Pirinçleri inceliyordum. Belki on çeşit pilavlık pirinç… Birden solumda
bana baktığını fark ettim. Ufak tefek, omuzlarına doğru kıvrılan düz kestane
saçlı, alımlı kadın, yakalanmanın acemiliğiyle fasulye raflarına yöneldi. Biraz
oyalandım ama yeniden bakmadı. Yanıldığımı düşünüp paketlerden bir tanesini
arabanın içine attım ve uzaklaştım.
Peçete de alınca işim bitiyordu. Görüş alanımda olmadığı halde
izlendiğimin farkına varıp aniden döndüm. Evet, yine aynı mahcup yakalanmışlık
ifadesi… Beyaz balıkçı yaka kazak, koyu renk mini etek, şıklığını tamamlayan
çizmeler... Acaba yanına gitsem mi, diye düşündüm ancak cesaret
edemedim. Ne diyecektim ki?...
Balık reyonuna doğru yöneldim. Çoğu kere olduğu gibi zamanı unuturcasına
uzun uzun seyre daldım balıkları. Alt yarısı satılmış bir kılıç balığı,
levrekler, çupralar, hamsiler, istavritler, buz kalıbının üzerinden kollarını
sarkıtmış irice bir ahtapot, karidesler…
"Sizce tazeler mi?" diye sorulunca, daha başımı çevirmeden o
olduğunu anladım. Döndüm; çekingendi, sesi titriyordu. Böylesi bir yerde gelip
kur yapacak bir kadına benzemiyordu, hele benim gibi birine. Bir yandan da hem
kaçmak istiyor hem de kendini alamıyor gibiydi.
"Evet bence hepsi taze," dedim ve aynı anda kendime kızdım.
İşte konuşma akışını kilitlemiştim yine. Oysa tüm balık çeşitleri, tazelikleri,
onlarla neler yapılabileceği üzerine neredeyse konferans verebilirdim. Hep
böyle yapardım kadınlara, en söylenmeyecek olanı ilkten… Sonra da edecek söz biterdi.Anlamış gibi, "Peki sizce hangisini almalıyım?" diye sordu.
Rahatlamıştım. Dünyanın en zor sorusuna biraz sonra cevap verecek olan
bir bilgin edasıyla yeniden gözden geçirdim balıkları. Bu kez daha usta
davrandım, soruya soruyla karşılık vererek, "Pekala; kızartma, mangal, ızgara,
buğulama?... Nasıl bir pişirme yöntemi tercih edersiniz?"
Beklemediği bir soruydu. Yüzü kızardı, "Bilmem?!" dedi,
"Siz ne önerirsiniz?" Sanki balığı ben yiyecektim. Sorusunun anlamsızlığını fark etmemişti.
Ters bir şaka yapıp kendimden soğuturum diye dilimi tuttum. Anlayışlı bir tavır
takınarak, "Izgara sever misiniz?" diye topu yine ona attım.
"Severim," dedi o kadar.
"Büyük balık mı tercih edersiniz küçük mü?"
"Fark etmez."
Yine sıra bana gelmişti. Bir balık önerecektim ve sohbet -tabii eğer buna
bir sohbet denirse- bitecek, ben de kasadan geçip kös kös evime gidecektim. "Canlı gibi duruyorlar değil mi?" diye sordu birden.
Kirpiklerini eğip çinekop öbeğine baktığını, aslında dalıp gittiğini fark
ettim. Cevap verince, ışıkların altında beyaz teni iyice belirginleşen bu
kadını daha uzun seyredebilme şansını yitireceğimi biliyordum. Ama beni asıl
alıkoyan bakışındaki derinlik ve hüzündü. Neden sonra kendine geldi. Nerede kalmıştık, der gibi bakışlarıyla gözlerimi
yakaladı.
"Evet," dedim. "Canlı gibi duruyorlar. Size çinekop
öneriyorum, bu mevsimde ızgarası iyi olur. Kaç kişisiniz?"
"Bir kilo yeterli olur sanırım," dedi. Vakit doldu, dedim
içimden keyifsizce. İyi akşamlar dileyip ayrılsam mı?
"Adınız nedir?" diye sordu hiç beklemediğim bir anda.
"Asım," der demez sallandığını hissettim. Düşüyordu, hamle
yapıp yakaladım. "İyi misiniz?!" diye endişeyle sordum. Toparlanmaya
çalıştı. "Durun görevlileri çağırayım!" diyerek çevreme bakındım.
"Hayır, hayır," dedi. "İyiyim ben."
"Pekala ama gelin şurada oturalım, bir şeyler içseniz iyi
olur?!" dedim, pastaneyi kastederek. Çanta
ve mantosunu yerden aldım. Arabaları bırakıp alışveriş kısmından çıktık. Hala
düşebilir endişesiyle tekrar koluna girmiştim. Ses etmeden yanım sıra yürüdü.
Kokusu ona çok yakışmıştı...
Garson bizi görünce hemen yanımıza geldi, "Hanımefendi iyi mi?"
"Ah evet iyiyim!"
"Ne içersiniz?" diye sordum ancak cevabı beklemeden, "Siz
bize su getirin, bir de soğuk olmayan şekerli bir şeyler, meyve suyu var
mı?!" diye ekledim. Garson, "Hemen efendim!" deyip hızlıca
ayrıldı.
"Alışverişinizi yarım bıraktırdım, haydi lütfen devam edin. Daha
arabanızı almamıştır görevliler.’’
"Önemli değil. Sizin için endişeliyim," dedim.
Sıkılgan gözlerle baktı. Garson iki şişe su, bir bardak da meyve suyu
getirdi, "Siz başka bir şey arzu eder misiniz beyefendi?"
"Hayır," dedim. "Su yeterli."
Meyve suyunu yudumluyor, gözleri dalıyor, bazen kaçamak diyebileceğim
şekilde bakıyordu. Alyansını fark ettiğimi yakaladı bir ara. Bardağındakini
bitirince kalktı. Peşi sıra ben de doğruldum.
"Artık gideyim ben. Çok teşekkür ederim."
"Ama…"
"Rica ederim, gerçekten iyiyim."
"Sizi bırakayım."
"Arabam var."
"Ama bu vaziyette, hem de bu saatte… Yakınlarınızı arasaydık hiç
değilse?!"
"Gerek yok. Merak etmeyin."
"Kartımı alın en azından, iyi hissetmezseniz arayın."
Çaresiz bir "Peki," dedi.
Garson hesap için bekliyordu, o ise bir an önce gitmek için sabırsız....
Arabasına kadar refakat etmek istediğimi anlayıp bakışlarıyla vazgeçmemi
sağladı. "Pekala siz gidin, dikkat edin kendinize ama, iyi akşamlar,"
dedim kadına. "Çok teşekkür ederim, iyi akşamlar," deyip döndü,
yürümeye başladı. Hesabı ödedim ancak oradan ayrılmak yerine masaya yeniden oturdum.
Döner kapıdan çıkıp gidecekti az
sonra. Birden döndü, doğrudan geliyordu seri adımlarıyla. Ancak sanki bir şeye
kızmış ve ödetmek üzere hızla üzerime yürüyordu. Yaklaştığında suçluymuşum gibi
hissederek ayağa kalktım. Karşımda durdu. Uzatmadan tek hamlede söyleme kararlılığında ve sertçe,
"Ona çok benziyorsunuz! Üstelik
adınız da Asım! İki yıl önce kaza geçirdik kocamla..." durdu, soluklandı ve ekledi, "Ona çok
benziyorsunuz!"
Aniden dönüp yeniden kapıya doğru koşarcasına yöneldi ve çıkıp
gitti.
Cengiz Kara
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder