Türkiye
Yayıncılar Birliği verilerine göre; 2012 yılında kişi başına üretilen kitap
miktarının 6.4 olarak açıklandığı (ki dikkat
edelim, bu rakam okunan değil, üretilen kitap sayısıdır) ülkemizde, şiir
kitaplarının da okunma olasılığın bir hayli düşük olduğunu tahmin etmek için
sanırım kâhin olmaya gerek yoktur. Zaten böylesine gri bir ortamda;
yayımlanması düşünülen şiir dosyalarına gerek yayınevleri, gerekse kitabevlerinin
çok fazla sıcak bakmadığı, edebiyat dünyasında kâbiliyetli ve yetkin imzaların
değil, popülizme meyilli, cilalanmış isimlerin ürünlerinin daha çok ön plana
çıkarıldığı bilgisi, artık gizli-saklısı kalmayan bir vakıadır
Okunma
oranları ve dağıtımdaki bütün sıkıntılara rağmen güç bela basılmış ve raflarda
yerini almış şiir kitaplarının okurunu beklemesi, alıcısı olmayan, unutulmaya
yüz tutmuş kitapların bir süre sonra raflardan kaldırılması, hatta bazı
kitabevlerinin artık şiir kitabı satmayacaklarını açıklamasına kadar varan bu süreçte
Seyit Pelitli’nin, ilk şiir kitabı “Şizofren İstikamet” ile farklı,
sıradışı bir yayın anlayışı benimsediğini görmek, hem yıllardır şiir okuyan
beni, hem de Pelitli’nin yazdıklarını
takip eden okurlarını mutlu etmiş görünüyor.
Şizofren
İstikamet’i fanzin olarak yayımlayan ve “paraya
tenezzül etmez, reçeteye tabidir” diyerek ücretsiz dağıtan Seyit Pelitli,
1975 İzmir doğumlu, popülizme prim vermeyen bir şair.
“zamansız şeylere, Alaittin’e ve Masal’ın
sonsuzluğuna“ adanan kitap, “baktığında görebileceğin bir şey değilim ben” dizesiyle açılıyor
ve “girizgâh” isimle şiirle devam ediyor.
Şizofren
İstikamet’in şablonu duygusal şiddetle kurgulanmış bir atmosfere sahip. Şiirlerde
yaratılan mekânlar, kelimelerle örülen duvarlar, dehlizler, geçitler, derinleşen
kuyular estetize edilmiş bir duygu çatışmasının ipuçlarını verirken aşk, ölüm, gurur,
acı, yalnızlık, intikam, arzu, günah, erotizm gibi çok bilinen temaların
işlenişindeki özgünlük, şiirlerdeki erden dizelerin zenginliği, şairin toplumsal
değerleri, ahlâk kurallarını umursamayan yeraltı edebiyatına yatkın söylem
tarzı, Seyit Pelitli şiirlerini okunur kılan önemli göstergeler olarak dikkat
çekiyor ve şairin bu yaklaşımı ilk etapta ister istemez varoluş felsefesini de çağrıştırıyor.
Hangi
sebeple çağrıştırıyor?
Çünkü “Varoluşçu
felsefeye göre ahlâk, toplumsal düzeneğin bir işletim aracı olarak insanlar
tarafından “uydurulmuş” bir kurallar bütünüdür ve çoğu kez de nedensizdir.
Varoluşçu anlayışa göre dünya “saçma”dır. Ona anlam yükleyen insanlardır. Ahlâk
kuralları, toplumsal yaşamı düzenleyen görünmez ve bağlayıcı kurallardır. Bu
kurallar kendisi kadar başka insanların da eylemlerinden sorumlu olan insanlar
tarafından oluşturulmuştur. Sartre’a göre sorumlu olmak, özgür olmanın bir
gereğidir. Ona göre bir insan ancak tüm eylemlerinin sorumluluğunu aldığı zaman
özgür olabilir ve böylece de varoluşunu gerçekleştirebilir” (Ahmet Cevizci, Felsefe
Sözlüğü.Paradigma Yayınları)
“kastta hata var tanrım
bu gürültü ondan bu gürültü bir itiraz
bu itiraz intihar kökenli bir hayatın
dilemması”
“uzayıp giden şüpheler listesinde
törpüleniyor inancım”
“kuralların
sakatladığı hayatlar’ı dinliyorum/kendi sesimden”
“dünyanın
iyileşmeyen yarası; insan!”
“dünyayı
bize hatırlatacak her şeyi kilitle/ve hatırla/ adressiz bir mektuba başlamak
gibidir bazı geceler”
“bir
körün yüzündeki en güzel yerden bakıyorum hayata/görüyorum, şık bir tımarhane
bu dünya!”
Seyit Pelitli şiirleri; aynı zamanda okura
tanıdık, okura aşina gelen soyut ve somut nesneleri, gündelik yaşamın geçtiği mekânları,
yaşama dair tekinsizliğin egemen olduğu bir dille duyumsatırken, şiirler için
seçtiği başlıkları ve dizeleri de merak, kuşku,
gizem, sitem vs. gibi duygusal öğelerle örerek oluşturmuş. Şiirlerin hiç
düşmeyen temposu ve hemen hemen bütün şiirlerde olmazsa olmaz olarak
değerlendirilebilecek çok iyi yazılmış, okuru şaşkınlığa uğratan final dizeleri,
merak unsurunun şiirlerin sonuna kadar diri tutulmasındaki yetkinliğin, şairin artılarından biri olarak değerlendirilmesi
gerektiği kanaatindeyim.
“bağışla
çok uluslu yüzüm/baştan sona unutulabilir çünkü tarihi ayıplanmış
-aslında
aslı yok aslımın”
“bu
kent uçsuz bucaksız bir kliniktir artık”
“bir
kelimeyim/uzun bir cümle olmaktan vazgeçiyorum hayatlarınızda.”
“her
aşk acildir ve bir acil kapısının önünde fire verir”
“biz
makam değiştiriyoruz/biz makyaj tazeliyoruz/ve gece kırmızı bir ruj lekesi gibi
dağılıyor aklımızın örtüsüne”
“çünkü
sevmek/pusulasız sürtmektir anlamın kalbinde”
“doldur
ısrarı ve usulca okşa tetiği/nasıl yenilenir insan/insan yenilmeden ve bozguna
uğramadan.”
“ki
gövde/tabuttur sevgilim/insanın içindeki ölüyü saklayan”
“uyuma/gör,
bileklerim ne kadar geniş/bileklerim birer nar bahçesi bu gece”
Türk şiirinde genellikle duygusal
şiddetin estetiğinden kaçılmış, şiirlerde genellikle insanın özündeki iyi,
güzel, masumane duyguların potansiyeli vurgulanarak, insan ruhunun karanlık,
kuytu derinlikleri ile yüzleşmesine pek de fırsat tanınmamıştır. Belki toplumsal
baskı ya da dini inançların beraberinde getirdiği kader bilinci şiirlerde yoğun
bir masumiyet olgusunun yaşanmasına ve bu sebeple de geçmişle ve kendi
kendimizle yüzleşmemize engel olmuştur.
Belki de son dönemde Türk şiirinde görülen yeraltına yöneliş, gerçeklerden
kaçmak değil aksine üstü örtülmüş suçlarla yüzleşmekten ibarettir ki Seyit Pelitli, Şizofren İstikamet’te bu
yüzleşmenin izlerini çok belirgin, kolaylıkla fark edilecek bir biçemde sunmuş.
“en çok sen sev İstanbul’u adını
ağzından ayırma/ben karanlığı/karanlığın içime yayılma hızını seveyim”
“ve hiçbir suyun bağışlamayacağı bir
lekeydi geçmiş”
“herkes kendini asacağı bir aşk ağacı
bulur yeryüzünde”
“sabıka günlükleri okuyorum gözlerim
çatlayasıya/akıl almaz suçlara sarılıp dans ediyorum/bir medeniyet sanıyorum
geceyi kapıları bana açık/suç! Yalnızlığıma iyi geliyor, suç ellerime çok
yakışıyor”
“acı nasıl da arabeskleşiyor
ansızın/çünkü insan kendini yaralayan bir hayvandır sevgilim”
“kırıldığımızı yerden ufalanıyoruz
başkalarına/ve ağır ağır dölleniyor içimizde acı”
“zaman bir şeyin sudan yüzüdür/ve
akmakla meşguldür yasalar gereği”
“buruşmuş bir hayat örneğiyim/soyunsam
kimsesizlik/ve herkes gibi dışındayım sanıyorum o metal kalabalığın”
“saklanabildiğim tüm kuytular senindir
artık/senindir içime işlemiş tek renk cümleler/üzgünüm bu yaralar biraz da
senindir diyorum/gör ve teslim al”
“dokunmak sözdür imlaya gerek
duymayan/ve anı biriktirmek acı çoğaltmak kuşkusuz”
“gülüşümü bahçedeki kediyle paylaştım,
ciğer sandı…/bütün çiçekler gibi bu mayıs da sabıkalı/saksıma bir akdeniz
ektim/gece gündüz suya tutunuyorum”
Küçük İskender'in, 'rimbaud'ya akıl notları'nda şöyle bir ifadesi vardır: "Yürürken güneşi ardına alan, önüne düşen gölgesinden bile korkar." Geleneğe yaslı şiir yazan, bir tek oradan beslenen şairlerin tedirgin mısralarının yeni ve aykırı isimlerden uzak durmasının nedeni budur. Her türlü devrimden ve değişimden kaçınır onlar: Çünkü kaybedecekleri şeyler kazanmışlardır sistemden."
Seyit Pelitli şiirlerine bu görüşün penceresinden bakıldığında gelenekten beslenmeyen, "yeni ve aykırı" bir şair profiliyle karşı karşıya bulunduğunuzu anlıyorsunuz. Şizofren İstikamet'i farklı kılan en önemli özelliği galiba bu yönü: "Yeni ve aykırı" olması.
"Girizgâh" ile başlayan ve "kapı" isimli şiirin "Git dedi yüzün gıcırdayarak/örttüm." dizeleriyle biten okuma izlenimlerimizi, Şizofren İstikamet'e adını veren şiirin son dizesiyle bitirelim.
"kim olduğumdan şüpheleniyorum ama alıştım kendimle uyumaya"
Fatih Yavuz Çiçek/Ayna İnsan 2013, Sayı: 9
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder