"Küçük insanlar dengini, büyük insanlar kendini arar."
Yunus Emre
Ayağımda lastik çizmeler, ellerim belimde sanki dünyaya meydan okuyan bir hâlim var. Nasıl da ince ve narinim. Babamın
söylediği övgü dolu cümle hâlâ kulağımda: “Sen
benim ince oğlumsun.” Edebiyata ve
şiire meraklı olduğumu bilmesi ne güzeldi. Hemen solumdakiler Ahmet ve Adnan.
Onlar biraz daha özgüvensiz görünüyor gibi. Kim bilir akıllarından neler geçiyordu.
Zagor'un baltası mı, Tarkan’ın kılıcı mı? Anımsadığım kadarıyla Vefa, Cimbom'u
2-1 yenmiş diye çok üzgündüler.
Evimizin avlusundayım. Annem bahçedeki ipe
sakız gibi ağarttığı, taze sabun kokulu beyazları asıyor. Çamaşırların
kaynadığı kazanın altından siyah bir bulut kümesi yükseliyor. Bir hafta önce
apandisit ameliyatı olmuştum. Taburcu işlemi sonrası doktor “yatma, yürü” demişti. Komşumuz Zehra Teyze'ye göre üzerinden bir Ağustos sıcağı geçmeden iyi olmazmışım. İspanyol paça
pantolonumla, uzun yakalı gömleğime bakıyorum. O zamanlar moda olan giyim tarzı
bu. Büyük abime küçük geldiği için onları bana vermişti. Eskiye rağbet olsa bitpazarına
nur yağardı diyenler, o eskilerden bize yağan nuru keşke görebilseydiler.
Sahil kenarındaki bankta otururken güneş başıma vuruyordu.
Bir elimde döner ekmek, diğerinde ayran bardağı, karşımda Marmara Denizi ve Kız
Kulesi. Üzerimden petrol yeşili montu çıkarmayı unutmuşum. Artık yaz bitiyor
geceleri soğuk oluyordu. Sabah kalktığımda üşümüştüm. Sıkışan metan gazının
patlattığı Ümraniye Hekimbaşı Çöplüğünde gece geç vakitlere kadar ceset
aramıştık. Ertesi gün Aksaray civarında bir lokantada arkadaşlar beyin salatası
yerken bir gün evvel çöplükten çıkardığımız cesetlerden dışarı fırlamış beyinleri anımsayınca midem bulanmıştı.
Gülümsüyorum. İnadına lâcivert ya da siyah giymeyeceğim
demiştim. Dediğimi yaptım. Bu aykırı hâllerim, belirli kalıpların içine
girmeyi niçin reddettiğimin ipuçlarınıda veriyor. Aslında o gün ben; bir genç kızın giymeyi en çok istediği beyaz gelinlikle yanımda duran eşimin elinden tutarken,
özellikle bu özel güne mahsus satın aldığım açık kahve çizgili kruvaze elbisemin içinde
yarı mutlu, yarı mahzun ve biraz da yeni açmış marantalar gibiydim.
Şaşkınım. Mutluyum. Doğrusu bu yeni duruma
yavaş yavaş alışmaya çalışıyorum. Aramıza yeni katılan can parçasının saçları
yok denecek kadar az. Şimdilik kabak kafalı, çığlık savuran, doymak nedir
bilmeyen süt avcısı birine benziyor. Kucağımda rahat rahat oturmak yerine
basıyor feryadı. Ninem: “Çocuklar cennet
gibi kokar” derdi. Kokusunu içime çekiyorum. Âh! Evlat sevgisi... Bu
duyguyu anlatacak başka sözcük bulamıyorum. İçimdeki sevinç bir krater gölü güzelliğinde.
Oğlum, gökyüzüme açılan yeni pencerem.
Mevsimlerden kış. Etraf karla kaplı. Günler birer
birer tükeniyor. Her geçen yıl doludizgin koşan bir doru tayın hızında. Daha
birkaç ay önce kutladığımız doğum günü partisi. Üflenen renkli küçük mumlar.
Üzerinde iyiki doğdun yazılı çikolatalı pasta. “Sabah olduğunda kardan adam yapalım mı babacığım” demişti. Adını “dilsiz” koyduğumuz kardan adamın önünde
poz veriyoruz. Kömürden gözler, havuçtan burun. Tuğla kırıklarından düğmeler. Eski
bir atkı, tabii ki şapka ve yıpranmış süpürgeyi de unutmuyoruz. Kızım, yeryüzü
cennetim.
“Kahve
mi yoksa ikisi bir arada mı”
diye seslenen yumuşak bir sesle bindiğim karton gemilerden düşüyorum. Yüzlerce fotoğraf karesi bir anda oturduğum odanın zeminine kuş sürüsü gibi dağılıyor.
Evdeyim.
Kucağımdan
dökülen fotoğraflarda sessizce kendimi arıyordum.
Fatih Yavuz Çiçek
Fatih Yavuz Çiçek
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder