Şiir, Edebiyat, Kültür, Sanat

6 Mart 2014 Perşembe

Karton Gemiler/Öykü


"Küçük insanlar dengini, büyük insanlar kendini arar."

Yunus Emre

Ayağımda lastik çizmeler, ellerim belimde sanki dünyaya meydan okuyan bir hâlim var. Nasıl da ince ve narinim. Babamın söylediği övgü dolu cümle hâlâ kulağımda: “Sen benim ince oğlumsun.”  Edebiyata ve şiire meraklı olduğumu bilmesi ne güzeldi. Hemen solumdakiler Ahmet ve Adnan. Onlar biraz daha özgüvensiz görünüyor gibi. Kim bilir akıllarından neler geçiyordu. Zagor'un baltası mı, Tarkan’ın kılıcı mı? Anımsadığım kadarıyla Vefa, Cimbom'u 2-1 yenmiş diye çok üzgündüler.

Evimizin avlusundayım. Annem bahçedeki ipe sakız gibi ağarttığı, taze sabun kokulu beyazları asıyor. Çamaşırların kaynadığı kazanın altından siyah bir bulut kümesi yükseliyor. Bir hafta önce apandisit ameliyatı olmuştum. Taburcu işlemi sonrası doktor “yatma, yürü” demişti. Komşumuz Zehra Teyze'ye göre üzerinden bir Ağustos sıcağı geçmeden iyi olmazmışım. İspanyol paça pantolonumla, uzun yakalı gömleğime bakıyorum. O zamanlar moda olan giyim tarzı bu. Büyük abime küçük geldiği için onları bana vermişti. Eskiye rağbet olsa bitpazarına nur yağardı diyenler, o eskilerden bize yağan nuru keşke görebilseydiler.

Sahil kenarındaki bankta otururken güneş başıma vuruyordu. Bir elimde döner ekmek, diğerinde ayran bardağı, karşımda Marmara Denizi ve Kız Kulesi. Üzerimden petrol yeşili montu çıkarmayı unutmuşum. Artık yaz bitiyor geceleri soğuk oluyordu. Sabah kalktığımda üşümüştüm. Sıkışan metan gazının patlattığı Ümraniye Hekimbaşı Çöplüğünde gece geç vakitlere kadar ceset aramıştık. Ertesi gün Aksaray civarında bir lokantada arkadaşlar beyin salatası yerken bir gün evvel çöplükten çıkardığımız cesetlerden dışarı fırlamış beyinleri anımsayınca midem bulanmıştı.

Gülümsüyorum. İnadına lâcivert ya da siyah giymeyeceğim demiştim. Dediğimi yaptım. Bu aykırı hâllerim, belirli kalıpların içine girmeyi niçin reddettiğimin ipuçlarınıda veriyor. Aslında o gün ben; bir genç kızın giymeyi en çok istediği beyaz gelinlikle yanımda duran eşimin elinden tutarken, özellikle bu özel güne mahsus satın aldığım açık kahve çizgili kruvaze elbisemin içinde yarı mutlu, yarı mahzun ve biraz da yeni açmış marantalar gibiydim.

Şaşkınım. Mutluyum. Doğrusu bu yeni duruma yavaş yavaş alışmaya çalışıyorum. Aramıza yeni katılan can parçasının saçları yok denecek kadar az. Şimdilik kabak kafalı, çığlık savuran, doymak nedir bilmeyen süt avcısı birine benziyor. Kucağımda rahat rahat oturmak yerine basıyor feryadı. Ninem: “Çocuklar cennet gibi kokar” derdi. Kokusunu içime çekiyorum. Âh! Evlat sevgisi... Bu duyguyu anlatacak başka sözcük bulamıyorum. İçimdeki sevinç bir krater gölü güzelliğinde. Oğlum, gökyüzüme açılan yeni pencerem.

Mevsimlerden kış. Etraf karla kaplı. Günler birer birer tükeniyor. Her geçen yıl doludizgin koşan bir doru tayın hızında. Daha birkaç ay önce kutladığımız doğum günü partisi. Üflenen renkli küçük mumlar. Üzerinde iyiki doğdun yazılı çikolatalı pasta. “Sabah olduğunda kardan adam yapalım mı babacığım” demişti. Adını “dilsiz” koyduğumuz kardan adamın önünde poz veriyoruz. Kömürden gözler, havuçtan burun. Tuğla kırıklarından düğmeler. Eski bir atkı, tabii ki şapka ve yıpranmış süpürgeyi de unutmuyoruz. Kızım, yeryüzü cennetim.

“Kahve mi yoksa ikisi bir arada mı” diye seslenen yumuşak bir sesle bindiğim karton gemilerden düşüyorum. Yüzlerce fotoğraf karesi bir anda oturduğum odanın zeminine kuş sürüsü gibi dağılıyor.

Evdeyim.

Kucağımdan dökülen fotoğraflarda sessizce kendimi arıyordum.

Fatih Yavuz Çiçek

Hiç yorum yok: