Küçük bir çocukken, kardeşlerim ve ben annemden masal anlatmasını isterdik. Uyku vakti gelip yataklar yapıldığında annem bize her defasında bir peri kızının öyküsünü anlatırdı ve bizler de her gece defalarca dinlediğimiz bu öyküyü bıkmadan usanmadan yeni baştan dinleyerek uykuya dalardık.
Öyküdeki peri kızı, peri padişahının kızıydı. Kötü kalpli bir cadı tarafından yapılan büyü ile vücudu süs kelebeğinin içine hapsedilmişti. Bu süs kelebeği, günün birinde sarayın perdeleri değiştirilince, eski perdeler, onları perdeciden satın alan bir nakışçı ustasının eline geçiyordu. Nakışçı bekâr yaşayan bir delikanlıydı. Evindeki pencerelere saraydan gelen perdeleri asıyordu. Sonra perdedeki süs kelebeğini tesadüfen görüp parmaklarıyla okşuyor, kelebeği öpünce büyü bozuluyor ve peri kızı canlanıyordu. Peri kızı geceleri tül perdeye süs olarak iğnelenmiş bir kelebeğin içine saklanıyordu, gündüz nakış ustası işe gidince peri kızı tül perdeden iniyor, ortalığı topluyor, evi temizliyor, yemek yapıyordu. Akşam yorgun argın eve dönen nakış ustası da olan bitene şaşırıyordu.
Annemin anlattığı öyküde, büyüsü bozulan peri kızı sadece kendisini öpen nakışçı ustasına görünebiliyordu. Ve öykü, evde olanlardan şüphelenen nakışçı ustasının günün birinde evi gizlice gözetlemesi, tül perdede asılı duran kelebekten inen peri kızını farkedip onu yakalaması, peri kızıyla birbirlerine âşık olmaları, birlikte yaşamaya karar vermeleriyle sonuçlanıyordu.
İmdi! Marc Levy'nin ilk kitabı "Keşke Gerçek Olsa" da, küçük bir çocukken annemden dinlediğim öyküye o kadar çok benziyor ki, bu kısa girişi yazıya başlarken anlatmasam olmazdı.
Kitaba gelirsek, Lauren stajyer doktordur. Bir sabah trafik kazası geçirir ve derin komaya girer. Lauren'in durumu ümitsizdir. Başarılı bir mimar olan Arthur, Lauren'in annesinden kiraladığı evde, banyo dolabının içinde Lauren'in ruhuyla karşılaşır. Ev Lauren'e aittir ve gövdesi hastanede olan Lauren'in ruhu evine dönmüştür.
Lauren'in ruhu Arthur'dan başka kimseye görünmemekte, sesli iletişim kuramamaktadır. Kitabın kahramanı ikilinin yaşamları tanışmalarından itibaren farklı bir boyuta taşınır. Hayatından ümit kesilen Lauren'e doktorlarca ötenazi yapılması fikri, Arthur'un Lauren'in bedenini hastaneden kaçırmasıyla engellenir.
Çağdaş bir masalı andıran kitabın yayımlandığı dönemde, aylarca çok satanlar listesinde olması şaşırtıcı buldum. Kitabın içinde derinlikli, insanı düşündüren cümle sayısı çok yetersiz. Var olanlar da kitabın geneline yayılmadığı, karşılıklı diyaloglara daha fazla yer verildiği için anlatım dili beni yeterince tatmin etmedi. Zaten kitabın filme alınmasında da diyalogların etken olduğunu düşünüyorum. Neden? Bu olguyu Işık Öğütçü'nün anlattığı bir anektodla açıklayayım. (Bilmeyenler için, Işık Öğütçü, Orhan Kemal'in oğlu'dur) Yaşar Kemal, benim romanlarım niçin Orhan Kemal romanları gibi film yapılmıyor diye merak edermiş. Bir yönetmen bu durumu Işık Öğütçü'ye şöyle açıklamış. "Yaşar Kemal romanlarında anlatım derinliği var ancak diyalog yok. Diyalog olmayan bir kitabı senaryolaştırıp film çekmek zordur. Orhan Kemal romanlarında yeterince diyalog olduğu için onun kitaplarını sinemaya uyarlamak daha kolay oluyor" demiş.
İşte bu yüzden "Keşke Gerçek Olsa" düz anlatımın egemen olduğu bir masal havasından sıyrılamıyor.
Kitaptan altını çizdiğim satırları aşağıya ekliyorum.
"Aşkın gözü kördür ve beyaz bastonunu durmadan dostumun kafasına indiriyor" (Syf.66)
"Deniz bakışlarımızı, toprak ayaklarımızı taşır" (Syf. 132)
"Kimi zaman arzularımız, heveslerimiz ya da dürtülerimiz karşısında güçsüz kalırız ve bu genellikle dayanılmaz bir acı verir. Bu duygu hayatın boyunca seni izleyecek; kimi zaman onu unutacaksın, kimi zaman saplantıya dönüşecek. Yaşama sanatının bir parçası, güçsüzlüklerimizle savaşma yeteneğimizle ilişkilidir. Bu dediğim zordur; çünkü güçsüzlük genelde korku doğurur. Tepkilerimizi, aklımızı, sağduyumuzu felce uğratarak zayıflığa davetiye çıkarır. Korkular yaşayacaksın. Onlarla savaş; yerlerini, çok uzun süren tereddütlerle doldurma. Düşün, karar ver ve harekete geç! Tereddüt etme; kendi seçimlerinin arkasında duramamak, belli bir yaşama acısı doğurur." (Syf.135)
"Bizi insan yapan, dünyanın bize verdiği en güzel şey, paylaşmanın mutluluğudur. Paylaşmayı bilmeyenin duyguları sakattır" (Syf. 136)
"Erkeklerin de ağlamaya hakkı vardır Arthur, erkekler de acıyı bilirler" (Syf. 139)
"En güzel anılar, iki kişilik hayallerden doğar. Yalnızlık, ruhun kuruduğu bir bahçedir; orada yetişen çiçeklerin kokusu yoktur." (Syf. 139)
"Ölen anne, yanan bir kitaplıktır" (Syf. 140)
"Giden bir erkek, asla geri dönmemelidir." (Syf.140)
"Sevmenin tehlikeli yanı, iyi tarafları olduğu kadar kusurları da sevmektir" (Syf.157)
"Anne-babalar, bir gün rollerinin bize kalacağını anlamadan, ömrümüz boyunca aşmaya çabaladığımız dağlardır" (Syf.158)
"Olanaksız diye bir şey yoktur; yalnızca aklımızın sınırları, bazı şeyleri anlaşılmaz olarak tanımlarlar" (Syf. 180)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder