargıçlar, savcılar, avukatlar. Hukukçuların önemli bir kısmında teatral seremoniler, ünvânlar, cübbeler içinde sergilenenen duruşta, ıskalanan çoğu kez yaşamın sahiciliğidir. Bilim temelli normatife, içkin hikmet merceği ile bakamayan her gözü bekleyen, yargıç İvan İlyiç Meşnikof’un âkıbetidir aslında. O kendi varlığının gerçeğine ulaşmayı, değerler bilgisine ilişkin akıl karışıklığını gidermeyi, ancak iç evreninde çıkacağı yolculukla çözebilecektir. Tüm sıfatlarını, ünvânlarını, statülerini, içtikçe susatan tuzlu hırslarından oluşan ağırlıklarını, bu iç yolculuğunun evrelerinde birer birer atmakla, onu köleleştiren bağlar çözülecek, özgürlük ve kurtuluşu ayaklarının dibine düşecektir.

Cübbesini mesleğinin onur simgesi olarak gören -belki görmesi gereken- yargıç, onu giymekle insanın en özeline müdâhil olma yetkesini içeren bir iktidar türünü elde etmişse de, ancak iç evreninde bu cübbeden sıyrılmakla Asıl Benliği’ne, öz varlığına kavuşabilir.

Son yollamada, Çağdaş Türk şiirinin öncülerinden biri olduğu yeni yeni anlaşılan Asaf Hâlet Çelebi’nin Cüneyd şiiriyle diyelim ki:
‘…
aç cübbeni cüneyd
ne görüyorsun
görünmeyeni
cüneyd nerede
cüneyd ne oldu
sana bana olan
ona da oldu
kendi cübbesi altında
cüneyd yok oldu’***

Metin Dikeç

*Mujik:(Rusçada) Köylü erkek sınıf
**İvanİlyiç’in Ölümü- L. N. Tolstoy/ MEB Yayınları 1990
***Om Mani Padme Hum-Asaf Hâlet Çelebi/Adam Yayınları 1983