Serkan Türk’ün Serander Yayıncılık
tarafından yayınlanan “Rüzgârlı
Camlar” öykü kitabını alıp okumaya başladığımda aklıma Kemal Bek’in “Şiirden
Eleştiriye” kitabının önsözü geldi. “Okumak; Şeyh Gâlib’in, Hüsn'e kavuşmasının koşulu olan
Kimya'yı bulmak için çetin yolculuğu göze alan, mumdan gemilerle ateş denizini
aşan, ejderhaları yenen Aşk’ının, çileli ama mutlu serüvenidir. Sonunda
herkesin kendisini bulduğu gizemli bir serüven.”
Henüz genç bir öykü yazarı olan Serkan Türk ikinci
kitabı olan “Rüzgârlı Camlar”ı üç bölümden oluşturmuş. Camlar, Rüzgârlar ve
Bulutlar.
Kitap bir şiirle başlıyor. Ki hem şiirin hem de
diğer yazın sanatlarının yegâne kaynağı olan sözcükler okuma serüvenin önemli
bir kalkış noktası ve okur algısını harekete geçiren bir düş anahtarı değil
midir? Biz de bu anahtarı kitabın sayfalarını karıştırıp okumaya başlayarak
kullanıyoruz.
Soluyorsun
konuşmuyorum
seninle tutup ölüyorsun
ellerin
kuş tüyleri d/oluyor öldüğünde.
kumrular
havalanıyor çam ağaçlarından
yağmur
az önce yağmış
seslerini
nereye kaldırıyorlar?
nereye
düşüyor göğsündeki o çukur?
Bu dizeler kitabın içinde yer alan öykülerin şiirsel
bir dilin düzyazıya dönüştürülmesiyle oluşturulduğu ve okurun hayâl gücüne yeni
bir atmosfer inşa edildiğinin ipuçlarını veriyor.
Suda Ölen Yalı’da Celile ve öykü kahramanıyla
birlikte gitgide hızlı bir değişimin yaşandığı insan ilişkilerinde birbirini
anlayan, yalnızlığını paylaşan iki insanın yakınlaşmasına tanık olurken, kendinizi
betimlenen ahşap yalının bahçesinde ortancaların, güllerin, limon çiçekleri ve
leylak ağaçlarının ortasında dolaşan ve onların arasından denize bakan biri
gibi görüyorsunuz.
Celile karakterini o kadar iyi buldum ki onun
yaşadıkları ve içsel duyguları günümüz kadın sorunlarına farklı bir pencereden
bakışla yeniden kurgulanıp, başlı başına roman olarak bile yazılabilir. Bu
nedenle öykünün sonunda bir okur olarak acaba yalıya sonra ne oldu? Celile
yaşamını nasıl sürdürdü diye sormadan edemiyorsunuz. Bu merak belki bir okur
olarak okuduğum metinden duyumsadıklarım ve bana yansıyanlardır. Ama aynı
düşünceleri Mehmet Rauf’un “Eylül” romanının finalinde yanan köşk ve roman karakterleri
Suat, Necip, Süreyya içinde düşündüğümü anımsadığımda öykünün atmosferinin ne
kadar gerçekçi bir dille kurgulandığını ve kendimi öyküyü anlatan asıl karakter
“ben”e nasıl kaptırdığımı fark ediyorum.
Sırasıyla okumaya devam ettiğim Muhittin’in Cinleri,
Köstebek ve Sanki Yarın Issızlık öykülerinde yine aynı yazım dili sürüyor. Öykü
tekniği açısından bakıldığında kurgulamada anlatıcı kişinin “ben” olmasının
öyküleri kuşattığını, geriye dönüşlerin ve ileriye sıçrayan yönlendirmelerin
öncülüğünde kendinizi bazen küçük bir kasabada otel odasında ya da aniden
meydana gelen bir depremle beton yığınlarının arasına sıkışıp kalmış veya eşya
taşıyan bir kamyonun arka kasasında koltukta oturup düşünürken buluyorsunuz.
Yazar öykülerini tekdüze, didaktik, donuk bir
anlatımla değil imgesel ve estetik düzeyi yüksek şiirsel bir dili kendine has
tasvirlerle yontarak oluşturmuş. Kimi öykü kitaplarında öykünün geçtiği bölgeye
has kelime ve deyimlere yer vermek kuşkusuz yazarın tercihidir ancak Trabzon’da
doğup büyüyen Serkan Türk’ün öykülerinde yaşadığı coğrafyanın yöresel diline
hiç yer vermeyen ahenkli, anlaşılabilir, duru anlatımı da öykülerin başka bir
özelliği olarak dikkat çekiyor.
Yine çok beğeniyle okuduğum Tontirik’in Hayaleti’ni
okuyan her okurun gözlerinde bir hüzün, içinde bir burukluk kalacağından
oldukça eminim. Aklıma Ömer Seyfettin’in “Kaşağı” öyküsü geliyor birdenbire ve
yine çocukluğumda yaşadığım benzer anılar.
Bir yaz tatilini teyzemin evinde geçirdiğim
günlerden birinde bahçede şurup yapılmak için bekleyen ve koparılmasına izin
verilmeyen pembe gülleri toplayan ve teyzemden korktuğu için gülleri benim
kopardığımı söyleyen teyzemin kızının yalvaran bakışları ve onu kurtarmak için
suçu üstlendiğim an film şeridi gibi gözlerimin önünden geçiyor.
Şimdi ne zaman gül koparan birini görsem, uzanıp bir
gül koklasam gözümde o çocuksu tavrım, teyzemin asılan yüzü ve kızı canlanır.
Öykü kahramanı Bekir’de yıllar sonra her yaz başlangıcında bir ağaç gövdesine yaslanıp,
küçük çakıl taşlarını öpüp suya atarken geçmişte kalan yıllarını düşünür.
Bu öyküden yola çıkarak her insanın yaşamının içinde
geçmişinde kalan bir “Tontirik” mutlaka vardır diye düşünebiliriz. Çok sağlam ve
gerçekçi temel üzerine inşa edilen öykünün arka planında yer alan çocuksu
çekişmelerde kendini ve çocukluğunda oynadığı küs-barış oyunlarını hatırlamayan
okur olmayacağı kanaatindeyim
Camlar bölümü “Sesime Üşüşür Ölü Kuşlar” öyküsüyle
sona eriyor. Öykünün içinde yine şiirsel betimlemeler dikkat çekiyor.
“Gözlerim yorgun
bir bulut. Ağlasam, yağsam, sesime üşüşür bütün ölü kuşlar” Cümlesi Serkan Türk’ün öykü kadar
şiir de yazabileceğini, hatta bir şiirde seçilen kelimelerin ortaya çıkardığı
iç ritmin ve müziğin iyi yazılmış düzyazı metinlerinde de hissedilebileceğini
gösteriyor.
Kitabın diğer bölümlerini daha fazla anlatarak
yazara haksızlık yapmak istemiyorum. Hepimizin hayatına sığan birbirinden
ilginç ayrıntılar, hüzünler, sevinçler, zamanın hızlı akışında ıskalayıp
geçtiği ve kendisiyle bireysel olarak hesaplaşamadığı veya içselliğinde
kalanları kimselerle paylaşıp, anlatamadığı anlar vardır.
İşte “Rüzgârlı Camlar”
o anlara tekrar dönmemizi sağlayacak ve hislerimize tercüman olacak on
üç öyküyle gerçekten okunmaya değer bir kitap ve içinde yer alan öyküler
kendisini keşfedecek onda kendinden izler bulup, kendine tekrar yaklaştıracak
okurları bekliyor.
Ankara’da izlemeye çalıştığım Trabzon
etkinlikleri sırasında kitabını alıp imzalatma fırsatı bulduğum Serkan Türk’ün bendeki
kitaba kendi el yazısıyla düştüğü notla yazıyı sonlandırmak istiyorum
“Rüzgârlı Camlar’ın
baktığı yerler hep zamanın ara odaları. Geçip gidenin ardından bekleyen yüzler.
Beklemeler kitabını arala…”
Fatih Yavuz Çiçek